a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının
TRANSCRIPT
i
A. Ü. ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ İKTİSAT ANABİLİM DALI
YÜKSEKLİSANS TEZİ
REFAH İKTİSADININ TEORİK TEMELLERİ: PİYASA VE REFAH
İLİŞKİSİ
ÖZLEM ALBAYRAK
DANIŞMAN
ABUZER PINAR
ANKARA-2003
ii
İÇİNDEKİLER
GİRİŞ ....................................................................................................................... 1
Birinci Bölüm:...................................................................................................... 5
KLASİK REFAH İKTİSADI ................................................................................. 5
A. Refah İktisadının Kurucu Felsefesi: Faydacılık ............................................. 5
1. John Stuart Mill: Mutluluk Kuramı Olarak Faydacılık............................... 9
B. Refah İktisadının Temel Kavramları: Refah, Birey ve Piyasa....................... 12
1. Bir Kavram Olarak Refah .......................................................................... 12
2. Birey Tanımlaması: Metedolojik Bireycilik ............................................. 15
3. Piyasa ve Refah İlişkisi .............................................................................. 18
C. Refah İktisadının Tarihsel Oluşumu: A.C. Pigou ve L. Robbins ................. 20
1. Arthur Cecil Pigou ..................................................................................... 22
2. L. Robbins’in İtirazı: Refah İktisadında Yaşanan Dönüşüm .................... 24
D. Birinci Bölümün Genel Değerlendirmesi...................................................... 29
İkinci Bölüm: YENİ REFAH İKTİSADI ............................................................. 31
A. Refah İktisadının Temel Teorileri.................................................................. 32
1. Temel Refah Teoremleri ............................................................................ 32
2. Vilfredo Pareto: Fayda ya da Ophelimity................................................... 35
2.1. Pareto Optımumu: Üretim, Mübadele ve Genel Denge ......................... 41
3. Yeni Refah İktisadı: Pareto Optimumunun Yeni Boyutları ....................... 46
3.1. Tazmin Olasılığı Ölçütü.......................................................................... 46
3.2. Sosyal Refah Fonksiyonu........................................................................ 52
3.3. İkinci Eniyi Yaklaşımı: R. G. Lipsey ve K. Lancaster.......................... 57
B. Sosyal Seçim Teorisi ...................................................................................... 59
1. Olanaksızlık Teoremi: Kenneth Arrow..................................................... 59
2. Olanaksızlık Teoremi: Amartya K. Sen .................................................... 62
3. Amartya K. Sen’nin Olanıksızlık Teorisi Üzerine Tartışmalar ................. 65
C.Piyasa Merkezli Refah İktisadına Eleştirel Bir Bakış: Amartya K. Sen......... 70
1. Fayda Kavramının Sınırları ve Eylem Kapasitesi...................................... 73
2. Homo Economicus: Bir Sosyal Moron mu? ............................................. 77
D. Birinci ve İkinci Bölümün Genel Değerlendirmesi:...................................... 79
Üçüncü Bölüm: PİYASA AKSAKLIKLARI......................................................... 85
iii
A. Dışsallıklar ................................................................................................... 86
1. Pigoucu klasik dışsallık yaklaşımı ............................................................. 89
2. Pigoucu yaklaşıma eleştiriler ..................................................................... 91
3. Olumsuz Dışsallıkların Fiyatlandırılması .................................................. 94
B. Kamu Malları (Ortak Mallar) ....................................................................... 96
1. Salt Kamu Malları ...................................................................................... 96
2. Karma Mallar ............................................................................................. 99
3. Vesayet Altındaki Mal ve Hizmetler........................................................ 100
C. Dışsallıklar Kamu Malı İlişkisi ................................................................... 101
D. Üçüncü Bölümün Genel Değerlendirmesi................................................... 104
Dördüncü Bölüm:............................................................................................. 106
REFAH DEVLETİ ve KRİZİ: EŞİTLİK SORUNSALINI DA İÇEREN SOSYAL
REFAH KAVRAYIŞINDAN ETKİNLİK AMACINA GERİ DÖNÜŞ................. 106
A. Refah Devleti ............................................................................................... 108
1. Refah Devletini Doğuran Tarihsel Koşullar ve J. M. Keynes ................. 108
2. Refah Devletine Farklı Yaklaşımlar......................................................... 110
3. Refah Devleti Rejimleri ........................................................................... 114
3.1. Esping-Andersen’in kavramlaştırmasına eleştiriler .............................. 118
4. Piyasa toplum çatışması ve Polanyi’nin refah devleti yaklaşımı ............. 120
B. 1980 Sonrasında Refah Devletinde Yaşanan Gelişmeler: Piyasa Merkezli
Refah Anlayışına Geri Dönüş .......................................................................... 123
C. Dördüncü Bölümün Genel Değerlendirmesi ............................................... 127
SONUÇ ................................................................................................................ 129
KAYNAKÇA....................................................................................................... 133
ABSTRACT......................................................................................................... 143
Ek 1: Paretocu Genel dengenin grafiksel anlatımı .......................................... 144
Şekil 1: Üretimde etkin noktalar .................................................................. 144
Şekil 2: Genel Denge ................................................................................... 146
Şekil 3: Optimum Optimorum ..................................................................... 147
Ek 2: Lipsey ve Lancester İkinci En İyi Modellinin Kanıtı ............................. 148
Ek 3: Sen Olanaksızlık Teoremi ...................................................................... 151
iv
Bu çalışmanın tamamlanmasında değerli katkılarından dolayı Ahmet Haşim Köse'ye,
başta Annem olmak üzere aileme ve Neslihan Öztürk'e; ayrıca tez çalışmam boyunca
sunduğu değerli eleştiri ve önerileri için Abuzer Pınar'a teşekkürü borç bilirim.
Tezdeki muhtemel eksiklik ve hatalar bana aittir.
1
GİRİŞ
İktisat kendini ayrı bir bilim olarak ortaya koyduğu tarihten beri zenginlik ya
da refah onun temel problemi olmuştur. İktisadın bağımsız bir disiplin olarak ortaya
çıkmasını sağlayan iktisatçı olarak kabul edilen Adam Smith ulusun zenginliğinin
kaynaklarını araştırmakta ve ekonomi politiğin amacını “halkı ve hükümdarı
zenginleştirmek” olarak ortaya koymaktadır1. İktisadın klasik tanımı “kıt
kaynaklarla sınırsız ihtiyaçların karşılanma yollarını araştırmak” olarak kabul
edilmektedir. İktisatta genel olarak refahın, bireylerin tercihlerinin karşılanması
olarak tanımlandığı hatırlandığında iktisadın bir bütün olarak refahın
oluşturulmasıyla ilgilendiğini söylemek hata olmayacaktır. İktisadın klasik dönemde
zenginlik bilimi olduğu ancak neoklasik okulla birlikte seçim kuramına dönüştüğü
tespit edilmektedir. Keynes de iktisadın zenginlik bilimi olduğuna inanmaktadır
(Buğra, 2001)
İktisadın temelinde refahın araştırılması saiki olmasına karşılık Arthur Cecil
Pigou ile birlikte birey ve toplum refahını araştıran ayrı bir disiplin, refah iktisadı,
ortaya çıkmıştır. Pigou’nun kitabını yayınladığı tarih 1920’dir. Kitap, I. Dünya
Savaşı’nın tüm dünyayı yıkıma sürüklediği ve 19. yüzyılın sonunda kendini gösteren
ekonomik krizin etkilerinin devam ettiği bir dönemde yazılmıştır. Pigou kitabının
ismini Refah İktisadı (The Economics of Welfare) olarak koymuş, ekonomik refahın
nasıl sağlanacağını araştırdığını vurgulamıştır. Pigou ile birlikte refahın temelde
ekonomik bir kavram olduğu kanısı iktisat bilimi içinde güçlenmiştir. Pigou’nun
ardından refah iktisadı Vilfredo Pareto’nun yaklaşımını temel almayı tercih etmiş ve
refah iktisadı yeni refah iktisadı altında Paretocu ilkelere bağlı bir dal haline gelmiş
ve piyasa refah bağlantısı bu yaklaşım ile güçlü biçimde kurulmuştur.
İktisadın yanıt aradığı temel sorulardan biri “refah nasıl, hangi koşullar
altında, hangi kurumlarla ençoklaştırılır?” sorusudur. Klasik (Marx dışında),
1 “[E]konomi politik, iki farklı hedef önerir; birincisi halk için bol miktarda gelir veya geçim imkanı sağlamak, veya daha doğrusu onların kendileri için böylesi bir gelir veya geçimlik sağlamalarını mümkün kılmaktır; ve ikinci olarak da devlete ve ulusa, kamu hizmetlerinin yapılmasını sağlayabilecek bir gelir temin etmektir. Ekonomik politik hem halkı hem de hükümdarı zenginleştirmeyi önerir.” (Smith, 2002: 13)
2
neoklasik ve Avusturya okullarının bu soruya verdiği yanıt rekabetçi piyasa
mekanizmasının varlığı ve işlemesidir. Piyasa refah bağlantısı Smith gibi klasik
teorisyenlerden neoklasik ve Avusturya okuluna kadar ekonomik teorinin her
aşamasında yer almaktadır. Bununla birlikte bu ekollerin piyasa ile refah arasında
kurdukları bağlantının niteliği değişmektedir. Klasik iktisat piyasa ile refah arasında
dolaylı bağlantı kurarken, neoklasik gelenek ve Avusturya okulu yaptığı refah
tanımına bağlı olarak piyasayı refahı sağlayabilecek en etkin kurum olarak görmekte
ve doğrudan bir argüman geliştirmektedir (O’Neil, 2001:94-96).
Klasiklerin piyasa ile refah arasında kurduğu dolaylı bağlantı net olarak
Smith’te görülmektedir. Smith işbölümünün gelişmesi sonucu meydana gelen üretim
artışının ve bunun sonucunda oluşan genel zenginliğin mübadele ile halkın en alt
kesimlerine kadar ulaşabileceğini düşünmektedir. Zenginliğin artırılması için tarım
toplumuna alternatif olarak gördüğü ticaret toplumunu işaret eden Smith,
işbölümünün gelişmesinin kaynağında ise insandaki doğal takas eğiliminin yattığını
iddia etmektedir. Her işçi ihtiyacından fazlasını piyasaya sürmekte, karşılığında diğer
işçilerin ürettiklerini almakta ve böylece “genel bir bolluk, toplumun tüm kesimleri
arasında yayıl”maktadır (Smith, 2001: 23-25)
Piyasanın refah sağlayıcı özelliğine yapılan vurgu ise neoklasik teorinin
merkezinde yer almaktadır. Rekabetçi piyasa dengesi ile optimum kaynak tahsisi
arasında Pareto’nun kurduğu bağlantı bunun en güçlü yansımasıdır. Refahı
tercihlerin karşılanması olarak tanımlayan neoklasik geleneği takip eden Paretocu
refah iktisadının tanımladığı piyasa her ne kadar gerçek yaşamdaki piyasaları
yansıtmasa da, bu yaklaşımın politika önermesi gerçek hayattaki piyasaların
tanımlanan ideal piyasalara benzetilmesi gerektiği şeklindedir. Piyasalar ideal
piyasaya yeterince benzediği noktada bireylerin tercihlerini en etkin karşılayan
kurumdur ve etkinliğin sağlanması refahı ençoklaştırmaktadır. Piyasanın etkin
kaynak tahsisini sağlaması refah sonucu için yeterli görünmekte, etkin olarak üretilen
gelirin bölüşümü ideal piyasa tarafından adil dağıtılmaktadır. Adil dağılım
sorununun ortaya çıktığı durumlarda ise bu iktisadi alanının dışında, politik alana
ilişkin görünmektedir.
3
Bu tez çalışmasının amacı iktisatta piyasa ile refah arasında kurulan doğrudan
bağlantıyı refah iktisadı yazını içerisinden incelemektir. Bu amaca uygun olarak
çalışma dört bölüm olarak tasarlanmıştır. İlk iki bölümde refah iktisadının teorik
temelleri ve teorilerin üzerine kurulu olduğu temel kavramlar incelenmiştir. Bu
bölümlerde ortaya atılan temel tez, refah iktisadının Paretocu kimliği ile birey ve
bireylerden giderek ulaşılan toplum refahını sağlayan temel kurum olarak rekabetçi
piyasayı görmesidir. Refah iktisadının teorik temellerini ortaya koyabilmek için, ilk
bölümde öncülü sayılan faydacı felsefe incelenmiş, liberal teorinin bireyci ve öznel
yapısını sergileyen bu yaklaşımın refah iktisadına etkileri ele alınmıştır. Teorinin
kavramsal düşünme anlamına geldiği hatırlanarak, öncelikle refah iktisadının birey
ve refah algılayışı ayrı başlıklar altında ele alınmıştır. İzleyen bölümde refah
iktisadının tarihsel gelişim çizgisi etrafında temel teorileri anlatılmıştır. İkinci
bölümün son alt bölümünde ise refah iktisadı yazını içerisinden gelen ancak piyasa
merkezli refah argümanına ve genel olarak neoklasik iktisat yaklaşımına eleştirel
bakan iktisatçılardan Amartya Kumar Sen’e yer verilmiştir. Sen’in ayrıca ele
alınmasının nedeni bir bütün olarak yazarın duruşunun neoklasik refah iktisadının
temel kavramlarına ve Paretocu yapısına getirdiği eleştirilerin öneminden
kaynaklanmaktadır. Sen, refahın, insanın maddi zenginliğine indirgenemeyeceğini,
insanın özgürlük ve hakları ile bütünleşik bir kavram olduğunu hatırlatmıştır. Sen’in
bu yaklaşımı toplumu piyasa etrafında kurgulayan, dolayısıyla refahı da mübadele ile
artacağı varsayılan iktisadi bir kavram haline indirgeyen klasik (Marx dışında) ve
neoklasik yaklaşıma tezat oluşturmaktadır.
Üçüncü bölümde piyasanın ideal piyasalardan uzaklaşması halinde ne
yapılacağı sorusuna refah iktisadı yazını içerisinden verilen yanıtlar incelenmiştir.
Piyasa aksaklıkları başlığı altında ele alınan bu bölümde dışsallıklar ve kamu malları
durumlarında refahın nasıl sağlanacağı araştırılmıştır. Refah iktisadı, tam rekabetçi
piyasanın işlemediği durumlarda devletin piyasanın aksaklıklarını düzeltmek için
müdahalesine izin vermektedir. Ancak dünya genelinde yaşanan refah devleti
deneyimi piyasanın işleyişinden kaynaklanan bozuklukları düzelterek etkinliği ve
böylece refahı sağlayan bir kurum olmaktan öteye geçmiştir. Refah devleti deneyimi
etkin kaynak dağılımı yanında adil gelir dağılımını refahın bir parçası olarak kabul
ederek kurumlarını ve politikalarını oluşturmuştur. Dördüncü bölümde, refah
4
devletinin etkinlik yanında adil bölüşümü de refah tanımına dahil ettiği ancak
1970’lerin ortasından itibaren yaşanan dönüşümle refah algılamasının tekrar piyasa
merkezli ve etkinlik temelli anlayışlara döndüğü savunulmaktadır.
5
Birinci Bölüm:
KLASİK REFAH İKTİSADI
Bireyin ve toplumun refahının nasıl ölçüleceğini, nasıl artırılacağını ve
toplumun en yüksek refah düzeyine hangi şartlar altında ulaşabileceğini tanımlamaya
çalışan refah iktisadı, öncüleri tarafından “iktisadi politikanın ekonomi bilimi” olarak
tanımlanmıştır (Hicks, 1939: 696; Scitovsky, 1951: 303). Bağımsız bir disiplin
olarak refah iktisadının kurucusunun A. C. Pigou olduğu kabul edilir. Pigou, 1924
yılında yazdığı “Refah İktisadı” (The Economics of Welfare) kitabıyla klasik refah
iktisadının temellerini atmıştır. Pigou’nun öncü çalışmasını izleyen Refah iktisadı,
Vilfredo Pareto’nun yaklaşımını temel alarak “Yeni Refah İktisadı” adı altında
gelişimini sürdürmüştür (Little 1965; Nath 1975; Scitovsky, 1951).
Bu çalışmada, faydacı yaklaşımı benimseyen Pigou’nun temsil ettiği gelenek
klasik refah iktisadı olarak adlandırılmış ve Paretocu yaklaşımı temel alan yeni refah
iktisadından ayrı olarak incelenmiştir. Pigou ile yeni refah iktisadı arasındaki temel
ayrım, faydacı felsefenin faydaların ölçülebilirliği ve karşılaştırılabilirliğinden
vazgeçilmesidir. Bu dönüşüm L. Robbins’in Pigou’nun bireyler arası fayda
karşılaştırmasının yapılabilirliğine ilişkin “bilimsel” olmadığı iddiası ile itiraz
etmesinin ardından yaşanmıştır. Ancak, Pigou ile Pareto’da faydacılıktan miras kalan
“refahın ençoklaştırılması” amacı değişmemiştir.
Bu bölümün izleyen ilk alt bölümünde, refah iktisadının teorik öncülü kabul
edilen faydacılık yaklaşımı ele alınacaktır. Ardından refah tanımına ilişkin alternatif
yaklaşımlar sunulacak, Pigou’dan başlayarak refah iktisadının gelişim çizgisi ana
hatlarıyla izlenmeye çalışılacaktır.
A. Refah İktisadının Kurucu Felsefesi: Faydacılık
Refah iktisadının temel düşünsel öncülünün faydacılık (utilitarianism)
yaklaşımı olduğu kabul edilmektedir (Atkinson, 2001: 194; Sen, 1999). Klasik
6
faydacılara göre, faydacılık bir ahlak teorisidir.2 Jeremy Bentham tarafından
temelleri atılan faydacı felsefe, John Stuart Mill, William Stanley Jevons, Henry
Sidgwick, Francis Edgeworth, A. Marshall ve A. C. Pigou gibi öncüler tarafından
takip edilmiş ve geliştirilmiştir. Faydacılık, bir yüzyıldan fazla baskın ahlak teorisi ve
aynı zamanda en etkili adalet teorisi olmuş; geleneksel refah ve kamu politikası
iktisadı, uzun süre bu yaklaşımın egemenliği altında kalmıştır. Zaman içerisinde,
faydacı yaklaşımın temel kavramları teorik planda kimi değişikliklere uğrasa da
varlığını korumuş ve ilkeleri uygulanan iktisadi politikalar ve kurumların ahlaki
olarak doğruluklarının değerlendirilmesinde “nesnel” bir anlayış olarak kullanılmaya
devam etmiştir (Hausmann ve McPherson, 1997: 102; Sen, 2001: 58).
Faydacılığın temel amacı, toplumda üretilen zenginliğin (mallar, hizmetler,
haklar, özgürlükler ve politik güç) onu oluşturan üyelerinin toplam faydasını
ençoklaştıracak biçimde dağıtılmasıdır. Buna göre toplumun refahı, mallar (zenginlik
ve özgürlük) etkin bir şekilde üretilip, eşit bir şekilde dağıtıldığında en
çoklaştırılabilmektedir. Bireylerin gelirlerinin marjinal faydasının birbirine eşit
olması ve faydaların sayal (kardinal) olarak ölçülebilmesi şartları altında faydacılık
devletin yeniden dağıtım faaliyetini meşru kabul etmektedir (Barr, 1987: 47).
Klasik faydacılık, faydayı mutluluk ya da zevk olarak tanımlamış ve faydanın
ölçülebilirliğini varsayan sayal fayda teorisine dayanmıştır. Sayal fayda teorisi, farklı
bireylerin faydalarının toplanabileceğini ve karşılaştırılabileceğini kabul etmektedir
(Bulutay, 1979; Harsanyi, 1955; Hausman ve McPherson, 1997: 30-32). Faydacı
teorinin, sayal faydaya dayanması, faydanın ölçülebilir kabul edilmesi Sidgwick’de
net olarak görülmektedir:
Varsayımımız, zevkler tüm acılarıyla birlikte nicel olarak karşılaştırılabilir;
cazibesi açısından böylesi her duygu belli bir miktar yoğunluğuna sahiptir ve bu
miktar bazı açılardan bilinebilir; dolayısıyla herbiri en azından diğerine karşı
2 Faydacı teorinin diğer önemli öncüllerinden biri sayılan Sidgwick klasik faydacılığı şöyle ele almaktadır: “Faydacılık ahlaki (etik) teori anlamındadır. Ahlaki teori, her veri durumda, nesnel olarak doğru olan, herkesin mutluluğunu en çoklaştıracak olan davranıştır. Böylelikle, mutluluğu herhangi bir eylemden etkilenen herkesi hesaba katar” (aktaran: Albert ve Hahnel, age: Bölüm1: 1). Albert ve Hahnel’in eseri www.zmag.org/books/quiet.htm internet adresinden edinilmiştir. Bu kaynağa referans verilirken yıl yerine (age) ifadesi kullanılacaktır. Faydacı teori geleneği için bkz. (Hausman ve McPherson, 1997; Little, 1951; Mill, 1946; Sen, 1979).
7
ağırlıklandırılabilir. Bu varsayım azami mutluluk fikrini içerir (aktaran: Albert
ve Hahnel, age: Bölüm 1: 2).
Sidgwick’in de belirttiği gibi, “en çok toplam mutluluk” ilkesi
mantıken, zevklerin ya da faydaların ölçülebilirliğini ve toplanabilirliğini
varsaymaktadır. Sayal yaklaşıma göre bireylerin sahip olduğu farklı zevkler
nicel olarak toplanabilir ve karşılaştırılabilir. Hatta farklı bireylerin farklı
zevklerinin ve farklı kuşakların zevklerinin nicel olarak toplanabildiği ve
karşılaştırabildiği de kabul edilmektedir.
Genel olarak faydacı felsefenin tanımladığı insan, doğası gereği, zevklerini
maksimize etmeye, acılarını minimize etmeye çalışan bir varlıktır. Faydacı teorinin
temel ilkesiyse, Bentham’ın belirttiği gibi, “en çok sayıda insan için en fazla
mutluluk” olarak tanımlanmaktadır. Bentham, toplumun mutluluğunu, toplumdaki
bütün bireylerin mutluluğunun toplamına eşit olduğu kabul etmektedir. Bentham’a
göre doğru eylem, ”en çok mutluluk ilkesi”dir. Fayda, Bentham’ın algılamasında
doyum yaratan bir güç, kişinin mutluluğu ise doyumlarının toplamı olarak
belirmektedir. Analiz bu şekilde sürdürüldüğünde, en iyi ahlaki ilke faydanın en
çoklaştırılması olarak ortaya çıkmaktadır. “Kişinin faydasını ençoklaştırmalı mı
ençoklaştırmamalı mı?” sorusu Bentham için anlamsız görünmekte, bir eylemin
doğru eylem olduğunu söylemek için her halükârda faydayı ençoklaştırması
gerekmektedir. Bentham’a göre bir değişim mutlulukta artış yaratıyorsa iyidir. Ençok
mutluluk ilkesi, iktisadın sorunlarına türevsel matematiğin yoğun olarak
uygulanmasına yol açmıştır. Refah teorisi gelişimini, büyük ölçüde Bentham
felsefesinin sonucu olan niceliksel ahlaki kavramlara matematiğin uygulanmasına
borçludur (Little 1957: 77-79)3.
Bu açıdan değerlendirildiğinde faydacı yaklaşım genel olarak üç ana kavram
üzerine temellenmektedir (Sen, 2001: 58-60): sonuçculuk, refahçılık (welfarism) ve
toplam-sıralama (sum-ranking). Sonuçculuk bütün seçimlerin (eylemlerin,
3 Pareto’nun Benthamcı faydacılık temelinde marjinal fayda kavramını kullanması ve tüketici davranışını ençoklaştırma sorunu olarak görmesi, matematiksel dilin (türevsel yöntemin) iktisadi analize doğrudan ve yoğun biçimde girdiğine işaret etmektedir. Yani genelde faydacı felsefenin marjinalizmle birleştirilmesi optimizasyon ve maksimizasyon analizlerine geçişi sağlamıştır (Çeçen, 2003: 232-233).
8
kuralların, kurumların) neden oldukları sonuçlara bağlı kalınarak değerlendirilmesi
gerektiğini belirtmektedir. İkinci kavram olan refahçılığa göre, olaylar (state of
affairs) neden oldukları faydalarla sınırlı olarak değerlendirilmektedir. Buna
göre faydacı yaklaşım, hakların, sorumlulukların ve diğer başka şeylerin yerine
getirilmesi ya da ihlaline doğrudan önem vermemektedir. Refah kuramı sonuçculuk
kavramıyla birlikte değerlendirildiğinde, her seçimin/tercihin kendi faydası ile
değerlendirilmesi gerekliliğine ulaşılmaktadır. Üçüncü kavram, toplam-sıralama, ise
bireysel faydaları toplama yöntemidir. Buna göre farklı insanların faydaları toplam
değerlerini elde etmek için basitçe toplanmaktadır. Bu işlem yapılırken, toplamın
dağılımına bakılmamaktadır.4
Klasik faydacı yaklaşımın mutluluk ya da zevke yaptığı vurgu, modern
faydacı yaklaşımların bazılarında terkedilmiştir. Faydayı arzuların karşılanması
(desire fulfillment) olarak tanımlamayı tercih eden bu yaklaşımlara göre önemli olan
meydana gelen mutluluk yoğunluğu değil, tatmin edilen arzuların gücüdür. Soyut
tanımlamalar olan mutluluk ya da arzuyu ölçmek kolay olmadığı için, fayda modern
ekonomik analizlerde kişinin gözlenebilir seçimlerinin sayısal gösterimi olarak
tanımlanır: Kişi y yerine x’i seçerse, kişi x’ten, y’den elde edebileceğine oranla daha
fazla fayda elde eder (Sen, 2001: 60).
Klasik faydacı yaklaşımın temel algılayışları korunarak faydacı yaklaşım
sınıflandırılmıştır. Nitekim, Sen (1979), üç ayrı faydacı yaklaşımın varlığına işaret
etmektedir: eylem faydacılığı (act utilitarianism), kural faydacılığı (rule
utilitarianism) ve güdü faydacılığı (motive utilitarianism). Eylem faydacılığı, ahlak
bilimidir. Çeşitli alternatif eylemler arasından birini seçerken, en az, herhangi bir
alternatif eylem kadar yüksek toplam fayda üreten eylem seçilmelidir. Sen, bunun
eylem sonuçculuğu ve sonuç faydacılığı ilkelerinin birleştirilmesi ile türetildiğini
ifade etmektedir. Eylem sonuçculuğuna göre, a eyleminin sonucu olan x durumu, en
4 Sen, toplam faydanın, fayda dağılımındaki eşitsizliklere bakılmadan ençoklaştırıldığına dikkat çekerek, bu üç unsurun birlikte, her seçimin bu seçimlerin yol açtığı faydaların toplamına göre değerlendirilmesi anlamındaki klasik faydacı formülü ürettiğini belirtmektedir Sen’e göre, toplam sıralama fayda eşitsizliğine bütünüyle duyarsızdır (Sen, 1979: 468). Sen’in faydacılığın eşitsizliğe duyarsız olduğuna ilişkin eleştirisine, azalan marjinal fayda yaklaşımı üzerinden bir yanıt için bkz. (Yunker, 1986). Yunker, aynı zamanda bireysel eylemlerin ve sosyo ekonomik politikaların değerlendirilmesinde faydacılığın kullanılabileceğini de ileri sürmektedir.
9
az diğer alternatif eylemlerden çıkan durumların her biri kadar iyi ise, a doğru bir
eylemdir. Sonuç faydacılığına göre ise herhangi bir eylemin sonucu olarak x
durumunun alternatif y durumundan daha iyi olmasının koşulu, y’den daha fazla
fayda yaratabilmesidir. Sonuç faydacılığı bir eylem, politika ya da olayın istenirliğini
değerlendirme yöntemi olarak kullanılmaktadır. Sonuç faydacılığı farklı faydacılık
türleri için ortak olduğu için, sonuç faydacılığını eleştirmek bütün faydacılığın
eleştirisini beraberinde getirmektedir (Sen, 1979: 468).
Faydacı yazında tartışılan diğer faydacılık türü R. M. Adams (1976)’ın
tanımladığı güdüsel faydacılıktır. Adams’a göre, bir insani güdü ahlaki olarak daha
fazla fayda sağladığı ölçüde, bir başka güdüden daha iyidir. Sen (1979: 468), güdü
faydacılığının da sonuçcu karakterine dikkat çekmekte ve Adams’ın güdüsel
faydacılık tanımını sorunlu bulmaktadır. Adams, ahlaki olarak mükemmel insan
tanımı yapmakta ve bu insanın en yararlı arzulara, en “yararlı” şiddette sahip
olduğunu ifade etmektedir. Ayrıca bu güdüler sonuçta getirdiği yararlara göre, ahlaki
olarak insanların sıralanmasına da olanak tanımaktadır. Ancak Adams, insanları bu
şekilde sıralamanın “ahlaki olarak mükemmel insanı tanımlamayacağını” da teslim
etmektedir.
Sen de “ahlaki mükemmeliyet” kavramı üzerinden insanları sıralamak için
güdüsel faydacılığın kullanımında iki ayrı zorluğun belirdiğini kabul etmektedir. İlki,
yararlı güdülerin seçiminin insanın kontrolü dışında olabileceği gerçeği iken, ikincisi
ahlaki olarak mükemmel olmak için gerekli güdüler kontrol edilebilse dahi ortaya
çıkmaktadır. Birey güdülerini kontrol edebilse de, bunları kendi çıkarı için
kullanamayabilir.
1. John Stuart Mill: Mutluluk Kuramı Olarak Faydacılık
Liberal teorinin önemli isimlerinden olan Mill, mutluluk kuramı olarak
adlandırdığı faydacılığı, bir ahlak teorisi olarak, bireyci yapısı nedeniyle
“ahlaksızlık”la suçlayan muhafazakarlara karşı savunmuştur. Teorisinde bireye
yüklediği önemle liberal yaklaşımın birey egemenliği varsayımına önemli bir
dayanak oluşturan Mill’in fikirleri, faydacılığın ve bu felsefeyi temel alan liberal
10
öğretinin anlaşılmasına çok yönlü olanaklar sunmaktadır. Bu nedenle daha ayrıntılı
olarak ele alınması uygun görülmüştür.
Klasik faydacı geleneğin en önemli isimlerinden biri olan Mill Faydacılık
(1946) adlı çalışmasında faydacılığın birey kavrayışını ve ahlak anlayışını açıkça
tanımlamaktadır. Fayda veya en büyük mutluluk ilkesini ahlakın temeli olarak kabul
eden Mill, eylemleri vermekte oldukları mutluluk oranında iyi sayarak, faydacılığın
sonuçculuk karakterine vurgu yapmaktadır. Bentham’ı izleyerek faydayı, mutluluğu
temel alıp haz ve acı muhasebesine dayandırarak tanımlayan Mill, hazların
önemlerine göre hem nicelik ve hem de nitelik açısından sıralanabileceğini
savunmaktadır:
...[E]ğer iki hazdan birisi, hiçbir ahlak sorumluluğu duygusuna bağlı olmaksızın
tercih edilirse, bu tercih edilen haz en çok arzuya değer olanıdır. Bu iki hazdan
birisi yetkili kimseler tarafından erişilmesi zor olmakla beraber diğerinden pek
çok üstün tutuluyorsa ve ötekinin herhangi bir derecesi için ondan
vazgeçilemiyorsa, birinci haz, nicelik yönünden diğerinden eksik de olsa, nitelik
bakımından onun çok üstündedir (1946: 17-18).
Mill (1946: 60), bir şeyin istenir, arzuya değer olduğunu ispat için bütün
insanlar tarafından arzu edildiğini söylemekten başka bir kanıtın bulunmadığını öne
sürerken, faydacı felsefenin, refah teorisinin de benimsediği, bireyin öznel
değerlendirmelerine yaptığı vurguyu öne çıkarmaktadır. O’na göre toplumsal refah
bireylerin mutluluğu üzerine temellenmektedir:
Kamu saadetinin ‘istenir’, ‘arzuya değer’ olduğunu gösteren bir sebep ortaya
konamaz. Yalnızca herkesin kendi saadetini arzuladığı söylenebilir. Bu bir
gerçektir. Bu suretle mümkün olan biricik kanıt elimizdedir: Saadet bir
hayırdır, bir iyiliktir, herkesin saadeti de kendisi için bir hayırdır, iyiliktir.
Kamu saadeti de herkes için bir iyilik, bir hayırdır. Böylece saadet, insanın
yaşayış amaçlarından ve bundan dolayı ahlakın ölçütlerinden...birisi olduğunu
kanıtlamıştır (Mill, 1946: 61).
Mill’e göre, insanlar faydacı yaradılışta olup bireyciliğin özü insanın
doğasında bulunmaktadır:
11
...[İ]nsan tabiatı saadetin bir parçasından veya saadete götüren bir araçtan başka
bir şey arzu etmeyecek şekilde yaratılmışsa yalnız saadetin istenir olduğuna
inanmak için başka bir kanıta ne sahibiz, ne de böyle bir kanıtı arzu ederiz. Eğer
böyle ise saadet insan karakterinin biricik amacı, gayesidir, insanların gidişi
hakkında hüküm verebilmek için üzerine dayanılacak tek prensiptir. Bunun
sonucu olarak da ahlakın ölçütüdür. Çünkü parça bütünün içindedir (Mill, 1946:
67).
Bu sözleriyle Mill, faydacı yaklaşımın bireysel refahların toplamından toplum
refahına ulaşılabileceği fikrini de sergilemektedir. İzleyen bölümde ele alınacağı gibi
Pigou sonrası refah kuramı faydacılığı bir bütün olarak kabul ettiğini reddetse de
toplumu bir bütün olarak kavramak yerine, bireysel refahlara referansla toplumsal
refahı tanımlama tutumunu ısrarla korumuştur.
Mill, faydacılığı savunurken, ahlaka ilişkin genel fikirlerini de
sergilemektedir. Mill’in algılayışında fayda veya mutluluk insan davranışlarının
amacı, onları yöneltme kuralıdır. Dolayısıyla ahlakın da temel ölçütüdür. Ahlakın
görevi, toplumdaki bireylerin ödevlerinin neler olduğunu ve hiç olmazsa onları nasıl
tanıyabileceğimizi göstermektir. Mill (1946: 44)’e göre, mutluluk ahlakın sonu ve
amacıdır. Bu açıdan ahlak birtakım hareket kural ve düsturlarıdır. Bu kurallar ve
düsturlara uyulduğu ölçüde ahlak tüm insanlığa ve “bütün duygulu mahluklara” bir
hayat sağlayabilir (1946: 24).
Mill, toplam mutluluğu artırmayan fedakârlığın faydasız olduğunu
vurgulayarak, faydacı ahlakın sadece bireysel çıkar üzerine oturmadığını iddia
etmektedir.5 Mill, bireyin ve toplumun mutluluğunun en yüksek seviyeye
çıkarılabilmesi için, her bireyin çıkarını mümkün olduğu kadar toplumun genel çıkarı
ile uyumlu hale getirmesi gerektiğini, diğer taraftan da toplumdaki genel terbiye ve
geleneklerin bireyin mutluluğu ile toplumun mutluluğu arasında uyum yaratması ve
toplumun mutluluğu için konulan kurallar ile bireyin mutluluğu arasında bir
çatışmanın çıkmamasını sağlaması gerektiğini ifade etmektedir. Ancak bu şartlar
5 Mill (1946: 33), bu savunusunu güçlendirmek için Nasıra’lı İsa’nın şu sözlerine başvurur: [B]aşkasının size yapmasını istediğiniz şeyi başkasına yapmak, komşunuzu kendiniz gibi sevmek.
12
yerine getirildiğinde, insanlar genel iyiliğe uymayan kişisel bir mutluluk fikrini
tasavvur bile edememektedirler (1946: 33).
B. Refah İktisadının Temel Kavramları: Refah, Birey ve Piyasa
1. Bir Kavram Olarak Refah
Refah kavramının tanımı konusunda ortak bir kabulün olduğunu söylemek
güçtür. Bu açıdan uyarıda bulunan Little (1965: 3) refahın tanımı ve teorisi
konusunda çok az iktisatçının net olduğuna dikkat çekmiştir. Bu bölümde refah
yazınının önde gelen iktisatçıları başta olmak üzere, genel olarak, iktisat biliminin
refah kavramını ele alış tarzlarına ve tanımlarına yer verilecektir.
Bir genel yaklaşım olarak refah teorileri, formel ve tözel (substantive) teoriler
olarak sınıflandırılabilir (Hausman ve McPherson, 1997). Genel olarak bu alanda
katkı sağlayan iktisatçıların formel tanıma bağlı kaldıkları gözlenmektedir. Formel
refah teorisine göre ise refah tercihlerin karşılanmasıdır. Formel yaklaşım, bireyler
için neyin iyi olduğundan ziyade, iyinin nasıl bulunacağını söylemektedir. Diğer
taraftan tözel yaklaşımsa, insanlar için gerçekten neyin iyi olduğunu ifade
etmektedir. Hedonizm refahın tözel teorisine bir örnektir. Buna göre, refah mutluluk
ya da zevktir. Formel teoriler tözel teorilerle uyumlu olabilir. Örneğin mutluluk
tercihin nihai amacı olduğunda, refahı tercihlerin doyumu olarak da mutluluk olarak
da tanımlayan kavrayışların her ikisi de doğru olabilmektedir.
Hausman ve McPherson‘a göre, iktisatçıların formel teorileri tercih nedeni
bu yaklaşımların daha az “felsefi” içeriğe sahip olmasıdır. İktisatçılar, insanlar için
neyin iyi neyin kötü olduğuna ilişkin tözel iddialarda bulunmak konusunda
isteksizdirler. Bireysel çıkarlarını takip eden bireyler (self-interested), yanlızca
herhangi bir durumun (x’in) kendileri için bir başka durumdan (y’den) daha iyi
olacağını düşündüklerinde x’i y’ye tercih edeceklerdir. Bu tercihi doğru kılan koşul
bireylerin “tam bilgiye” sahip olduğu varsayımıdır. Dolayısıyla, refahı bireyin
tercihlerinin tatmini şeklinde kabul etmek doğru bir yaklaşım olarak görülmektedir.
Hausman ve McPherson gerçekte insanların bireysel çıkar güdüsüyle hareket
etmediğine, bazen diğerkam (alturistic) ve çoğu zaman da pek çok konuda bilgisiz
13
olduklarına dikkat çekerek, insanların kendileri için kötü olan tercihler
yapabileceklerini vurgulamaktadırlar. Bu gerçeklere rağmen yazarlar, iktisatçıların
neden formel refah tanımına bağlı kaldıklarını sormakta ve aşağıdaki yanıtı
vermektedirler:
Standart akılcı görüş ve pozitif iktisadın standart idealizasyonları kabul edilirse,
bu kabulleri, kişi için iyi olan şeyin onun tercih ettiği şey, olduğu önermesi
takip eder. İktisatçılar gerçekte refahın tercihlerin karşılanması olarak
tanımlanamayacağını bilmelerine rağmen, teori ve gerçeklik arasında ayrıntıda
farklılık bulunduğunu söyleyerek durumlarını açıklamaya çalışırlar. İnsan
refahının gerçekten ne olduğuna bakmaksızın, tercihler doyurulduğu ölçüde en
iyi refah ölçüsüdür (Hausman ve McPherson, 1996: 72-75)6.
Tüm refah tanımlarında ortak nokta, birey egemenliğidir. Birey, kendi refahı
(tercihleri, seçimleri ve faydası) hakkında karar vermeye yetkili yegane öznedir.
Dolayısıyla, refahın, tercih tatmini ya da kişinin mallardan elde ettiği doyum olarak
tanımlanması bireyin karar verici konumunu değiştirmemektedir. Bu açıdan Little’ın
yorumu uyarıcıdır: Bireylerin istediklerine sahip olmaları ve ne istediğini en iyi
bilen olmaları güzel bir şeydir.7
Refah iktisadının kurucusu kabul edilen Pigou (1951, 1962) ilgisini ekonomik
refah kavramıyla sınırlayarak, parayla ölçülen ilişkiler olarak tanımladığı ekonomik
refahı öne çıkarmıştır. Pigou, ekonomik refahın genel olarak refahın sadece bir
parçası olduğunu ve ekonomik refah değişmezken genel refahın değişebileceğini
ifade etmektedir. Pigou’ya göre, refah ya kişinin ruh halinin iyiliği (mutluluk) ya da
kişinin doyumu olarak ele alınmalıdır. Refahı doyum olarak ele almayı tercih eden
Pigou, kişinin refahının doyumlardan oluştuğunu, doyumun da basitçe mutluluk ya
da zevk değil, istekler veri olduğunda, bu isteklerin gerçekleşme derecesine bağlı
olduğunu ifade etmektedir. Pigou, ayrıca, kişinin gelirini ya da sahip olduklarını
maddi refah olarak tanımlayarak; maddi refahın, refah için ancak araç olabileceğini,
refahın kendisini oluşturamayacağını öne sürmektedir (Pigou, 1951: 288; Pigou,
1962: 12).
6 Fayda, refah, tercih, seçim, akılcılık kavramları üzerine yazında yapılan metodolojik tartışmalar için bkz. (Hausman ve McPherson, 1996).
14
Pigou’nun yaklaşımından da anlaşılacağı gibi refah kavramı bireyin
önceliklerinin karşılanmasıyla ilişkilendirilmektedir. Neoklasik iktisat geleneği ve
refah iktisadında bireyin tutarlı önceliklere ve bu anlamda akılcı davranışlara sahip
olduğu varsayılarak, bireyin önceliklerinin geçişliliği (transitivity) kabul
edilmektedir. Bu yaklaşıma göre kişi için belli bir öncelik ne kadar güçlüyse, söz
konusu öncelik tatmin edildiği zaman kişinin refah artışı o kadar fazla olmaktadır.
Bir kişi için belli bir malın ne ölçüde öncelikli olduğu ise kişinin bu önceliğin tatmini
için yapmak istediği marjinal ödemeyle ölçülmektedir. Buna göre, bir malın önceliği,
kişinin veri doyum ya da zevki kaybetmemek için ödemeye razı olduğu para
miktarıdır.8
Bireysel refah ile toplumsal refah tanımları arasındaki ayrımın önemini
vurgulayan Mishan (1969b: 25-26) ise “bireyin refahının arttığını nasıl bilebiliriz?”
sorusuna basitçe “kişi refahının arttığına inandığında kişinin refahı artar” yanıtını
vermektedir. Bireysel refahtan toplum refahına geçebilmek için değer yargıları
yapılmasının zorunlu olduğunu vurgulayan Mishan’a göre, örtük ya da açık olarak
yapılan bu değer yargılarının ilki Pareto anlamında bir iyileşmeye karşılık
gelmektedir. Buna göre herkes mevcut olandan daha iyi bir duruma gelebiliyorsa
sosyal refah artmaktadır. Bu açıdan ikinci değer yargısı refahın dağılımına vurgu
yapmakta ve toplumsal refah bireyler arasında eşit olarak dağıldıkça sosyal refahın
arttığı öne sürülmektedir. Bu ikinci yaklaşım birden fazla Pareto optimum durumun
varlığına işaret ederek, daha eşitlikçi dağılıma sahip durumun tercih edilmesi
gerektiğini ifade etmektedir. Mishan’a göre, formel refah teorisinin kapsamına giren
ilk değer yargısının temelinde “metodolojik bireycilik” yatmaktadır. Toplumu
oluşturan her bir birey daha iyi duruma geldiğinde toplumun da daha iyi duruma
geleceğini iddia eden metodolojik bireyci yaklaşımının reddi ise toplumun bütüncül9
yorumunu gerekmektedir. Refah analizinin sadece birey düzeyinde sürdürülmesi,
Mishan’a göre, herkesin daha iyi olduğu durumun ifadesi, direk olarak toplumun da
7 Little’dan akt. (Albert ve Hahnel, age: Bölüm 1: 2) 8 Pigou, Marshall’ın iktisadı, bu ölçüm tarzına sahip olduğu için diğer sosyal bilimlerden üstün gördüğünü aktarmaktadır (Pigou, 1951: 289). 9 Bütüncül yaklaşım, toplum ya da diğer kolektif yapıları temel analiz birimi kabul ederek, refah iktisadının da benimsediği metodolojik bireycilikten ayrılmaktadır. Bütüncül yöntemde bütünleştirme yani bireylerden topluma geçme sorunu yoktur. Dolayısıyla bu yaklaşım “toplumun tek tek bireylerin toplamından daha fazla bir bütün” olarak kabul eder (Çeçen, 2003: 234).
15
daha iyi olacağı şeklinde bir yoruma yol açmaktadır Mishan, refahın eşitlikçi
dağılımını öne çıkaran ikinci önerme içinse, Pareto iyileşmenin, ılımlı bir değer
önermesi olarak görülebileceğini ancak, refahın dağılımı ile bağlantı kurulduğunda
pek çok sorun çıktığını hatırlatmaktadır.
2. Birey Tanımlaması: Metedolojik Bireycilik
Neoklasik refah teorisinde “yalıtılmış, atomistik birey zevki, faydayı veya bir
nesnenin tercih edilebilirliğini tayin etmeye muktedir yegane yargıç” (Hunt,1980:
239) olarak kabul edilirken, mübadele aracılığıyla ihtiyaçlarını gerçekleştiren bireye
dış (toplum ya da devlet tarafından) müdahalenin (toplum içindeki diğer bireylerle
iletişim dahil) onun özgürlüğünü kısıtlamak10 anlamına geldiği de öne sürülmektedir
(Dobb, 1969; Hayek, 1999; Holton, 1992). Holton, birey egemenliği varsayımının,
bireyin toplumu önceleyen (pre-social) bir varlık olarak tanımlanmasından
kaynaklandığını ifade etmektedir. Holton’a göre, birey egemenliğini yerine getirme
kapasitesi insanın doğasından gelmektedir. Dolayısıyla, toplum içinde yaşayan
bireyden ziyade tek başına yaşayan bireyin davranışına ilişkin varsayımlar
yapılmaktadır (Holton, 1992: 54-55).
Neoklasik iktisadın yöntemsel bireyciliğinin başlangıç noktası, bütün sosyal
etkileşimlerin bireyler arasındaki etkileşimlerden kaynaklandığı fikrine
dayanmaktadır. Piyasa bir iktisatçıya insanlar arası etkileşimin gerçekleştiği bir
sosyal kurum olarak görünmekte ve bireyler onun analizi ve tanımında vazgeçilmez
bir bölüm olarak düşünülmektedir.
Toplumdaki ya da ekonomideki birey kimyadaki atom gibidir: Her şey nihai
olarak bireyler cinsinden açıklanabilmektedir (Arrow, 1994: 3).
10 Başta devlet olmak üzere (rekabetin varlığı varsayımı altında) birey davranışlarını etkileyecek müdahalelere tepki gösteren ve yaşadığı dönemde planlamacılığın yaygınlığına tepki olarak bireyin özgürce isteklerini karşılayabileceği en etkin alan olarak piyasa kurumunu, fiyat ve rekabet mekanizmasını işaret eden Hayek ise bireyciliği şu şekilde ifade etmektedir: “Muayyen sınırlar dahilinde, ferdi başkalarının kıymet ölçeklerine uymaya mecbur etmektense kendi kıymet ölçülerine göre hareket etmekte serbest bırakmalı, bu saha dahilinde ferdin kendi gayeleri hükümran olmalı ve başkalarının diktatörlüğünden masun kalmalıdır. Ferdi kendi kararlarının nihai hakimi olarak kabul etmek, ferdin hareketlerine imkan nispetinde kendi şahsi kanaatlarının hakim olması lazım geldiğine inanmak: işte ferdiyetçiliğin ruhu budur.” (Hayek, 1999: 83).
16
Dolayısıyla, teorinin temel aktörü olan bireyin nasıl tanımlandığı önem
kazanmaktadır. Analiz gereği birey, bireysel çıkarını ençoklaştırma güdüsü ile
hareket etmektedir. Adam Smith’in işbölümünün ortaya çıktığı bir toplumda insanın,
ihtiyaçlarını karşılayabilmesi için karşısındakinin bencilliğine seslenmesi gerektiğine
ilişkin fikri, neoklasik iktisadın bireyin bireysel çıkarını takip ettiği, diğerkam
davranışa sahip olmadığına ilişkin varsayımının temelini oluşturur. Adam Smith,
Ulusların Zenginliği kitabındaki şu ünlü sözleriyle neoklasik refah iktisadının
bireyini11 de tanımlayan temel özelliği betimlemektedir:
Yemeğimizi kasabın, biracının ya da fırıncının yardımseverliğinden dolayı
değil, onların kendi çıkarlarını gözetmeleri nedeniyle elde ederiz. Onların
insancıllıklarına değil, bencilliklerine sesleniriz ve hiçbir zaman kendi
ihtiyaçlarımızdan değil, onların kazançlarından söz ederiz (Smith, 2001: 26).12
Holton sadece neoklasik refah teorisyenlerinin değil genel olarak ekonomik
liberalizmi tercih eden iktisatçıların bireysel çıkar varsayımını tercih etmelerinin
nedeninin Smith’i takip ederek bunu insanın doğası olarak algılamalarından
kaynaklandığını dile getirmektedir. Bu tercihte ısrarın tarihdışı (ahistorical) ve
basitleştirici olduğunu vurgulayan Holton, bireysel çıkarın ençoklaştırılması
düşüncesiyle ilişkilendirildiğini hatırlatmaktadır.
Neoklasik refah iktisadının bireyinin diğer bir özelliği akılcılığıdır13. Birey
çoğu aza tercih etme anlamında akılcıdır.14 “Kişinin doyum miktarı kısmen
11 Refah iktisadında bireysel çıkar güdüsüyle hareket eden birey varsayımı her dönem tartışma konusu olmuş, bireyin diğerkam davranışlarının da dikkate alınması gerektiği ifade edilmiştir. Son dönemde bunu vurgulayan iktisatçılar arasında A. K. Sen ve A. Etzioni sayılabilir. Etzioni, insan davranışlarının tek boyutlu değil çok boyutlu olduğunu ifade etmektedir. bkz.(Holton, 1992: 78). Ancak, olumlu ya da olumsuz dışsallıklar geleneksel refah teorisinde analiz dışı bırakılmaktadır. 12 Polanyi (2000: 86), Smith’in işbölümünü, piyasanın büyüklüğüne ve insanların takas eğilimine bağlı olarak görmesinin ekonomik insanı yarattığını belirterek, işbölümünün toplum kadar eski bir olgu iken, Smith’ten yüzyıl sonra bu eğilimin başat hale geldiğini, dolayısıyla insanların takas eğilimi içerisinde oldukları iddiasının doğru olmadığını ifade etmektedir. 13 M. Weber’e referansla akılcılık, araç-amaç akılcılığı ve değer akılcılığı olarak sınıflandırılmaktadır. Amaç-araç akılcılığına göre istenen sonuçlara etkin yöntemlerle ulaşılmaktadır. Değer temelli akılcı eylem ise başarı şansına, etkinliğine, maliyetine bakılmaksızın değerince yönlendirilmekte, eylemin temel özellikleri önem kazanmaktadır. Weber’e göre, bütün insanlar hem araçsal hem de değer-temelli akılcılık eğilimine (capacity) sahiptir ve araçsal akılcılığın herhangi bir üstünlüğü yoktur. Weber’in yaklaşımı ve daha ayrıntılı tartışmalar için bkz. (Çeçen, 2003; Hausmann ve McPherson, 1997; Redmond, 2000). 14 Refah iktisadının temel normatif ilkesi üç farklı şekilde ifade edilebilir: (i) Etik olarak daha çok zevk daha az olandan daha iyidir (Benthamcı versiyon). (ii) Daha çok fayda etik olarak daha az
17
arzularının durumuna ve kısmen onun ulaşabileceği mal miktarına bağlıdır.
Arzularının durumu sabitse15, bütün olağan durumlarda sahip olduğu mal ne kadar
çoksa faydası o kadar çok olacaktır” (Pigou, 1951: 293). Akılcılığın tanımında
etkinliğin rolü büyüktür. Birey her eyleminde fayda-maliyet dengesini gözeterek
akılcı davranmış olur. “Ucuza alıp pahalıya satmak rasyoneldir çünkü bu gelir ve
kârları ençoklaştırır” (Holton, 1992: 57)16. Tersini yapmak ise akılcı değildir.
Kendi istek ve tercihlerini dış müdahalelerden bağımsız belirleyebilen,
bireysel çıkar saiki ve kâr ya da fayda ençoklaştırılması güdüsüyle hareket eden
akılcı bireyin adı ekonomik insan (homo oeconomicus)’dır:
Ekonomik insan, ekonomik çıkarlar tarafından hükmedilen ve rasyonel olarak
hesaplanan bireysel çıkarı takip eden insandır. Ekonomik insanın istekleri ve
temel kişisel yapısı “veri” unsurlar olarak alınır. Bu unsurlar topluma girmeden
önce de vardır. Bu toplumdan önce gelme vurgusu bireysel isteklere sosyal
etkileşimden bağımsız olarak varıldığı varsayımında kendini gösterir ve bu
istekler bireylerce özgür şekilde yapılan seçimleri gösterir. Buna göre, tek
gerçek sınır, bireyler topluma girdiğinde oluşur (Holton, 1992: 70-71).
Toplumu önceleyen insanın sadece tüketen bir canlı olarak algılanması doğal
olarak insan davranışını da tüketici davranışına indirgemeye neden olmaktadır.
Faydacı temeldeki bütün insan davranışı, malların mübadelesi ya da kullanımı
sonucunda elde edilecek faydanın ençoklaştırılmasına yönelik çabalara
indirgenmektedir (Hunt, 1980). Birey egemenliği açısından, gerçekliğe hükmetme,
uygun olmayan seçimlere sapmadan sakınmayı sağlayan piyasaların hakimiyetini
ima etmektedir. Böylece, ekonomik seçimler tüketicinin doğru çıkarlarını ve
tercihlerini yansıtmaktadır (Redmund, 2000: 178). Rasyonel seçim yaklaşımı,
neoklasik mikro ekonomi teorisinin temeli olan metodolojik bireycilikte vücut
bulmaktadır. Bu yaklaşıma göre bireysel eylemin amacı faydayı ençoklaştırmaktır.
olandan daha iyidir (Geç 19.yy neoklasik versiyon). (iii) Bir kişinin tercih sıralamasındaki tercih edilmiş bir konum etik olarak daha az tercih edilen konumdan daha iyidir (çağdaş neoklasik versiyon). (Hunt, 1980: 239). 15 Pigou, diğer neoklasik refah iktisatçıları gibi birkaç cümle sonra analiz boyunca zevkleri sabit kabul ettiğini açıklayacaktır. 16 Akılcılık üzerine yapılan çalışmaların kısa bir özeti için bkz (Holton 1992: 56-58).
18
Ulaşılan fayda, kararlılık (stability) ve geçişlilik özelliklerine sahip tercih
fonksiyonlarınca belirlenmektedir.
3. Piyasa ve Refah İlişkisi
Piyasa ekonomisi, “malların düzenli olarak üretildiği, dağıtıldığı ve para ve
mallar üzerindeki mülkiyet haklarının aktörler arasında transfer edildiği sözleşmeye
dayalı değiş tokuş biçimlerine tabi olan toplumsal ve kurumsal düzenlemelerdir”
(O’Neil, 2001: 16). Tanımda vurgulanması gereken unsurlardan biri mülkiyet hakları
unsurudur. Özel mülkiyet hakları tüm liberal ekonomik teorilerde olduğu gibi refah
iktisadında da önemli bir kurumdur. Özel mülkiyet hakları, bir taraftan refah
iktisadının seçimlerini özgürce, hiçbir dış etki altında kalmaksızın verebilen bireyini
çıkarını takibe yönelten motive edici yapı iken, diğer taraftan ekonomik etkinlik için
temel araçtır. Özel mülkiyet hakları, egemen bireylerin isteklerini karşılamak
amacıyla ekonomik kaynaklar üzerinde hakim olmalarını sağlayan temel araçlar
olarak görülmektedir. Özel hakların önemi diğer insanlara eylemlerinden dolayı
hesap vermeksizin insanın kendi amaçlarını takip etmesi, kendi bireysel çıkarını öne
sürme olanağını sağlamasındadır. Özel haklar sistemi altında bireyler kendilerine ait
olanla hoşlandıkları şeyleri yapma hakkına sahip olmaktadır. Genel (ortak) haklar
altında ise, toplum bireylerin kişisel amaçlarından önce gelen bir hakka sahip
olmaktadır. Özel mülkiyet hakları insanları bireysel çıkarlarına uygun amaçlarını
takip etmek yönünde kişisel çıkar ödülü ile motive etmektedir. Bu tür bir motivasyon
özel mülkiyet haklarının bulunduğu yerlerde kaynakların optimal kullanımı ve
etkinliğini sağlamaktadır. Toplumsal hakların kişisel olarak ödülü olmadığı için
kişisel çabayı cesaretlendirmediği iddia edilmektedir (Holton, 1992: 60).
Piyasa ekonomisi için merkezi argümanlardan biri, piyasanın insanın refahını
sağlayacak en iyi kurumsal düzenleme olduğu yönünde iken diğeri de özerklik ve
özgürlüğün en iyi piyasalar tarafından gerçekleştirildiğidir. Piyasa fiyat
mekanizması17 aracılığıyla akılcı kararı kolaylaştırdığı için de akılcı ekonomik insan
17 Hayek (1999: 68), fiyat mekanizmasının önemini şu şekilde açıklar: “..muhtelif emtianın arz ve talebi üzerinde mütemadiyen tesir yapmakta bulunan değişikliklerin bütün teferruatını tamamiyle bilecek; bu bilgileri kafi derecede süratle toplayıp yapabilecek bir ‘merkez’ mevcut olamayacağına göre, ferdi faaliyetlerin tesirlerini otomatik olarak kaydeden ve verdiği malumat ferdi kararların hem muhassalası, hem de rehberi olan bir cihaza ihtiyaç vardır...İşte rekabet rejiminde fiyat sisteminin
19
için de en uygun kurumdur. Ayrıca, piyasalar insan doğasına uyumlu oldukları için
işleyen kurumlardır (O’Neil, 2001: 18-20).
Piyasa, Smith’ten beri iktisadi düşüncede etkin olan “kendiliğinden –doğal-
düzen” fikrinin temel taşıdır. Piyasa “insanın insan üzerindeki hakimiyet ilişkilerinin
kalktığı, ekonomi dışı zor kullanımına gerek kalmaksızın işleyen bir ekonomik
sistem” (Buğra, 2001: 88-89) için temel kurum olmaktadır. Refah iktisadında da
piyasa mekanizması ile refah arasında dolaysız bir ilişki kurulmaktadır. Refahın,
bireyin ihtiyaçlarının karşılanması ile ortaya çıkan doyum, mutluluk, iyilik olarak
tanımlanması durumunda, insan ihtiyaçlarını en iyi karşılayan kurum olarak
piyasanın varlığı refahı sağlamanın önkoşullarından biri olarak ortaya çıkmaktadır.
Kamu malları ve dışsallıklar durumunda piyasanın Pareto optimal anlamda dengeye
gelemeyerek, refahı ençoklaştıramayacağı durumlarda yani piyasanın etkinliğini
kaybettiği durumlarda kendi kendine işleyen piyasaya, piyasa koşullarını sağlamak
için müdahale edilebilmektedir. Ancak bunun dışında, piyasa bireysel davranışların
planlanmamış sonuçları ile fiyat mekanizması sayesinde kendiliğinden Pareto
anlamda dengeye gelmekte ve bireyler amaçlarına ulaşmakta, faydalarını (kârlarını)
dolayısıyla refahlarını ençoklaştırmış olmaktadırlar. Piyasalar “ideal piyasalara
yeterince benzer oldukları noktada insanın iyi yaşamını ‘etkin şekilde’
karşılayacaklardır” (O’Neill, 2001: 95).
Hayek ise piyasa refah bağlantısı konusunda nettir. O’na göre piyasa, her
bireyin kendi amaçlarının peşinden koşabilmesi için bireylerin faaliyetlerini
eşgüdümlemelerini mümkün kılmaktadır. Piyasa, hangi amaçların takip edileceği
konusunda insanlar arası bir uzlaşmanın sağlanması zorunluluğunu gereksiz hale
getirmektedir. İnsanlar bireysel çıkarlarını takip etmekte ve başarıya ulaşmaktadırlar.
Bundan dolayı piyasa, toplumdaki bireylerin “genel refah” koşulu olmaktadır
(Butler, 2001: 59).
yaptığı budur...bu fiyat sistemi, ancak rekabetin hakim olması şartıyla, yani her müstahsil fiyat tahavvüllerine intibak etmek zorunda bulunduğu ve fiyatlara hakim olamadığı takdirde, bu fonksiyonu ifa edebilir. İktisadi hayat kül halinde mudilleştiği nispette, fertler arasındaki bu ‘bilgi bölümü’ zaruri bir hal alır; fertlerin münferit gayretleri, malumat nakleden gayri şahsi bir mekanizma sayesinde ahenkleşir: Bu mekanizmaya ‘fiyat sistemi’ adını veriyoruz.”
20
C. Refah İktisadının Tarihsel Oluşumu: A.C. Pigou ve L. Robbins
Refah iktisadının miladı, Pigou’nun 1920 yılında ilk baskısı yapılan The
Economics of Welfare adlı öncü çalışması ile başlatılmaktadır. Pigou’nun
çalışmasının ardından mikro ekonomi teorisinin araçları ile gelişimini sürdüren refah
iktisadında iki ana çizgi oluşmuştur. İlki, disiplinin kurucusu Pigou’nun yaklaşımının
üzerine inşa edilirken, ikinci çizgi Pareto’yu temel almıştır. Ancak, bu iki çizginin
analitik yapısının aynı olduğu kabul edilmektedir (Nath, 1969: 5). Refah iktisadı,
iktisat biliminin yöntemsel tartışmalarının en yoğun yaşandığı alt disiplinidir.
Disiplinin Pigou’dan koparak Paretocu yaklaşımı benimsemesinin nedenlerinden
biri, değer yargılarından uzaklaşarak “bilimsel” olana yaklaşma kaygısıdır. Bu açıdan
Tibor Scitovsky (1951: 303), refah iktisadında değer yargıları ve bilimsellik arasında
kurulan ikilemin, Pigou sonrası Paretocu yaklaşımın bölüşüm problemini dışlayarak,
etkinlik problemi etrafında argümanlar geliştirmesine neden olduğunu öne
sürmektedir.
Scitovsky’ye göre iktisatçı, politikacının yetenekli işçisi olarak, sadece
politikacılara belirledikleri amaçlara nasıl ulaşacağını söylemektedir. Refah iktisadı
ise iktisatçıya –ve politikacıya- politikaları formüle etme ve değerlendirme
konusunda yardım edecek standartlar sunmaktadır. Dolayısıyla iktisatçı bir politikayı
savunduğunda refah önermesi yapıyor demektir (Scitovsky, 1951: 303). Nath (1969:
2) ise refah iktisadının iktisat politikayla ilgilenmesi nedeniyle değer yargılarından
uzak kalmasının mümkün olmadığını vurgulamaktadır.
Refah iktisadı yazınında değer yargıları ve bilimsellik ikilemi etrafında
yaşanan tartışmalar ve disiplinin Paretocu kimliğe bürünmesi, Pigou’nun faydacı
yaklaşımı ve bireyler arası fayda karşılaştırmaları yapılabileceğine ilişkin
değerlendirmelerine Robbins (1938)’in itirazının ardından gerçekleşmiştir.
Robbins’in itirazıyla birlikte iktisadın bir bilim olabilmek için kendini ahlaki değer
yargılarından uzak tutması gerektiği düşünülmüştür. Robbins’le birlikte faydanın
21
sıral doğası ve kişiler arası fayda karşılaştırmalarının imkansızlığı18 genel kabul
gören aksiyomlar haline gelmiştir (Nath, 1975: 14-16; Scitovsky, 1951: 303-304).
Albert ve Hahnel (age: Bölüm1: 13), Robbins ilkesinin refah iktisadının
gelişimindeki önemini şu şekilde ifade etmektedir: Neoklasik refah iktisadının
bireyin kutsallığını korumaya dönük ana siperi, bazen ahlaki olarak nötr kalma
anlamında da kullanılan Robbins ilkesidir. Bu ilke, iktisatçıları bireyin tercihlerini
ekonomik sistemlerin ve politikaların değerlendirilmesinde temel veri olarak kabul
etmeye ve bu tercihlerin değeri ve kökenlerini sorgulanamaz ve incelenemez
bırakmaya yönlendirir.
Paretocu refah iktisadı, ordinal (sıral) fayda teorisine geçişle19 birlikte,
faydayı/refahı tercihlerin karşılanması olarak tanımlamaya yönelse de, faydacılığın -
kişinin faydasını artıran eylem ve şeylerin iyi olduğuna ilişkin - temel yargısını ve
onun sonuçcu (consequentialism) karakterini korumuştur. Ancak bu yöntemsel
değişiklik refah iktisadının hedonistik yapısında değişiklik yaratmamış ve sayal
olarak ölçülebilen fayda veya ordinal olarak ölçülebilen tercihler aynı psikolojik ve
ahlaki temellere sahip olmuştur (Hunt, 1980: 239).
Yeni refah iktisadı, faydacı geleneği sürdüren Pigou’yu faydanın ölçülemez
ve toplanamaz olduğunu öne sürerek terk etmekte (Little, 1951) ve Edgeworth’ün
başlattığı ordinal fayda teorisi ve kayıtsızlık eğrileri benimsemiş olan Pareto’nun
analizini temel almaktadır. Faydaların sadece sıralanabileceği, ölçülemeyeceği ve
karşılaştırılamayacağı kabul edildiğinde, maksimum toplumsal refah gelir
bölüşümünden bağımsız olarak genel denge analizinde tanımlanabilmektedir
(Kazgan, 2000: 138).
18 Bireyler arası fayda karşılaştırmalarına ilişkin ayrıntılı bilgi için bkz.(Elster ve Roemer, 1991). Faydacılığa ilişkin daha geniş bilgi ve sayal fayda sıral fayda tartışmaları için bkz. (Foot, 1985; Yunker, 1986). 19 O. Lange ve I, Fisher, normatif bir bilim olarak refah iktisadının amaçlarına yönelik olarak, sayal faydanın gerekli olduğunu düşünmektedirler. Özellikle bireyler arası karşılaştırma yapabilmek için sayal faydaya ihtiyaç olduğu ifade edilmektedir. Ancak, Samuelson bireyler arası karşılaştırma yapabilmek için, açıkça ortaya konulmuş refah yargılarının varlığının yeterli olacağını ileri sürmektedir bkz. (Samuelson, 1958: 173). Ayrıca bkz. (Harsanyi, 1955).
22
1. Arthur Cecil Pigou
Pigou, faydacı geleneği sürdürerek refah iktisadının temellerini atmıştır.
Pigou kitabında ahlaki faydacılığı kabul etmez görünmesine rağmen toplum refahını,
tüketilen mal ve hizmetlerden elde edilen doyumların toplanması ile ulaşılan
bireylerin refahının toplamı olarak gören Bentamcı doktrini kullanmaktadır (Little,
1951: 79). Little, Pigou’nun nihai konumunun pratik olarak ahlaki faydacılardan
farklı olmadığı kanısına varmaktadır. Faydacılar, bu konuma iyiliğin analizini
varsayarak gelirken, Pigou iyi olanı bildiğini varsayarak ulaşmıştır.
Pigou (1962: 89), iktisadi politikanın amacını toplumsal gelirin reel değerini
ençoklaştırmak olarak koyarak, önerdiği reçeteleri de buna göre formüle etmektedir
(Hicks, 1939: 697)20. Bir ekonominin toplumun refahını ençoklaştıracak şekilde
düzenlenmesi gerektiğine inanan Pigou, ayrıca farklı insanların benzer karakterlere
sahip olduğunu varsaymıştır. Ekonomik refahın, insanların sahip olduğu gelire değil,
tükettikleri gelir miktarına bağlı olduğunu kabul eden Pigou, göreli olarak zengin
olandan fakir olana gelir transferinin, daha yoğun istekleri daha az yoğun istekler
pahasına karşıladığı için toplam doyumu artıracağını iddia etmektedir. Pigou, Azalan
Marjinal Fayda Kanunu’nun “yoksulların elindeki reel gelirin mutlak payını artıran
herhangi bir neden, ulusal gelirin büyüklüğünde herhangi bir daralma yaratmadığı
sürece, genelde ekonomik refahı artıracaktır” önermesine yol açtığını hatırlatarak,
teorisinin faydacı yapısını gözler önüne sermektedir.
Pigou, ulusal gelirin bölüşümünün yoksul lehine değişmesiyle, toplumun
genel üretici güçleri veri iken, fakirlerin zenginler aleyhine gelirlerini (ya da
tüketimlerini) artırmalarını, zenginlerin ise istedikleri mal ya da hizmetlerden daha
azını elde etmelerini kastetmektedir. İlk bakışta bunun ancak zenginden fakire
yapılacak bir satın alma gücü transferi ile gerçekleştirilebileceği düşünülse de her iki
grubun satın alma gücünde değişiklik olmaksızın da ulusal gelir yoksullar lehine
değiştirilebilmektedir. Pigou (1962: 88-89)’ya göre, yoksulların tükettiği malların
20 Radomysler (1969: 90), Pigou’nun reçete formüle etmediğini, refahın nasıl artırılabileceğini dolayısıyla refahın nedenlerini araştırdığını düşünmektedir. O’na göre Pigou, Kaldor ve Hicks gibi kendisinden sonra katkı sunanların aksine “ne olmalı” sorusuna yanıt vermemekte, dolayısıyla normatif değil pozitif bir analiz yapmaktadır. Bu anlamda nesneldir.
23
teknolojisinde bir gelişme olurken, zenginlerin tükettiği mallarda olmaz ise bu satın
alma gücü transferinden çok daha eşitlikçi bölüşüm sonuçları üretebilmektedir.
Ekonomik refahın, ulusal gelirin büyüklüğü ve bunun toplum üyeleri arasında
bölüşümünden etkilendiğini belirten Pigou, Paretocu refah iktisadının bölüşüm
sorununu bir tarafa bırakan ya da kaynakların veri başlangıç dağılımına göre üretim
ve tüketimde optimumu sergileyen yapısına ters düşmektedir (Pigou, 1962:128,
Sönmez, 1987:56).
Ancak, Nath (1969) Pigou yaklaşımının analitik yapısının Paretocu
yaklaşımla örtüştüğünü düşünmektedir. Pigou’nun tanımladığı “ideal çıktı” (ideal
output) kavramı, bir tür Pareto optimum olarak algılanabilmektedir. Pigou faydanın
ölçülebilirliğine ve karşılaştırılabilirliğine ek olarak, sosyal politikanın amacının
refahı büyütmek olduğunu varsaymaktadır. Kaynak dağılımının etkin olduğu ve
gelirin doğru bölüşüldüğü noktada tek bir sosyal optimum tanımlamaya
çalışmaktadır. Ancak, Pigou’nun ideal dağılım ya da ideal çıktı kavramı genel Pareto
optimumu kavramına benzemektedir.
Pigou’ya göre herhangi bir kaynağın fiziksel ürününün parasal değeri, bütün
kullanım alanlarında aynı ise kaynak dağılımında ideal olana ulaşılmaktadır.
Analizinde parasal gelirin dağılımıyla ilgilenmeyen Pigou’nun ideal dağılım
kuralından Pareto optimumu için marjinal koşullar çıkarılabilmektedir. Pareto ve
Pigou yaklaşımlarının arasındaki en önemli farksa21 Pigou’nun dışsallıklara yaptığı
vurguda görülmektedir (Nath, 1969: 35-37).
Paretocu refah iktisadı, sıral fayda yaklaşımı ile birlikte, Pareto’yu22 temel
alarak faydanın ölçülemezliği ve bireyler arası fayda karşılaştırmalarının
imkansızlığını savunmuştur. Refah iktisadı, toplumun toplam ekonomik refahını
21 Pigou ile anılan eski refah iktisadı ile Pareto’yu takip eden Yeni Refah İktisadı’nın arasındaki en önemli fark, ilkinin bireyler arası karşılaştırmaların yapılabilirliğine ilişkin yaptığı varsayımda yatmaktadır. Samuelson, Paretocu yaklaşımın Pigoucu yaklaşımı içerebileceğini ancak tersinin söz konusu olamayacağını ifade etmiştir (Samuelson, 1958: 249) 22 Pareto’ya göre iki teori sınıfı vardır. Politik iktisadın takip ettiği ilk teori, bir bireyin farklı durumlara ilişkin duygularını karşılaştırmak ve bu durumlardan hangilerini seçeceğini belirlemekle ilgilenmektedir. İkinci teori sınıfı ise farklı bireyler arasında duygu karşılaştırmaları yapmaktadır. Bu inceleme tarzı sosyal bilimlerin en eksik yönlerinden biridir (Pareto, 1971: 105-106).
24
belirleyen koşullarla ilgilenmektedir. Geleneksel teoride, toplumun toplam refahı
toplumu oluşturan bireylerin refahının (faydasının) toplamı olarak kabul
edilmektedir. Toplam refahın ençoklaştırılması problemi farklı bireylerin fayda kayıp
ve kazançlarının karşılıklı ağırlıklandırılmasını içermekte, bireyler arası fayda
karşılaştırmalarına işaret etmektedir (Lange, 1969: 26). Geleneksel yaklaşımı
paylaşan Pigou’ya göre de farklı bireyler arasında fayda karşılaştırmaları yapılabilir.
Seçim testinin bireyler arası karşılaştırmalarda birey içi karşılaştırmalarda
kullanıldığı gibi kullanılamayacağını kabul eden Pigou, benzerlik, gözlem, ilişki
temelinde bireyler arası karşılaştırmaların yapılabileceğini ifade etmektedir (Pigou,
1962: 850). Kaldı ki Pigou’nun The Economics of Welfare kitabı bireylerarası fayda
karşılaştırmalarına ilişkin 1930’larda yapılan tartışmalara bir yanıt niteliğindedir.
(Mishan, 1960: 203).
Pigou’nun Azalan Marjinal Fayda İlkesi’ne dayanarak, zenginden fakire
yapılacak bir gelir transferinin toplam refahı artış yönünde etkileyeceğine ilişkin
fikirleri şu önermelere dayanmaktadır (Nath, 1975: 13-14): i) Bir bireyin gelirinden,
boş zamanından ve servetinden elde ettiği fayda sayal olarak ölçülebilir; ii) Farklı
bireylerin faydalarının ölçülmesinde kullanılan birimler aynıdır; iii) Bütün bireyler
benzer zevklere sahiptir ve parasal gelir eğrisinin marjinal faydası her birey için
aynıdır – tabii ki farklı parasal gelire sahip bireyler eğrinin farklı noktalarında
bulunmaktadır; iv) Toplumsal fayda ya da tüm toplumun faydası, bireysel faydaların
toplamıdır; v) Toplumsal faydanın artırılması arzu edilir.
2. L. Robbins’in İtirazı: Refah İktisadında Yaşanan Dönüşüm
Robbins, İktisadın Doğası ve Anlamı Üzerine Bir Deneme adlı 1932’de
yayınlanan çalışmasında Pigou’nun farklı bireylerin benzer zevklere sahip olduğu
varsayımına karşı çıkmaktadır. Robbins, bu varsayımın farklı bireylere sağlanacak ek
gelirin verdiği yarar ya da tatminin kıyaslanabileceği sonucunu doğurduğunu
düşünmekte ve bu tür kıyaslamaların bilimsel değil, ahlaki veya normatif olduklarını
ileri sürmektedir. Robbins’in Pigou ile çeliştiği temel nokta bireyler arası fayda
karşılaştırmalarının yapılıp yapılamayacağı konusunda düğümlenmektedir.
25
Robbins’den sonra refah iktisadı bireyler arası fayda karşılaştırmalarından vazgeçmiş
ve bu onun içerik açısından fakirleşmesine, alanının daralmasına yol açmıştır.23
Robbins sonrası refah iktisadında iki süreç gelişmiştir, bunlardan ilki
“...iktisat politikalarının değerlendirilmesinde tartışmasız bir yeterli ölçüt önermek
biçimini almıştır. İkincisi ise ‘etkinlik’, ‘optimallik’, ‘ideal üretim’ veya ‘optimal
genel denge noktası’ gibi eski terimlerin tozunu alıp, hafif cilalayarak, bunları değer
yargısından ‘az çok’ bağımsız önermeler şeklinde açıklamak olarak kendini
göstermiştir. Her iki süreç de ....ekonomik ve sosyal problemlerin incelenmesinde...”
zararlı etkilerde bulunmuştur (Nath, 1975: 18).
Paretocu refah iktisadı değer yargılarından kaçınmaya çalışmasına rağmen,
kaynak dağılımına ilişkin “optimum”, “iyi” gibi önermelerde bulunduğu için
tartışmalı değer yargıları üzerine oturmaktadır. Bireyi, “zevki, faydayı veya bir
nesnenin tercih edilebilirliğini tayin etmeye muktedir yegane yargıç” olarak ele alan
ve “birey kendi refahının en iyi hakemidir” şeklinde de ifade edilen ilk değer yargısı,
hareket noktası olarak bireyi alan metodolojik bireycilikten kaynaklanmaktadır.
Fakat refah iktisadı aslında toplum refahıyla ilgilendiği için, ek ahlaki yargılara
ihtiyaç duyulmaktadır. Pareto ilkesi, sosyal refaha bireysel yaklaşımla
biçimlenmektedir. Bu tür bir ele alış kendini bireysel fayda fonksiyonları üzerinden
tanımlanan sosyal refah fonksiyonunda göstermektedir. Dolayısıyla ikinci değer
yargısına göre, toplum refahı devlet ya da toplumdan ziyade kendini oluşturan
bireylerin refahına bağlıdır. Bu ifadenin matematiksel karşılığı Bergson’ın sosyal
refah fonksiyonlarıdır. Paretocu yaklaşımın üçüncü değer yargısı, bireysel refahı
etkileyen iktisadi olmayan nedenlerin göz ardı edilmesidir. Geleneksel Paretocu
refah iktisadında dışsallıkların olmadığı varsayılır. Bireysel refah sadece bireyin
refahına, servetine, boş zamanına, diğer bir deyişle piyasada alınıp satılan mal ve
hizmetlere bağlıdır. Son değer yargısı ise en azından tek bir kişinin refahı (ya da
gerçek geliri) artıyor, başka kimsenin geliri azalmıyorsa toplum refahı artacaktır,
şeklindeki Pareto iyileşme tanımıdır.24
23 bkz. (İnsel, 2000: 13; Lange, 1969: 26; Nath, 1975: 14). 24 Bu konuda ayrıntılı bilgi için, bkz., (Hunt,1980: 239; Nath, 1975: 18; Nath, 1969: 8-9; Mishan, 1960: 199; Peacock ve Rowley, 1972: 478; Sönmez, 1987: 54)
26
Nath (1975: 19-20), Paretocu refah iktisatçılarının bu yargıların büyük ölçüde
kabul edilebilir ve dolayısıyla tartışmasız olduğunu iddia ettiklerine dikkat
çekmektedir. Bu temeller üzerinde (ve dışsallıkların önemsizliği, bireysel refahın
sadece “ekonomik” değişkenlere bağlı olduğu varsayımlarıyla) politika
değerlendirmeleri için belli “optimalite” teoremleri ve yeterlilik ölçütleri formüle
edilmiştir. Ancak, şartlar ve yeterlilik ölçütleri ile dolu optimalite teoremleri her
zaman tutarlı önermeler vermemektedir. Nath, bu sürecin yazın içinde şu türden
itirazlara neden olduğunu vurgulamaktadır:
Birincisi, söz konusu ahlaki yargıların her birinin her toplumda mevcut olan
alternatif değer yargılarından gerçekten daha kabul edilebilir olup olmadığı
belirlenemez. İkincisi, a priori25 refah iktisadının ‘daha çok ya da az nesnel normatif
önermelerinin genellikle olgulara uygulanabileceği varsayılır. Ancak aynı ahlaki
yargıların farklı toplumlarda “eşit ölçüde kabul edilebilir” olup olmadığı şüphelidir.
Üçüncüsü, iktisadın normatif bölümü olarak görülen refah iktisadının alanının bu
şekilde büyük ölçüde kabul edilebilir ahlaki yargıları takip ederek daraltılması var
olan iktisadi koşullar ve kurumların lehine bir eğilim oluşmasına neden olmuştur.
O’na göre, değer yargıları konusunda Paretocu pozisyon Pigou’nun pozisyonuna
göre bir ilerleme sağlamamıştır.
Robbins’in eleştirileriyle birlikte, iktisatçılar bilimsel olma kaygısıyla, refah
iktisadından uzaklaşmışlardır. Refah iktisadına olan ilginin artmasıysa 1929
bunalımına mevcut iktisat teorisinin yanıt verememesi ve Keynes’in Genel
Teorisi’nin etkisi ile yaşanmıştır (Scitovsky, 1951: 305). Bu ilginin sonucunda yazın
içerisinde iki okul ortaya çıkmıştır. Okullardan birincisi Kaldor, Hicks ve
Hotelling’le anılan yeni refah iktisadı iken, ikincisi Bergson ve Samuelson’un Sosyal
Refah Fonksiyonu yaklaşımıdır.
Yeni refah iktisadı ismine rağmen çok az yenilik içermektedir (Scitovsky
1951: 307). Pareto’nun farklı insanların doyumlarının birbirlerinden bağımsızlığı ve
dışsallıkların yokluğunu kabul eden basitleştirici varsayımlarına dayanan yeni refah
iktisadı, bu varsayımlar aracılığıyla optimum refah koşullarını etkinlik ve eşitlik
27
başlıkları altında birbirinden tecrit edebilmiş ve ayrı ayrı ele alabilmiştir. Pareto’ya
ait olduğu bilinen bu araç tam olarak Oscar Lange tarafından geliştirilmiş ve açık
olarak ifade edilmiştir.
Lange (1969), iktisat politikaları ve bu politikaları uygulayan kurumlardaki
bütün değişmelerin gerçekten hem iktisadi sistemin etkinliğini hem de refahın
dağılımını etkileyeceği için, büyük iktisadi değişmelerin hem etkinlik hem eşitlik
standartları ile yargılanması gerektiğini düşünmektedir. Yeni refah iktisadı ise
iktisatçının sadece etkinlik temelinde politika önerileri yapması gerektiğine
inanmaktadır.
Kaldor ve Hicks tarafından geliştirilen hipotetik “tazmin ölçütü” yaklaşımı da
refah iktisadının etkinlik sorununa eğilmesi gerektiğini vurgulamaktadır. Kaldor
iktisadi politikayı etkileyen her kararın iki parçadan oluştuğunu düşünür: ekonomik
karar ve politik karar. Ekonomik karar, değişimin yapılıp yapılamayacağına yönelik
verilir. Politik kararsa uygulamaya konulan herhangi bir politika sonucunda
toplumun bazı kesimleri kayıplar yaşaması durumunda, bu kayıpların tazmin edilip
edilemeyeceğine karar verir. Kaldor, iktisatçıların ekonomik karar üzerinde
durmaları ve önerilerini sadece etkinlik düşüncesi üzerinden yapmaları gerektiğini
savunmaktadır. Çünkü iktisatçı, sorunun bölüşümle ilgili alanlarında politikacılara
bağımlıdır. Yani Kaldor, politik temsilcilerin dağılım problemi konusunda tam olarak
bilinçli olduklarını ve eşit gelir dağılımını sürdürme sorumluluğunu tam olarak
üzerlerine aldıklarını düşünmektedir. Bu özelliklere sahip politikacıların yaşadığı bir
toplumda iktisatçı sadece etkinlik önermeleri yapabilir. Çünkü iktisatçı, önerdiği
politikaların sonucu olarak gelir dağılımında toplumun onaylamayacağı bir değişim
yaşandığında, bu durumun telafi sistemi aracılığıyla düzeltileceğine güvenebilir.
Yani iktisatçı politikacılar bölüşüm problemiyle ilgilenme konusunda istekli olduğu
zaman bu problemi alanı dışında tutma hakkına sahiptir (Kaldor, 1939: 550,
Scitovsky, 1951: 309).
Bergson ve Samuelson tarafından geliştirilen sosyal refah fonksiyonları da
25 Nath, a priori refah iktisadı derken, Yeni Refah İktisadı olarak bilinen, Paretocu refah iktisadını kastetmektedir. bkz. (Nath, 1969)
28
bölüşüm sorununu refah iktisadının dışında bırakma ve onu etkinlik sorunuyla
sınırlama isteğine yardımcı olmuştur. Tanımlanan fonksiyon bireysel fayda
fonksiyonlarından yola çıkılarak tanımlanmaktadır. Fonksiyonun ençoklaştırılması
toplumsal refahın ençoklaştırılmasını getirmektedir. Scitovsky, (1951: 311-314)
sosyal refah fonksiyonlarının “refahın arzu edilir dağılımı nedir?” sorusunu gereksiz
hale getirdiğine yani refah iktisadının sanki temel problemini çözmüş gibi
göründüğüne dikkat çekmektedir. Sosyal refah fonksiyonunu ençoklaştıran koşulları
bulmanın tüm sorunları çözeceği düşüncesinin onu oluşturma problemiyle ortadan
kalktığını dile getiren Scitovsky, sorunun sosyal refah fonksiyonunun şeklini
belirleme ve onun bireysel refaha tam bağlılığından kaynaklandığını belirtmektedir.
Scitovsky, ilk bakışta bu fonksiyon aracılığıyla iktisatçının değer yargısından
kurtulduğunun ancak, fonksiyonun alacağı şekli belirlemenin, (bireylere eşit ağırlık
verilip verilmeyeceği sorusu dolayısıyla) hala bir değer yargısı içerdiğinin altını
çizmektedir.
Paretocu yaklaşımın teorik refah iktisadındaki hakimiyeti çok güçlüdür.
Sovyetler ve Doğu Bloku’ndaki sosyalist planlama deneyimleri, toplumun refahını
sağlamak için hangi ekonomik sistemin daha etkin olduğu sorusunun ortaya
atılmasına neden olmuştur. Bu soruya yanıt bulmak amacıyla da Paretocu refah
iktisadının analiz araçları kullanılmıştır. Paretocu yaklaşımın etkinlik temelli
analizleri, planlamayı savunan, piyasanın kendiliğindenliğinin kontrol edilmesi
gerektiğini düşünen iktisatçılarca da kullanılmıştır. A. P. Lerner’in The Economics of
Control (1944) adlı çalışması bu anlamda önemlidir.
Lerner, adı geçen çalışmasında refahı ençoklaştırmayı sağlayan en önemli
aracın, marjinal maliyetlerle fiyatların eşitlik koşulu olduğunu vurgulamaktadır.
Üretimde optimumun bu şartının kontrol edilen, kolektivist bir ekonomide kolayca
yerine getirilebileceğini düşünen Lerner, tam rekabeti de hem özel mülkiyet hem de
kamu mülkiyeti temelli bir ekonomi için sağlanması gerekli önemli bir koşul olarak
görmektedir (Radomysler, 1969: 81-83).
K. Arrow (1950) ise, ikiden çok alternatif arasında seçim yapmak durumunda
kalındığında, bireysel tercihleri doğru temsil edebilen ve aynı zamanda tutarlı bir
sosyal sıralama verecek şekilde sosyal refah fonksiyonunun oluşturulamayacağını
29
iddia etmiştir. Arrow, bireysel tercihlerden toplumsal tercihlere geçilemeyeceğini
ortaya koyarak, Paretocu değer yargılarıyla (özellikle birey egemenliğine yapılan
vurguyla) uyumlu sosyal refah fonksiyonlarının, politik iradenin belirlediği
toplumsal amaca uygun olarak tanımlandığında işlevsel olabileceğini göstermiştir
(Nath, 1969).
D. Birinci Bölümün Genel Değerlendirmesi
Faydacı felsefenin temel ilkesi ve birey kavramlaştırması, sadece klasik refah
iktisadını değil, izleyen bölümde inceleyeceğimiz yeni refah iktisadını ve bir bütün
olarak neoklasik iktisat geleneğini etkilemiştir. Bu açıdan faydacılığın refah iktisadı
üzerindeki etkisini Pigoucu klasik refah teorisi ile sınırlamak hata olacaktır.
Faydacı felsefenin birey tanımını betimleyen kişisel çıkar güdüsü ve çıkar
uyumuna göre kendiliğinden işleyen düzen fikri, Smith tarafından doğal yasa
felsefesi unsurlarıyla temellendirilmiş bir sistem içine oturtulmuştur. Faydacı
felsefenin tanımladığı insan da “doğası gereği” zevklerini ençoklaştırmaya, acılarını
minimize etmeye çalışan bir varlıktır. Doğal olana yapılan bu vurgu faydacılığın
temelindeki çağrışımcı psikolojiden kaynaklanmaktadır (Buğra, 2001:136-139).
Kökenleri eski Yunan düşüncesi ile, Hobbes, Locke ve Hume gibi İngiliz klasik
geleneğine dayanan çağrışımcı felsefe 18. yüzyılda Hartkey tarafından
sistemleştirilmiştir. Çağrışımcı felsefe 19. yüzyılda Bentham, Mill tarafından
geliştirilerek, kullanılmıştır. Bu yaklaşıma göre, insan bilgisi, duyularla algılanan
deneyimlere dayanmaktadır. İnsanın karşılaştığı her yeni durum, eski deneyimleri ve
eski deneyimlerden kaynaklanan fikirleri çağrıştırır, bu çağrışımlar yardımıyla
değerlendirilir. Dolayısıyla, insanların belli durumlarda nasıl davranacakları da bu
çağrışımlar kanalıyla belirlenir. Yani alışkanlık, gelenek, ahlaki kurallar gibi öğeler,
insan davranışlarının açıklayıcı unsurları olmaktan çıkmaktadır. Bu tür bir ele alış
faydacılığın ve neoklasik refah iktisadının toplumdan önce gelen, “yalıtılmış” birey
varsayımını desteklemektedir.
Buğra (2001), faydacı felsefenin, iktisadın temelindeki değer yargılarının
bilimsel bir görünüm altında sunulabilmesine imkan tanıdığı için son derece çekici
olduğunu vurgulamaktadır. Faydacılara göre, davranışların yol açtığı tepkiler, ahlaklı
30
davranışların zevk, ahlaksız davranışların ise acı vermesi sonucunu doğurmaktadır.
Zevk ve acı deneyimlerinin insanları ahlaklı davranmaya ittiğine inanılmaktadır.
Böylece ahlak, toplumsal alanın dışına taşınmış, bireysel duyu deneyimlerine
indirgenmiştir. Buğra, ekonomik davranışlara faydacı felsefeden yola çıkarak
yaklaşan iktisatçıların da toplumsal ahlak kurallarından bağımsız bir ekonomi
alanından söz edebildiklerini ve bunun gerektirdiği yöntemsel bireyciliği
uygulayabilecek duruma geldiklerini vurgulamaktadır. İktisat bir seçim kuramı
haline gelirken, faydacı felsefeyle bağlarını inkar etmiş ancak insan davranışlarını
açıklayan toplumsal unsurları aynı ölçüde dışlayan başka bir yapı kurmuştur. Buğra
tespitlerini şöyle sürdürmektedir:
Siyasal iktisat insanı, psikolojik özelliklerinden ötürü daha çok zenginliği daha
azına tercih eden bir varlık olarak tanımlıyordu. Faydacı kuram çerçevesinde,
toplum düzeyinde buna tekabül eden görüş, toplumsal amacın “daha çok sayıda
insana daha çok mutluluk sağlamak” olarak belirlendiğiydi. Herkesin sahip
olduğu zenginliğin, mutluluk araçlarının artmasıyla hem bireysel hem de
toplumsal düzeyde insan amaçlarının gerçekleşeceği söylenebilir. Ama böyle
bir yaklaşım, zenginlik artışını insani ve toplumsal tek amaç olarak ele almak
durumundadır. Örneğin eşitliğin toplumsal bir amaç olarak ortaya çıktığı her
durumda, faydacı önermeyle faydacı ilke arasındaki uyum kaybolur (Buğra,
2001:142).
Pigou, kendini ekonomik refahla sınırlamış ve faydacı felsefenin sayal fayda
geleneğini sürdürerek faydaların ölçülebilir ve karşılaştırılabilir olduğunu kabul
etmiştir. Pigou ulusal gelirin ençoklaştırılmasını amaç edinmiş ancak bunun yanında
bireylerin eşit zevklere sahip olduğu varsayımına dayanarak, eşitlikçi bir gelir
dağılımına da vurgu yapmıştır. Pigou, ekonomik refahla kendini sınırlayarak, ilerde
yakından inceleneceği gibi Pareto’nun ekonomik alanın bilgisini diğer alanların
bilgisinden yalıtarak inceleme yöntemini de benimsemiştir. Bu anlamda neoklasik
geleneği takip etmiştir.
31
İkinci Bölüm: YENİ REFAH İKTİSADI
Paretocu refah teorisi, Pareto optimumu olarak nitelendirilen sosyal refahın
ençok olduğu noktaya ulaşmayı sağlayan fiyat sistemini oluşturan koşulların ne
olduğunu ve adem-i merkeziyetçi kararlara dayalı fiyat mekanizmasının söz konusu
optimumu gerçekleştirebilmesi için hangi ek varsayımlara ihtiyaç olduğunu ortaya
koymaktadır. Bir başka deyişle bu teori, bazı koşullar altında rekabetçi piyasa
dengesinin Pareto optimum olduğuna işaret etmektedir. Yani dengeye ulaşıldığında
herhangi bir bireyin refahındaki artışın en az bir diğerinin refahı azalmaksızın
olanaksızdır (Sönmez, 1987: 52). Pareto, açıkça bir durumun ne zaman diğerinden
daha iyi olabileceğini söylememiştir. Pareto sadece bir bireyin durumunu
“kötüleştirmeden” diğerininkini “iyileştirme”nin imkansız olduğu noktada, yerine
getirilmesi zorunlu olan gerekli koşulları sıralamıştır (Little, 1957: 84).
Yeni Refah İktisadı’nın kavramsal çerçevesi, genel anlamda, herhangi bir
kimsenin faydasının başka bir kimsenin faydası azaltılmaksızın artırılmasının
imkansız olduğu bir durum olarak tanımlanan Pareto Optimum ve en azından bir
kişinin faydasını artıran ve kimsenin faydasında azalma meydana getirmeyen bir
değişme olarak tanımlanan Pareto İyileşme (refah artırıcı değişme) kavramları
üzerine temellenmektedir.26 Pareto’yu takip ederek, toplum refahını ençoklaştıran
iktisadi optimuma nasıl ve hangi şartlar altında ulaşılacağını konu edinen refah
iktisadı, Kaldor ve Hicks tarafından geliştirilen telafi testleri, Bergson ve
Samuelson’un sosyal refah fonksiyonları yaklaşımları ve sosyal seçim teorisi ile
Paretocu refah iktisadının konu alanını genişletmiştir.
Yeni refah iktisadı, rekabetçi piyasaların etkin kaynak dağıtım koşullarını
ortaya koyan Pareto’yu temel alarak, piyasa etkinliği ile refah arasında doğrudan
bağlantı kurmaktadır. Bu nedenle, tanımlanan iktisadi optimumlar toplumun refahını
ençoklaştıran kaynak dağılımları olarak görülmekte ve toplum açısından sorun çok
26Pareto, toplumun üyelerinin faydasını ençoklaştıran (maximum ophelimity) konumu şöyle tanımlamaktadır: Bu konumdan en küçük bir ayrılma belli bireylerin faydasını (ophelimity) artırırken, belli bireylerin faydasını da azaltmak zorundadır ( Pareto, 1971: 261). Pareto optimum ve Pareto iyileşme kavramları için bkz. (Bengül, 1963: 46; Bulutay, 1979: 96-97; Little, 1965: 84; Ng, 1979: 30; Price, 1977: 7; Sönmez, 1987: 52).
32
sayıdaki optimum nokta arasından birini seçmek olarak ortaya konulmaktadır.
Neoklasik Paretocu refah iktisadı, rekabetçi piyasaların sağladığı çok sayıdaki Pareto
optimum nokta arasından yapılacak seçim konusunda temel bir ölçüt sunmamakta,
seçim sorununa “sosyal seçim teorisi” çerçevesinde yanıt aramaktadır. Refah iktisadı
bireysel tercihler üzerine temellenirken, sosyal seçim teorisi, sosyal tercihler
üzerinde kurgulanmakta ve piyasa mekanizmasının seçim ölçütüne alternatif olarak
politik süreçleri işaret etmektedir. Bu açıdan değerlendirildiğinde refah iktisadının
piyasa mekanizmasıyla sosyal seçim teorisinin ise oylama mekanizmasıyla
ilgilendiğini söylemek mümkündür (Feldman, 1980: 1-8).
Bu bölümde, piyasa mekanizmasının bireysel ve toplumsal refahı
sağlamadaki rolü refah teorisi çerçevesinde incelenmeye çalışılmaktadır. Mikro
temelli yeni refah iktisadı, rekabetçi piyasanın refah sonuçları üretmesi için gerekli
koşulları teorik olarak ortaya koymuştur. Bu nedenle, sosyal seçim teorisi, bireysel
refahlardan sosyal refaha ulaşmak için ortaya atılan sosyal refah fonksiyonu
yaklaşımına Kenneth Arrow’un getirdiği eleştiriler ve bu eleştirilere yazında verilen
yanıtlarla sınırlı olarak ele alınmış, politik süreçlerin dahil edildiği analizler
çalışmanın kapsamı dışında tutulmuştur.
Yeni refah iktisadının temel teoremlerinin incelendiği bu bölümde, öncelikle
teoremlerin merkezinde yer alan Pareto’nun yöntemi ve yaklaşımı yakından ele
alınacak ve tam rekabetçi bir piyasada Pareto optimumunun gerçekleşmesi için
gerekli koşullar ortaya konulacaktır. Son bölümde ise piyasa merkezli refah
tanımlamasına eleştirel yaklaşan iktisatçılardan Amartya Kumar Sen’in refah
iktisadına yaptığı katkılar ortaya konulmaya çalışılacaktır.
A. Refah İktisadının Temel Teorileri
1. Temel Refah Teoremleri
Paretocu refah teorisi, özel girişimci piyasa ekonomilerinin refah
karakteristiklerine ilişkin aşağıdaki üç önermeyi sunmaktadır (Hahnel ve Albert, age:
Bölüm 6: 4): i) Her rekabetçi, özel girişimci piyasa ekonomisinde en az bir genel
denge vardır; ii) Her rekabetçi, özel girişimci piyasa ekonomisinde kurulan genel
33
denge Pareto optimaldir; iii) Herhangi bir Pareto optimal sonuca, uygun başlangıç
donanımı sağlandığında, tam rekabetçi özel girişimci piyasa ekonomisi dengesinin
varlığı ile ulaşılabilir.
Sen (1993) piyasa mekanizmasının modern iktisattaki kurumsal
değerlendirmesinin büyük ölçüde “refah iktisadının temel teoremi”ne dayandığına
işaret etmektedir. Teorem, yukarıdaki önermelerden de anlaşılacağı gibi sadece tam
rekabetçi piyasaları analiz etmekte, dengesizlik durumunu dışarıda bırakarak,
dengeye ulaşıldığında beklenebilecek sonuçlara yoğunlaşmaktadır.
Refah iktisadının temel teoremi iki bölümden oluşmaktadır. Sen’in
“doğrudan teorem” adını verdiği ilk teoreme göre (Refah İktisadı’nın Birinci Temel
Teoremi), belli tanımlanmış koşullar altında (dışsallıkların, yani piyasa dışı
karşılıklı bağımlılıkların yokluğu altında) her rekabetçi piyasa dengesi ‘Pareto
etkin’ (ya da Pareto optimal)’dir. Yani, rekabetçi piyasa mekanizması kaynakları
optimal dağıtmakta, maksimum doyuma yol açmaktadır.
Etkin kaynak dağıtımı fiyat mekanizması aracılığıyla sağlanmaktadır. Fiyat
mekanizması, ekonomiyi toplumsal olarak optimum noktaya taşımak için, kendi
özel çıkarını ençoklaştırma güdüsüyle hareket eden bireylere ihtiyaç duymaktadır.
Rekabetin görünmez eli, bu özel çıkarları toplum refahına dönüştürmektedir.
Bireyler fiyatları görmekte ve davranışlarını özel kâr ya da refahlarını
ençoklaştırma amacına uygun olarak piyasada oluşan fiyatlara göre
belirlemektedirler. Yüksek fiyatlar insanları gereksiz kaynak kullanımından
uzaklaştırırken, düşük fiyatlar bireyleri etkin üretim ve tüketime yönlendirmektedir.
Fiyatların verdiği işaretlere göre, ihtiyaç ya da istekler ekonomik yöntemlerle
karşılanmaktadır. Sistem otomatik olarak çalışmaktadır. Arz talebi aşıyorsa fiyat
düşmekte, tersi durumda ise yükselmektedir. Rekabet bireyleri dolayısıyla piyasayı
doğru yönlendirmekte, kaynaklar (üretilen mallar) etkin dağıtılmakta ve fiyat
mekanizması dışında herhangi bir güce gerek kalmamaktadır (Feldman, 1980: 47).
Marshall ve Wicksell, dengenin çok sayıda olması nedeniyle tam rekabetin
maksimum doyuma yol açacağını ifade eden temel teoreme itiraz etmektedirler.
Samuelson (1958: 206) ise bu iki ismin itirazına, her istikrarlı dengenin maksimum
34
maksimorum olmasa bile, komşu olduğu diğer denge noktalarına göre maksimum
olabileceğine dikkat çekerek yanıt vermektedir. Marshall ve Wicksell, zenginliğin
var olan dağılımı veri iken, rekabet altında kişisel gelir dağılımında büyük
eşitsizliklerin ortaya çıkabileceğine dikkat çekmektedirler. Öyle ki bireyler
birbirlerinden çok farklı olmasalar da, gelirin marjinal faydası her birey için eşit
olmayacaktır. Bu koşullarda yazarlar, tam rekabet durumunda zenginden fakire
yapılacak gelir transferi şeklindeki bir müdahalenin yararlı olduğuna
inanmaktadırlar. Marshall ve Wicksell tam rekabet altında yapılan mübadelenin
optimal olması için, gelir dağılımının da optimal olması gerektiğini
düşünmektedirler.
Wicksell, gelir dağılımı adil olmadığında tam rekabetin optimal sonucu
doğuramayacağını göstermiştir. Bu aynı zamanda gelirin adil dağıtıldığı zaman tam
rekabetçi piyasanın etkin kaynak tahsisini yaparak optimal noktaya ulaşabileceği
anlamına gelmektedir. Ayrıca Wicksell, gelirin eşit dağılmaması durumunda eksik
rekabet koşullarının yaratılmasının bölüşümü adil hale getirebileceğini ileri
sürmüştür. Fakat, tam rekabet üretimi ençoklaştırmak için gerekli koşul olduğu için,
eksik rekabet durumu iyileştirmenin yine de en iyi yolu değildir (Samuelson, 1958:
206-207).
Marshall ve Wicksell’in itirazı ikinci refah teoremine gönderme yapmaktadır.
Sen (1993) Refah İktisadı’nın ikinci temel teoremini27 “ters torem” olarak
adlandırmaktadır. Dışsallıkların ve ölçek ekonomilerinin yokluğu varsayımları
altında her Pareto etkin sonuç bazı fiyat setlerinde ve kaynakların başlangıç
dağılımına göre rekabetçi denge üretmektedir. Yani, tanımladığımız her Pareto etkin
durum, kaynakların başlangıç dağılımı uygun seçilerek, bu durumu üreten rekabetçi
bir dengeye sahip olabilir. Sen, bu ikinci önermenin, piyasa mekanizmasının lehine
bir argüman olarak kullanıldığını ve yeni refah iktisadının merkezi önermesi
olduğunu belirtmektedir. “Ters teorem”, toplumsal optimal için Pareto etkinliğin
27 İkinci Temel Teorem, genelde şu şekilde ifade edilmektedir: politik irade, zenginlik ya da gelirleri peşin olarak götürü usülle (lump-sum) yeniden dağıttığı takdirde; değerler, tercihler ve teknoloji ile ilgili varsayımlar altında, her etkin kaynak dağılımı rekabetçi piyasa dengesi üretecektir. Götürü usülle yapılan transferler serbest piyasanın teşviklerini yani nisbi fiyat yapısını etkilememesi nedeniyle önerilmektedir. Ayrıca bu transferlerin nisbi fiyat yapısını bozmaması için maliyetsiz olması zorunludur (Dasgupta, 2000: 113-114; Snower, 1993).
35
gerekliliğine vurgu yapmaktadır. Sonuçcu refah kuramı veriyken kaynak tahsisinde
gerçekleşen bir değişme herkesi daha yüksek fayda düzeyine taşıyorsa, bu
değişmenin yapılması gerekliliğini öne sürmek kolaylaşmaktadır. Sen’e göre sonuçcu
refah kuramı ve kaynakların gereksinilen başlangıç dağılımı veri iken, sosyal
optimum nasıl tanımlanırsa tanımlansın (Pareto etkin noktalardan biri olarak),
rekabetçi piyasa dengesi aracılığıyla toplumsal optimuma ulaşılabilmekte ve piyasa
mekanizmasına müdahaleye gerek kalmamaktadır (Sen, 1993: 521; Sen, 2000: 101).
İkinci teorem yeni refah iktisadının gelir dağılımını veri alarak bölüşüm sorununu
inceleme gereğini ortadan kaldırdığını göstermektedir. Nath Paretocu refah iktisadını
şu sözlerle değerlendirmektedir: Refah iktisadı, özellikle günümüzdeki Paretocu
kimliğiyle, gerçekçi olmayan bir genel denge yaklaşımının ve piyasa düzenine aşırı
itibar eden bir tutumun son sığınağı haline gelmiştir (Nath, 1975: 65).
2. Vilfredo Pareto: Fayda ya da Ophelimity
Leon Walras ve Vilfredo Pareto’nun ismiyle anılan Lozan Okulu, piyasa
mekanizmasının hangi koşullar altında bireysel ve toplumsal refahı artıracağını statik
genel denge analizi ile ortaya koymuştur. Pareto, Walras’ın oluşturduğu genel denge
sistemini yeniden ele almıştır. Bu anlamda onun takipçisi olarak kabul edilmektedir
(Sönmez, 1987: 49-50)28. Bu genel kabule karşın, Marchionatti ve Gambino (1997),
Schumpeter’in Pareto’nun çalışmasının köklerinin Walras’ın sisteminde
bulunduğuna ilişkin görüşünün Pareto’nun yanlış okunmasına neden olduğunu öne
sürmektedirler. Yazarlara göre, 1892-1900 yılları arasında Pareto aslında yöntemsel
olarak Walras’dan bütünüyle farklı bir ekonomi bilimi oluşturmuştur29. Bunun
28 Walras genel denge teorisinin amacını genel dengenin olduğunu göstermek ve dengenin optimalite özelliklerini sergilemek olarak koymuştur. Genel dengeye nasıl ulaşılacağı, yani, dengenin istikrarı ve tekliğinin nasıl sağlanacağı üzerinde duran Walras, talep, teknoloji ve kaynaklar değişirken dengenin nasıl değişeceğini araştırmıştır. Birbirinden bağımsız çok sayıdaki denklem ve değişkenin eşit olması gerektiğine dikkat çekmiştir. Sigorta edilen risk istisnası dışında belirlilik koşullarında Walras’ın rekabetçi denge için ileri sürdüğü optimalite denge fiyat sistemi altında bireysel fayda ençoklaştırılmasından öteye gitmemektedir. Ancak Pareto, malların ve hizmetlerin rekabetçi denge altında dağılımının sosyal tanımını vermiştir. Pareto bazı tüketicilerin durumunu kötüleştirmeden başkalarının durumunun düzeltilemeyeceği durumu optimal olarak tanımlamıştır. Bu tanım örtük olsa da Walras’da da bulunmaktadır. Pareto’nun Walras’ın örtük tanımını geliştirdiği düşünülmektedir. Walras’ın genel denge analizi ve O’nun ardından genel denge analizinde yaşanan gelişmeler için bkz. (McKenzie, 1989). Walras’ın yaklaşımı için ayrıca bkz. (Bulutay, 1979; Sönmez, 1987: 50-51) 29 Pareto ve Walras’ın arasındaki yöntemsel farklar için ayrıca bkz. (Clerc, 1942). Clerc, Walras’ın gerçeklerin incelenmesi sonucu oluşturulan yasaları gerçeklere öncelikli görürken, Pareto’nun gerçekleri yasalara öncelikli gördüğü tespitinde bulunmaktadır. Bu açıdan değerlendirildiğinde Pareto
36
yanında Pareto Walras’dan olguların karşılıklı bağımlılığını fark etmesi ve
gerçekliğin tamamının saf bilimle açıklanamayacağını anlaması ile ayrılmaktadır.
Pareto bu algılayışı nedeniyle iktisadı sosyolojiyle birleştirmiştir (Clerc, 1942: 588).
Pareto’nun yöntemsel katkılarının politik ekonominin bir bilim olabilmesi için
şartları tanımlama girişimi olduğunu belirten Marchionatti ve Gambino, Pareto’nun
ekonomik teorilerin teorik öncüllerini incelediğini ve tam öngörü (perfect foresight)
ve akılcılık varsayımlarını sorguladığını ifade etmektedirler.
Pareto, Walras’ın hukuki ilkelerden metafizik sonuçlar çıkarılabileceğine
inandığını düşünmekte ve kendisini bu noktada Walras’dan ayırarak, deneysel
yöntemin (experimental method) üstünlüğünü öne çıkarmaktadır. Pareto’ya göre
“gerçeklere dayanmayan ispatların değeri yoktur” (Marchionatti ve Gambino, 1997:
1322).
Pareto genelde iktisat teorisinin özelde de refah iktisadının temelini oluşturan
Pareto optimumu kavramını Manual of Political Economy30 adlı çalışmasında ortaya
koymuştur. Pareto, Smith ve Mill31’in çalışma yöntemini kabul etmemektedir.
Pareto, Manual’de çalışmasının reçeteler içermediğini, doğrudan pratik yararlar elde
etme, reçete sunma, insanlığın ya da onun bir parçasının yararını ya da mutluluğunu
araştırma gibi çabalara girmeksizin olguların yasalarını (unity-law) bulmaya
nominalist, Walras ise bir realisttir. Walras, mükemmel ve mutlak olanı aramakta, matematiğin iktisadın mükemmeliyetini sağladığına inanmaktadır. Buna karşılık Pareto sadece matematiği değil tarih, mantık, tümdengelimci ve tümevarımcı yöntemleri de kullanmıştır (Clerc, 1942: 584-594). 30 Pareto’nun bu eseri bundan sonra Manual olarak geçecektir. 31 Pareto, politik iktisat ve sosyolojinin üç amacı olduğunu belirtir: Birinci tür çalışma, özel bireyler ve kamu otoritelerinin ekonomik ve sosyal faaliyetlerinde yararlı olabilecek reçeteler içerir. İkinci çalışmada amaç yararlılıktır. Bilim insanı insanlığın mutluluğunu artırmak için olguları araştırır. Üçüncüde ise yazar sadece olguların sunduğu aynılıkları (uniformity) yani yasaları araştırır, doğrudan pratik yarar düşünmeksizin, mutluluk, yarar ya da insanlığın refahını (well-being) ya da onun bir parçasını araştırmaksızın bunu yapar. Amaç tamamen bilimseldir; kişi bilmek ve anlamak ister, daha fazlasını değil. (Pareto, 1971: 2) Pareto üçüncü yöntemi benimsemiştir. Adam Smith’in, “Devlet adamı ve yasa koyucuların bilimlerinin bir branşı olarak düşünülen politik ekonomi iki birbirinden farklı amaç öne sürer: İlki insanlar için bol bir gelir ya da geçim ya da daha uygun söylemek gerekirse insanları bu bol gelir ya da geçimi elde etmeye uygun hale getirmek; ikinci olarak devlet ya da ulusa (commonwealth) kamu hizmetleri için yeterli gelir arz etmektir.” sözlerini alıntılayan Pareto, Smith’in sözlerinden birinci tarza uyan bir yaklaşım çıktığını ancak genelde, üçüncü yöntemi benimsediğini kaydeder. “İktisatçılar misyonlarının zenginliğin doğasını ve üretim ve dağıtımın yasalarını araştırmak ya da öğretmek olduğunu düşünürler” diyerek iktisadın amacına ilişkin görüşlerini sergileyen Mill’i ise eleştirir. Çünkü Mill, politik iktisadın temel amacını yasalar bulmak olduğunu ifade etse de Pareto’ya göre Mill genelde ikinci yöntemi uygulamakta ve fakirlerin yanında yer almaktadır. Pareto’nun Mill’e ilişkin fikirleri, refah iktisadının iktisatçının bilimsel olabilmesi için
37
çalıştığını belirtmektedir. Kimseyi ikna etmeye çalışmadığını vurgulayan Pareto,
amacının sadece bilimsel olduğunu; bilme, anlama isteğinden kaynaklandığını
kaydetmektedir (Pareto, 1971: 2). Bu açıdan Pareto’nun yaklaşımı, yeni refah
iktisadının “normatif olmamak için yargılarda bulunmamak” gerektiği şeklindeki
konumlanışına temel oluşturmaktadır.
Bilimsel yasaların nesnel bir varlığa sahip olmadığını tespit eden Pareto,
olguların bir bütün olarak ele alınamayacağı için ayrı ayrı ele alınması gerektiğini
düşünmektedir. Pareto’nun, bilimsel bilgiye ulaşmak için gerekli gördüğü bu ayrım,
toplumsal bir bilim olarak iktisadın, toplumun sadece ekonomi alanıyla ilgilenmesine
ve diğer alanları analizinin dışında tutmasına da kaynaklık etmiştir. Ancak Pareto,
ekonomi ile diğer sosyal alanlar arasındaki ilişkinin farkındadır ve bu yüzden doğru
bilgiye ulaşmak için tüm alanların bilgisinin bir sentez içinde birleştirilmesi
gerektiğine inanmaktadır (Pareto, 1971: 5).
Pareto, bütün sosyal alanların bilgisinin birleştirilerek yapılan senteze
“sosyoloji” adını vermiştir. O’na göre, iktisatçılar politik teori hakkında fikir beyan
etmeden önce ya iktisadi olmayan olguları içerecek şekilde araştırmalarının alanını
genişletmelidirler ya da iktisadi teoriyi diğer sosyal bilimlerin teorilerine
eklemelidirler (Tarascio, 1969: 3-4). Pareto bu önermesine rağmen, sadece iktisadi
alanı temel alan çalışmalar yapmasının nedeni olarak soyutlamaya duyduğu ihtiyacı
göstermektedir. Sadece gözlemlerden yararlanabilen bilimlerin soyutlama yolu ile
belli olguları diğerlerinden ayırdığını, bunun bir gereklilik olarak belirdiğini
vurgulayan Pareto, iktisadın “ekonomik insan” kavramının eleştirilmesine de bu
temelde karşı çıkmaktadır. Pareto, iktisada yöneltilen eleştirileri şu sözlerle karşılar:
Gerçek bir insan, ekonomik, ahlaki, dini, estetik vs. eylemlerde bulunur.
‘Ekonomik eylemleri inceliyorum ve diğerlerinden soyutluyorum’ veya ‘sadece
ekonomik eylemler gerçekleştiren homo oeconomicus’u inceliyorum’ demek
aynı düşünceyi ifade eder...İktisadın ekonomik eylemleri – veya homo
oeconomicus- ahlaki, dini vs. eylemleri göz ardı ederek ya da hatta
küçümseyerek incelediği için suçlanması yanlıştır (Pareto, 1971: 12-13).
değer yargılarından uzak, nötr olması gerektiği şeklindeki genel yargıya kaynaklık eden yaklaşımını gözler önüne sermektedir (Pareto, 1971: 3).
38
Benzer şekilde Pareto’nun iktisat ahlak ilişkisine yaklaşımı ise şu ifadeleriyle
netleşmektedir:
Politik ekonomiyi ahlakı (morality) hesaba katmadığı için suçlamak da aynı
hataya düşmek demektir...Politik ekonomi çalışmasını ahlaktan ayırarak, politik
ekonominin diğerinden daha üstün olduğunu iddia etmiyoruz… Politik ekonomi
ahlakı dikkate almak zorunda değildir. Fakat pratik önlemi savunan kişi sadece
ekonomik sonuçlarla yetinmemeli ahlaki, dinsel, politik vs. sonuçları da dikkate
almalıdır (Pareto, 1971: 13).
İktisatta deneysel yöntemin kabulü Pareto’nun iktisadın bir “bilim” olması
için gerekli koşulları belirlemesini sağlamıştır. Pareto’ya göre, iktisat gerçekler
üzerine kurulu bir “doğal bilim”dir (Marchionatti ve Gambino, 1997: 1322).
Pareto, soyutlama ve deneysel yöntemin politik iktisadın bilim haline gelmesi
için kullanılmasının zorunlu olduğunu düşünmektedir. Öznel olgular olarak
tanımladığı teorilerin, deneysel olgularla karşılaştırılması gereklidir. Aksi takdirde,
diğer sosyal bilimlerde olduğu gibi sözcüklerden muhakeme yapılır ki, bu politik
iktisadı geliştirmek için terk edilmesi gereken bir yöntemdir. Bununla birlikte iktisat
biliminin deneysel doğası teorinin gerçek dünyayı tamamen sergilediğini ima
etmemektedir. Bu sadece “yaklaşık gerçekliğe” ulaşma olanağı sağlamaktadır. Pareto
oluşturduğu modelin gerçek hayatı tamamen açıklamadığını şu sözleriyle kabul
etmektedir:
Bir gerçek olguyu bütün ayırt edici özellikleriyle bilmeye olanak yoktur, sadece
somut olguya yaklaşan ideal olgu bilinebilir. Hiçbir somut olgu tamamıyla
bilinemeyeceği için, bu olgulara ilişkin teoriler de yaklaşık olacaktır. (Pareto,
1971: 8-9-12)
Pareto’ya göre deney ve gözlem akıl yürütmenin doğru ölçüsüdür. İyi bir
yöntem ancak sonucuna göre değerlendirilebilir. Doğa bilimlerinin kullandığı
deneyse en doğru ölçüt olarak belirmektedir. Dolayısıyla gerçekler tarafından
desteklenmeyen bir teori reddedilmelidir (Marchionatti ve Gambino, 1997: 1329).
Pareto’nun bu vurgusuna karşın, iktisat Pareto’nun optimum kavramı ve
varsayımlarını temel alarak, gerçekler tarafından desteklenmeyen varsayımlara
39
dayalı, gerçekliği açıklama gücü zayıf bir teori oluşturmuştur (Nath, 1975; Price,
1977).
Marchionatti ve Gambino’ya göre, Pareto iktisadın olgusal temeline yaptığı
vurguyla, sıral fayda kavramına geçmiştir. Pareto’nun sayal faydadan sıral faydaya
geçişi yeni değer teorisine geçiş olarak değerlendirilmektedir (Marchionatti ve
Gambino, 1997: 1330). Yeni politik iktisadın değer teorisi tam hedonist bir nitelikte
olup, homo economicus düşüncesinden türemekte ve bireyi temel aktör kabul etmesi
nedeniyle nesnel değil öznel bilgiye dayanmaktadır (Marchionatti ve Gambino,
1997: 1331).
Pareto toplam fayda ve marjinal fayda arasında ayrım yapmış ve marjinal
faydayı kullanmayı tercih etmiştir. Somut olgulara yoğunlaşıldığında ikisinin
farklılaştığını savunan Pareto, bireylerin toplam faydayı bilemeyeceğini ancak,
tüketilen malların miktarındaki küçük değişimlerin faydalarını hissedebileceklerini,
yani “nihai fayda derecesi” kavramını algılayabileceklerini öne sürmekte ve böylece
marjinalist okula dahil olmaktadır (Marchionatti ve Gambino,1997: 1332-33).
Pareto (1971: 111) analizinde ekonomik fayda yerine ophelimity kavramını
kullanmıştır. Tarascio (1969: 4-13), Pareto (1971: 112)’nun iktisadi mal ve
hizmetlerden elde edilen zevk olarak tanımladığı ophelimity kavramının bugünkü
iktisat teorisinde fayda kavramı yerine kullanıldığına dikkat çekmektedir. Fayda ise
Pareto’da hem ekonomik hem de ekonomik olmayan şeylerden elde edilen doyum
olarak tanımlanmakta, sosyal bir kavram haline gelmektedir. Faydanın sosyal temeli,
ophelimity’den farklı olarak bireyler arasında bağımlılıkları gündeme getirmektedir.
Pareto’ya göre bireysel ophelimity’ler birbirinden bağımsız iken, faydalar arasında
karşılıklı bağımlılık vardır. Pareto, ophelimity teorisinde dışsallığın olmadığını
varsayarken, fayda kavramına geldiğinde dışsallıkları göz önüne almaktadır.
Ophelimity ile fayda kavramları arasındaki en önemli farklardan bir diğeri ise
bireylerin ophelimity tercihlerini piyasada açıklarken, faydaya ilişkin tercihlerini
diğer sosyal ve politik süreçler aracılığıyla açıklamalarıdır. Tarascio (1969: 10-16)
buradan yola çıkarak, sosyal refah fonksiyonu yaklaşımı ile Pareto arasında bağlantı
kurmuştur. Tarascio, Pareto’nun sosyal fayda ile toplumun faydası kavramları
40
arasında da ayrım yaptığına dikkat çekerek, ilki bireysel kökene sahipken, ikincinin
toplumun bireysel çıkarlarından ayrılan refahını temsil ettiğini vurgulamaktadır.
Ancak, Bergson ve Samuelson’un SRF yaklaşımı Pareto’nun sosyal fayda kavramına
yakın durmakta, bireysel tercihlerden toplumsal tercihlere ulaşmaya çalışmaktadır.
Pareto’nun fayda yerine ophelimity’yi kullanmasının temel nedenlerinden biri
olarak, Pareto’nun yaşadığı dönemde, tüketici davranışını açıklamak için faydanın
ölçülebilirliği varsayımını kabul etme zorunluluğunun bulunması gösterilmektedir
(Marchionatti ve Gambino, 1997: 1334). Pareto, ölçülebilirlik varsayımının gereksiz
olduğunu, toplumun maksimum ophelimity’sinin bireysel doyumların toplamı olarak
ele alınamayacağını, çünkü bireysel doyumların homojen, toplanabilir büyüklükler
olmadığını düşünmektedir. Ancak daha sonra Pareto, bireysel doyumları homojen
büyüklüklere (refah indeksleri) indirgemiş ve böylece Pareto’nun orjinal refah teorisi
oluşmuştur (Tarascio, 1969: 6).
Pareto’nun sıral faydaya geçişi 1898’de Pareto, tüketici davranışını
açıklamada faydanın ölçülebilirliği varsayımının gerekli olmadığını fark etmesi ile
gerçekleşmiştir. Pareto’ya göre, artık genel ekonomik dengeyi incelemek için bu ölçü
gerekli değildir. Bir zevkin diğerinden büyük ya da küçük olduğunu tespit etmek
yeterlidir (Marchionatti ve Gambino,1997: 1335).
Pareto fayda teorisini bu şekilde geliştirmek için, Edgeworth tarafından
1881’de geliştirilen farksızlık eğrilerini kullanmıştır. Türettiği farksızlık eğrilerinden
ölçülebilir fayda fonksiyonları varsayan Edgeworth’ten farklı olarak, Pareto,
farksızlık eğrilerinin kendisinden başlamıştır (Marchionatti ve Gambino, 1997:
1341)32
Pareto sayal fayda kavramını terk etmekle birlikte faydacı gelenekten de
uzaklaşmıştır. Bireysel faydaların ölçülemezliğine ek olarak ekonomik anlamda
karşılaştırılamayacağını da kabul eden Pareto, sözleşme eğrisi üzerindeki çok
sayıdaki optimum nokta arasında karşılaştırma yapmaktan bu karşılaştırmanın nesnel
32 Bu arada Marchionatti ve Gambino (1997: 1341)’ya göre, ordinalizm, ölçüm zorluklarının mantıki sonucu değil tersine politik iktisadı bilim haline getiren deneysel yöntemin kabulü ile yaşanan metodolojik devrimin sonucudur.
41
olarak mümkün olmadığı gerekçesiyle uzak durmuş ve analizini sözleşme eğrisi
üzerindeki noktaları tanımladıktan sonra durdurmuştur (Tarascio, 1969: 6-8).
2.1. Pareto Optımumu: Üretim, Mübadele ve Genel Denge33
Veri bazı varsayımlar altında dengede bir tam rekabet ekonomisinin Pareto
optimumu için gerekli koşulları taşıdığı gösterilebilmektedir. Bu varsayımlar şöyle
sıralanabilir34: i) tam ve mükemmel rekabetçi piyasa koşulları vardır; ii) Bireyler
rasyoneldir. Her birey kendi faydasını ençoklaştırmayı hedef almıştır. Elde edilen
fayda, mal veya hizmetin fiyatına bağlıdır; iii) Her firma kârlârını ençoklaştırmak
istemekte ve bu yüzden bütün firmalar minimum maliyetli üretim yöntemleri
kullanmaktadırlar; iv) durağan bir ekonomi tasarlanmaktadır. Kararlar zaman içinde
tek bir noktada alınır, maliyetsiz ve anında yerine getirilir. Böylesi zamansız bir
ekonomide, geleceğe ilişkin belirsizlik yoktur. Bugüne ilişkin bilgi de tamdır.
Çalışan nüfusun sabit olduğu kabul edilir ve gayri iradi işsizlik yoktur. Statik
varsayımlar, bireysel fayda fonksiyonlarının değişmediğini (tercihlerin
değişmediğini) ve teknolojik gelişmenin olmadığını ima etmektedir; v) Üretim
faktörlerinin tam olarak kullanıldığı varsayılmaktadır; vi) Üretilen mallar ve üretim
faktörleri tamamen bölünebilir, Üretimde teknolojik ilerleme yoktur ve üretim
faktörleri türdeş olup, emek dışında miktarları sabittir; vii) Mallar ve üretim
faktörleri tam anlamıyla akışkandır ve ulaşım masrafı yoktur; vii) Tüm fonksiyonlar
birinci dereceden türdeş, sürekli ve ikinci defa türevi alınabilirdir; ix) Tüketici
kayıtsızlık eğrileri orijine dışbükeydir. Bu nedenle iki ürün arasında azalan marjinal
ikame oranı mevcuttur. Üretim fonksiyonları ölçeğe göre artan verimliliğe sahip
değildir ve bir eş ürün eğrisi boyunca, iki üretim faktörü arasında azalan marjinal
33 bkz. (Bator, 1957; Bulutay, 1979: 94-104; Nath: 1975: 36-37; Nath, 1969: 11-12; Ng, 1979: 30-51; Rowley ve Peacock, 1975: 11-12; Samuelson, 1938; Sönmez, 1987: 55-56-57) 34 Çalışmanın bu bölümünde refah iktisadının matematiksel ve geometrik anlatımına - gerek Türkçe gerekse yabancı yazındaki ders kitabı niteliğindeki öğretici yayınlardan kolayca ulaşılabileceği için - gerek görülmedikçe yer verilmemiştir. Önemli gördüğümüz matematiksel kanıtlar çalışmanın sonunda yer alan Ek’te sunulmuştur. Bunun yerine söz konusu analizlerin sonuçları ve genel çıkarımları sözel olarak öne çıkarılmıştır. Söz konusu matematiksel ve geometrik analizlerin yer aldığı çalışmalar için bkz. (Nath, 1969: 11-12; Ng, 1979: 30-51; Rowley ve Peacock, 1975: 11-12; Silberberg, 2001; Sönmez, 1987: 55-56-57; Varian, 1992)
42
ikame oranı söz konusudur. Ayrıca fonksiyonlar teğetlik çözümünü üretecek eğiklik
(curvature) koşullarını sağlar;35 x) Dışsallık yoktur. Dışsallıkların olmaması
durumunda, tam rekabet piyasalarında bir malın fiyatı bu malın üretim maliyetine
(marjinal maliyete) eşittir; xi) Piyasalar talep ve arz fazlalığına yer vermeyecek
kararlı fiyatlarda dengeye gelmektedir.
Bu varsayımlar altında, denge için gerekli birinci derece marjinal koşullara
ulaşılmaktadır: i) Tam rekabet ekonomisindeki her piyasada denge oluştuğunda,
nerede üretilirse üretilsin her malın (üretim faktörleri de dahil olmak üzere) fiyatı
marjinal maliyetine eşit olacaktır; ii) Her malın fiyatı her birey ve firma için aynıdır;
iii) Böylece, bütçe imkanları ile sınırlı olarak faydalarını ençoklaştırmak için her
birey iki mal arasındaki kendi öznel ikame oranını bu malların fiyatları oranına
eşitleyecektir; iv) Bu nedenle her bir mal çifti için, bütün bireylerin öznel ikame
oranları dengede eşitlenecektir; bütün bireylerin her bir mal çifti için ikame oranı bu
malların fiyatları arasındaki orana ve marjinal maliyetler arasındaki orana ve bu
yüzden iki mal arasındaki dönüşüm haddine de eşittir; v) İki mal arasındaki marjinal
dönüşüm oranı, iki malın fiyatı oranına eşit olup, söz konusu malı üreten tüm
işletmeler için bu ilişki geçerlidir; vi) Bir birim faktörün fiyatı, üretilen marjinal mal
miktarının değerine (faktörün marjinal verimliliğine) eşittir ve bu faktörü kullanan
tüm işletmeler için aynıdır; vii) Herhangi iki faktör arasındaki fiyat ilişkisi marjinal
teknik ikame oranlarına eşittir ve bu ilişki söz konusu faktörleri kullanan tüm
işletmeler için geçerlidir.
Bu koşulların gerçekleşmesi, kısmi dengenin sağlanması için gerekli
olmaktadır. Genel denge için ise ise sistemin ikinci dereceden koşullara uyması
gerekmektedir. İkinci dereceden koşullar ise, dönüşüm eğrisinin orjine içbükey ve
kayıtsızlık eğrilerinin de dışbükey olması, diğer bir deyişle üreticilerin azalan
verimlilikle üretim yapmaları ve tüketiciler açısından ise marjinal ikame oranının
düşme eğiliminde olması biçiminde yorumlanmaktadır. Böylece kaynakların etkin
dağıtımı sağlanmaktadır. Eğer malların bölüşümü ideal olursa, etkin dağıtım
ekonomik optimumla bağdaşmaktadır.
35 Pareto optimumu için gerekli teknik varsayımların ihlalinin sonuçları için bkz. (Bator, 1957).
43
Üretimde Optimum
Pareto optimumun genel tanımı üretimde optimumun sağlanması için,
kaynakların etkin dağıtımını gerektirmektedir. Üretim etkinliği problemi bir malın
üretimindeki bir artışın diğer bir malın üretiminde düşme olmaksızın
gerçekleşemediği noktaların geometrik yerinin bulunmasıdır36. Bu noktalar iki malın
(X ve Y) eşürün eğrilerinin teğet olduğu noktalardır. Aynı miktar üretim için daha az
girdi kullanımı istenmektedir. Üretim koşulları üretim faktörlerinin en etkin biçimde
kullanılmasını gerektirmektedir. Ancak tek bir optimum nokta yoktur. Kaynaklar veri
kabul edildiğinde sonsuz sayıda teknolojik üretim optimumu bulunmaktadır.
Bu tanım, çalışanların alternatif üretim alanları arasında hareket konusunda
farksız oldukları ve aynı zamanda toplumun da üretim faktörlerinin farklı üretim
alanlarında istihdamları konusunda kayıtsız olduklarını varsaymaktadır. Ayrıca
bireysel verimliliğin gelir dağılımına bağlı olmadığı varsayılmaktadır (Nath, 1975:
12-16).
Yalnızca iki üretici (1 ve 2), iki mal (X ve Y) ve iki faktörden (sermaye, K ve
emek, L) oluşan bir ekonomide, teknik olarak etkin kaynak dağıtımının sağlanması
için iki koşulun yerine getirilmesi gerekmektedir:
Optimum için hem X hem de Y mallarını üreten işletmelerin bu mallar
arasındaki marjinal dönüşüm oran (MRT)’larının malların fiyatları oranına ve
birbirlerine eşit olması gerekmektedir.
Yani: 21XYXY MRTMRT = =
Y
X
PP 37
Üretim faktörleri açısından bakıldığında, işletmelerin kullandıkları girdilerin
marjinal üretkenliklerinin oranları birbirine eşit olmalıdır. Yani, X’in üretiminde K
ve L girdileri arasındaki Marjinal Teknik İkame Oranı (MRST) Y malının üretiminde
K ve L girdileri arasındaki MRST’ye eşit olursa (yani iki girdi arasındaki MRST bu
36 Pareto Optimumun grafiksel gösterimi için bkz. (Ek 1). 37 Bator (1957)’un analizine dayanılarak, MRT, MRST ve MRS mutlak değer olarak kullanılmış, böylece mal ve faktörlerin fiyatlarının oranlarının eksi olması göz ardı edilmiştir.
44
iki girdiyi kullanan tüm üreticiler için aynı olursa) üretimde optimuma
ulaşılmaktadır. Bu koşul sağlanmadığında, üretim faktörlerinin yeniden dağıtımı ile
başka bir ürünün üretiminde bir azalmaya sebep olmadan, en az bir malın üretimini
artırmak olanaklı olmaktadır. Buna ek olarak her faktör marjinal üretkenliğine denk
olarak fiyatlandırılmalıdır. Yani X üretiminde kullanılan emek faktörü marjinal
üretkenliği kadar ücretlendirilecek, sermaye ise marjinal üretkenliği karşılığında
kullanılacaktır. Bu durumda üretim faktörleri açısından optimum için gerekli şartlar
şu şekilde oluşmaktadır:
MRSTXKL= MPX
K/ MPXL = MRSTY
KL= MPYK/ MPY
L= PK/PL
MP= Faktörün marjinal üretkenliği
Bu koşul aynı zamanda bölüşüm sorununu da her üretim faktörüne marjinal
üretkenliğinin karşılığını ödeyerek sistem içerisinde çözüm sağlamış olmaktadır38.
Mübadelede (Tüketimde) Optimum
Bir ekonomideki tüm malların ve üretici hizmetlerin bireyler arasında
bölündüğü varsayılmaktadır. Bireyler bu mal ve hizmetlerin karşılıklı özgür
mübadelesi ile öyle bir noktaya ulaşmaktadırlar ki bu noktada yapılacak herhangi bir
mübadele sonucu bir bireyin faydasını artırması ancak başka bir bireyin faydası
pahasına gerçekleşebilmektedir. Yani artı fayda sağlayacak bir mübadelenin söz
konusu olmadığı nokta, Paretocu mübadelede optimumun sağlandığı noktadır. Ancak
38 Paretocu refah iktisadının bireyler arası fayda karşılaştırmalarının yapılamayacağını kabul etmesi ve Pareto optimum kavramını merkezine alması etkinlik üzerine yoğunlaşarak bölüşüm sorununu analiz dışı bıraktığı şeklinde değerlendirilmektedir (Sen, 1979, 1993, 1999). Bu değerlendirme özellikle başlangıç dağılımının veri alınması nedeniyle yapılmakta, bu veri dağıtım üzerine etkin kaynak tahsisinin sağlanmasına yoğunlaşılmaktadır. Bu yaklaşım mevcut bölüşümün tartışma konusu yapılmamasına ve var olan durumun korunması yönünde bir irade belirlenmesine kaynaklık etmekte, başlangıç dağılımının belirsiz olması Pareto optimumunun zayıf optimum olarak nitelenmesine neden olmaktadır. Ancak, refah iktisadı her faktörün marjinal üretkenliği oranında gelir elde edeceğini kabul eden neoklasik bölüşüm yaklaşımını kabul etmekte, dolayısıyla tam rekabetçi piyasada üretimde ve mübadelede optimumu sağlandığı koşullarda bölüşüm sorunu marjinal fiyatlama yöntemi ile sistem içerisinde çözülmektedir. Bununla birlikte adil olmayan başlangıç dağılımları söz konusu olduğunda ikinci refah teoremine göre daha adil dağılım için nisbi fiyat yapısını bozmayan götürü vergileme ya da transfer yöntemine başvurulmaktadır. Ancak maliyetsiz ve fiyat yapısını bozmayan bir götürü vergi ya da kaynak transferinin imkansız olduğu dile getirilmiştir. İkinci refah teoremi ve refah iktisadının bölüşüm sorununa yaklaşımı için bkz. (Dasgupta, 2000; Dobb, 1969; Hunt, 1980; Peacock ve Rowley, 1972; Nath, 1969, 1975; Sen, 1979, 1993, 1999; Snower, 1993). Neoklasik iktisat teorisinin bölüşüm sorununa getirdiği bu çözüm ve tartışmalar için bkz. (Robinson, 1934).
45
bu tanım şu Paretocu değer yargılarına bağlıdır: Bireyler istedikleri malı istedikleri
miktarda mübadele etmekte özgürdür. Bireysel refah sadece mübadele edilebilen mal
ve hizmetlere bağlıdır ve sosyal refah da bireysel faydaların monoton olarak artan bir
fonksiyonudur. Mal ve hizmetlerin miktarı veri iken sonsuz sayıda Pareto optimum
nokta vardır.
Mübadelede optimum için, iki bireyin söz konusu olduğu durumda, X ve Y
malları arasındaki marjinal ikame oranlarının bu iki birey (A ve B) için eşit olması
gerekmektedir. Bunun yanında tüketici faydasını minimum harcama yaparak
maksimize etmek için X ve Y’ye bu malların tüketiminden elde ettikleri marjinal
fayda kadar ödeme yapmak durumundadır. Dolayısıyla mübadelede etkinlik için
malların fiyat oranı bireylerin MRS’lerine eşit olmalıdır:
Yani: MRS AXY = MUA
X/ MUAY = MRS B
XY = MUBX/ MUB
Y = Px/Py
olmalıdır.
Genel Optimum
Pareto optimumu tüketimdeki marjinal ikame oranı ile üretimdeki marjinal
dönüşüm oranının malların fiyatları oranına eşitlenmesini gerektirmektedir.
Yani: MRTXY = MRSXY = PX/PY olmalıdır.
Ekonominin üretici kaynakları veri iken, farklı kaynak dağılımlarına denk
gelen sonsuz sayıda Pareto optimum nokta vardır ve her optimum farklı fayda
dağılımlarına denk düşmektedir. Optimum noktalar arasındaki seçim sorunu, belli bir
değer yargısına göre belirlenmiş sosyal refah fonksiyonları (SRF)’na ihtiyaç
duyulmasına neden olmaktadır39. Ekonomik sistemdeki tüm malların üretimi ve
mübadelesinde optimallik koşullarının sağlanması için marjinal maliyet ile satış
fiyatı ve de alış fiyatı ile marjinal üretkenlik arasında eşitlik olması gerekmektedir.
Yani üretim ve tüketimde malların fiyatları aynı olmalıdır (Sönmez, 1987: 68).
39 Sosyal refah fonksiyonlarının çok sayıdaki optimum nokta arasından seçim için kullanılması konusunda bkz. (Bator, 1957)
46
3. Yeni Refah İktisadı: Pareto Optimumunun Yeni Boyutları
Yeni refah iktisadının “yeniliği” üretim ve değişimde optimum koşulları
farklı insanların faydalarını toplamadan kurmasına dayandırılmaktadır. Bu açıdan
iktisattaki faydacı geleneği terk ettiği düşünülmektedir. Yeni refah iktisadının
kurucusu Pareto’dur. Pareto sadece, sıral tercih kavramını kullanmamış, bireylerin
doyumlarını toplamaksızın ve onları karşılaştırmaksızın, toplum için bir “optimum”
pozisyon tanımlamıştır. Bu optimum bir kişiyi daha düşük bir farksızlık eğrisine
kaydırmadan, bir başkasını daha yüksek bir farksızlık eğrisine çıkartmanın imkansız
olduğu durumdur. Sonsuz sayıda optimum vardır ancak bir tanesi en iyisidir. Pareto,
farklı insanların faydalarının karşılaştırılamaz olduğunu kabul etmektedir. Yeni refah
iktisadı içinde kabul edilen yazarlar da bir iktisadi durumu bölüşüm sorununa
girmeden, değer yargılarına başvurmadan değerlendirmek için analizler geliştirme
amacı taşımışlardır40. Yeni refah iktisatçılarının iki temel değer yargısı, refahın
bireylerin refahının artan fonksiyonu olması ve bireyin seçtiği konumda bulunması
durumunda daha iyi olacağıdır (Little, 1957: 84-122).
Yeni refah iktisadı ya da Paretocu Refah İktisadı başlığı altında, Tazmin
Olasılığı Ölçütü ya da İlkesi ile Sosyal Refah Fonksiyonu (SRF) analizi
incelenecektir.
3.1. Tazmin Olasılığı Ölçütü
Tazmin olasılığı ölçütü, ilk kez Nicholas Kaldor tarafından 1939 yılında
yazdığı “Welfare Propositions of Economics and İnterpersonal Comparisons of
Utility” makale ile ortaya atılmış ve ardından J. R. Hicks’in aynı yıl yazdığı
“Foundations of Welfare Economics” başlıklı makalesinde bu ölçütü desteklemesiyle
Kaldor-Hicks tazmin ölçütü ya da testi adını almıştır.
Tazmin ölçütü, Pareto ölçütünün ve iktisadi refah teorisinin uygulama alanını
genişletmek ve çok sayıda optimum noktanın varlığının neden olduğu belirsizliği
40 Scitovsky (1942: 89-91), Paretoco etkinlik analizinin eşitlik amacını dışladığını açıkça ifade etmektedir. Paretocu etkinlik kriterlerini açık ekonomi durumuna dış ticaret tarifeleri üzerinden uygulayan Scitovsky, rekabetçi piyasa ve serbest ticaretin eşitlik düşüncesi bir tarafa bırakıldığında yararlı olduğunun söylenebileceğini vurgulamaktadır. Scitovsky eşitlik fikrinin göz ardı edilmesini önermemesine rağmen, analiz gereği bölüşüm sorununun dışarıda bırakmakta tereddüt etmemektedir.
47
ortadan kaldırmak için oluşturulmuştur. Tazmin olasılığı ölçütü çerçevesinde,
bireyler arası refah karşılaştırmalarına başvurmanın yol açtığı sorunlar, “bilimsel ve
nesnel” kalma kaygısıyla gelir dağılımı sorunu göz ardı edilerek çözüme
kavuşturulmaya çalışılmıştır (Bengül, 1963: 51-57; Little, 1957: 91-122; Sönmez,
1987: 86)41.
Tazmin ölçütü şu şekilde tanımlanmaktadır: Herhangi bir iktisadi politika
değişikliği sonucu, kazananların kaybedenlerin kayıplarını tazmin etme olanağının
bulunmasına (kaybedenlerin daha önce bulundukları farksızlık eğrisine dönme
olanağı tanınmasına) rağmen, kazananlar eski konumlarına göre daha iyi bir
noktadaysa (daha önce üzerinde bulunduğu farksızlık eğrisinden daha yüksek bir
farksızlık eğrisine geçebiliyorsa), bu değişiklik istenir, iyi bir değişikliktir ve bunun
sonucunda toplam refahta artış olacaktır (Bengül, 1963: 58; Kaldor, 1939: 550-551;
Little, 1957; Sönmez, 1987: 86).
Kaldor (1939), eğer belli bir iktisat politikası bazı kimseleri başka hiç kimseyi
daha kötü duruma düşürmeden, daha iyi bir duruma getirmişse, iktisatçının herhangi
bir ahlaki yargıda bulunmadan, sosyal refahın arttığını söyleyebileceğini ileri
sürmüştür. Kaldor ikinci adım olaraksa, eğer bir iktisat politikası bazılarını daha iyi,
bazılarını da kötü yapıyorsa dahi (yani Pareto iyileşme tanımı tutmuyorsa dahi) bir
iktisatçının sosyal refahın artıp artmadığı hakkında fikir yürütebileceğini iddia
etmiştir. O’na göre, kazananların hem kaybedenlerin kayıplarını telafi edebilmeleri
hem de politikanın uygulanmasından önceki durumlarından daha iyi duruma
geçmeleri koşuluyla, iktisatçı böylesi bir politikanın potansiyel sosyal refahı
artırdığını iddia edebilir. Telafinin yapılmasına karar verecek olansa iktisatçı değil
(çünkü bu karar ahlaki yargı yapılmasını gerektirmektedir) politikacıdır. İktisatçı,
hipotetik olarak telafinin refahı artıracağı yargısında bulunabilmektedir.
Kaldor (1939: 549-552), “Tahıl Yasaları” olgusuyla tazmin ölçütünü
41 Sönmez (1987: 88), tüm tazmin testlerinin üretim düzeyi ile üretimin bireyler arasındaki dağılımını birbirinden ayırdığına dikkat çekmektedir. Üretimdeki bir artış tazminata yol açsa dahi, tazminatın dağılımı analiz dışında bırakılarak, adil bölüşüm sorununa eğilinmemektedir. Sönmez, hipotetik tazminatın fiili tazminata dönüşmesi durumunda yoksulların zenginleri telafi etmesi gibi bir durumun ortaya çıkabileceğine işaret ederek, Pareto ölçütünde ortaya çıkan üretim-dağılım, etkinlik-eşitlik çatışmasının telafi testleriyle de çözümlenemediğini vurgulamaktadır.
48
açıklamıştır. Tahıl Yasaları’nın kaldırılmasının sonucunda tahıl fiyatlarının
düşeceğini ve bunun sonucunda reel gelirin yükseleceğini belirten Kaldor, bu
değişimin aynı zamanda gelir dağılımını da değiştireceğine dikkat çekmiştir. Bazı
insanların (toprak sahiplerinin) gelirleri öncekine göre düşerken, toplumun diğer
üyelerinin gelirleri yükselecektir. Toplam parasal gelirin değişmediği varsayımı
altında, toprak sahiplerinin gelirleri düşse de, diğer insanların gelirleri artmak
zorundadır. Gelir dağılımındaki bu nihai değişmenin sonucu olarak, belli bireylerin
doyumlarında herhangi bir kayıp olmayacak ve böylece kaybedenlerle kazananları
karşılaştırma gereği de bulunmayacaktır.
Kaldor, hükümetin daha önceki gelir dağılımını sürdürmek istemesi
durumunu ele almaktadır. Hükümetin kazananlara ek vergi koyup, bu vergilerle
oluşturduğu fonu “toprak sahipleri”nin gelir kayıplarını telafi ederek önceki gelir
dağılımı yapısını koruyabileceğini belirtmektedir. Bu yöntemde, herkes daha önceki
gelir kapasitesini korumakta ve aynı zamanda herkes tüketici olarak daha öncekine
göre daha iyi duruma gelmektedir.
Kaldor, fiziksel üretkenlikte ve böylece toplam reel gelirde artışa yol açan bir
politikanın söz konusu olduğu tüm durumlarda, iktisatçının, bireysel doyumların
karşılaştırılabilirliğiyle ilgilenmesinin gereksizleşeceğini öne sürmektedir. O’na göre,
böylesi durumlarda, toplumun tüm üyelerinin durumunu iyileştirmek (herkesin daha
yüksek bir farksızlık eğrisine geçmesi anlamında) mümkündür. Bu çerçevede
değerlendirildiğinde, Kaldor’a göre kimseyi kötü yapmadan bazılarının durumunu
iyileştirmek mümkündür. Kaldor’a göre iktisatçının belli bir önlemin sonucu olarak
toplumdaki kimsenin acı çekmediğini kanıtlamak gibi bir zorunluluğu yoktur. Kaldı
ki bu yapılamaz. İktisatçının, herhangi bir değişmenin ya da politikanın ardından acı
çekenlerin dahi kayıplarının telafi edilebileceğini, toplumun geri kalanınınsa
öncesine göre hala daha iyi durumda olduğunu göstermesi yeterlidir. Toprak
sahiplerinin kayıplarının serbest ticaret ortamında, tazmin edilip edilmeyeceği
iktisatçının dile getirmesinin zor olduğu politik bir sorudur.
Kaldor, iktisatçıların üretim başlığı altına giren konu ve sorunlarla etkinlik
temelinde ilgilenmesi gerektiğine inanmaktadır (Scitovsky, 1951). Üretim başlığı
altındaki sorunlara ise “her bireyin çoğu aza, daha çok doyumu daha az olana tercih
49
eder” şeklindeki iktisadın temel önermesi kabul edilerek yaklaşılırsa, iktisatçıların
reçetelerinin bilimsel statüsü sorgulanamamaktadır. Bölüşüm konusuna gelindiğinde
iktisatçı “reçetelerle” ilgilenmemeli, ancak belli politik amaçları yerine getiren farklı
yöntemlerin göreli avantajlarına yönelmelidir. Çünkü, hangi gelir dağılımı yapısının
toplumsal refahı ençoklaştırdığına iktisadi temelde karar vermek gerçekten
imkansızdır. Kaldor, eşit doyum kapasitesi varsayımının bir ölçüt olarak
uygulanması durumunda, tam eşitlik olduğu zaman refahın kesinlikle en fazla olacağı
sonucunun kaçınılmazlığını kabul etmektedir. Ancak belli oranlarda eşitsizliğin
olduğu durumda tam eşitliğin olduğu duruma göre herkesin daha mutlu olma
olasılığının da dışlanmaması gerektiğini vurgulayarak, veri gelir dağılımına göre
refahın ençoklaştırılmasını tanımlayan Pareto’ya dönmektedir.42
Kaldor, tazmin ölçütünü bir imkan olarak tanımlamakta yani hipotetik bir
tanım yapmaktadır. Refah önermeleri bu hipotetik tazmin tanımına dayanabilir. Fakat
aslında Kaldor, hipotetik tazmin üzerinden genel fiziksel üretkenlikte, toplam reel
gelirde ve toplam zenginlikte artışı tanımlamaktadır (Little, 1957: 88-89).
Little’a göre, reel gelir karşılaştırılamaz. Kaldor, “herhangi bir değişmenin sonucu
olarak kazananlar kaybedenleri fazlasıyla telafi edebilir” önermesi yerine, “bu
değişme toplam reel gelirde bir artışla sonuçlanır” önermesini tercih etmektedir.
Little’a göre, Kaldor’un telafi olasılığı üzerinden ‘refahta artışı’ tanımlamaya
hazırlandığı açık değildir. Ancak, iktisatçılara göre kazananların kaybedenleri telafi
edebildiğini göstererek bir değişim oluşturulabileceğini önerdiği için, böylesi
değişmelerin ekonomik olarak istenir olduğunu düşünmüş gözükmektedir. Ancak
Kaldor’un ardından gelen yazarlar da onun bir “refahta artış” tanımladığını
varsaymışlardır. Little, Kaldor’un bir test önermek yerine, gerçekte dağılımı göz ardı
eden bir “zenginlik artışı” tanımı önerdiğini belirtmekte ve gelir dağılımını dışlayan
bir zenginlik, refah, etkinlik ya da reel sosyal gelir artışı tanımının kabul
edilemeyeceğine dikkat çekmektedir (Little, 1957: 90-91-92).
Hicks ise tazmin ölçütünü şöyle tanımlamıştır:
42 Bu yaklaşımı Scitovsky eleştirmiş ve iktisatçıların bu yaklaşım sayesinde tekniker haline geldiğini ileri sürmüştür (Scitovsky, 1951).
50
Tam olarak objektif bir test, üretken etkinliği geliştiren43 üretimde yeniden
organizasyonlarla, geliştirmeyenleri ayırmamızı sağlayacak. A değişme sonucu
iyi durumda olup B’yi de telafi edebiliyor ve hala kendisi önceki durumuna
göre daha iyi bir durumda kalabiliyorsa, yeniden organizasyon şüphesiz bir
iyileşmedir (Hicks, 1940-1: 108).
Hicks üretim artışının veya toplumun reel gelirindeki bir artmanın nesnel bir
ölçüsü olarak bu prensibi benimsemiştir. Hicks özel girişim sistemi altında iktisadi
politikadaki bir değişmenin fiyat sisteminde bir değişime neden olacağını, piyasanın
bir kısmının bu değişimden yarar sağlarken bir kısmının ise bundan zarar göreceğini
ifade etmiştir. Kamu gelirleri aracılığıyla zarar görenlerin telafi edileceğinin
varsayılabileceğini ileri süren Hicks, her basit ekonomik reformun bazı insanlara
kayıp getirdiğini, kendisinin üzerinde durduğu reformların kayıpları dengeleyen ve
hala net avantaj sağlama özelliği gösterenler olduğunu vurgulamıştır. Hicks, herhangi
bir konuda uygulanacak politika ve önlemlerin bölüşüm sorununa girmeden etkinlik
temelinde değerlendirilmesi gerektiğini savunmaktadır (Hicks, 1939: 706-712).
Little, Hicks’in yaklaşımını eleştirerek, bir şeyin varlığının diğer birşey için
ancak aralarında ampirik ilişki varsa test olarak kullanılabileceğini dile getirmiştir.
Bu açıdan değerlendirildiğinde, üretken etkinlik ile tazmin olasılığı arasında ampirik
ilişki yoktur; dolayısıyla, Hicks’in önerdiği nesnel test, bir testten ziyade bir tanım ya
da ölçüttür. Little refah sonuçlarına ulaşmak için “genel ekonomik refahta artış”
tabirini tanımlamanın zorunlu olmadığını, gereksinilenin yeterli bir ölçüt olduğunu
kabul etmektedir. Dolayısıyla varsayılması gereken, “kazananlar kaybedenleri telafi
edebildiğinde”, “bu genel ekonomik refahı artırır” yargısına ulaşabilmektir.
Ancak, toplum refahı kolayca bulunamaz ve hipotetik telafi bunu bulmanın
yöntemi değildir (Little, 1957: 92). Kaldor-Hicks ölçütünü sağlayan değişimlerin
ortadan kaldırıldığı varsayılan önemli reel gelir dağılımı etkilerine sahip olacağına
dikkat çeken Little, bütün kaybedenlerin telafi edilmesinin ise imkansız olduğunu
belirtmektedir. Bu tür bir telafinin ön koşulu herkesin davranış haritasının
43 Zenginden yoksula yapılacak gelir transferinin toplam refahı artıracağını düşünen Pigou da yoksulların tükettiği malların üretiminde meydana gelecek bir etkinlik artışının zenginden yoksula yapılacak satın alma gücü transferinden çok daha etkili olacağına inanmakta idi (Pigou, 1962: 88-89).
51
çıkarılmasıdır ve bu olanak dışıdır (Little, 1957: 94).
Scitovsky (1969), Kaldor-Hicks ölçütünün tazmin tutarı ödenmediği ve iki
optimum olmayan duruma uygulandığı takdirde çelişkiye neden olabileceğini
göstermiştir. Scitovsky’ye göre, üretimin örgütlenmesinde ve mübadeledeki bir
iyileşme ancak, aynı zamanda gelir de daha eşitlikçi olarak yeniden dağıtılırsa
savunulabilirdir. Scitovsky, Kaldor ve Hicks tarafından konulan kaybedenlerin
kazananlarca tazmin edilme olasılığını kabul etmekle birlikte, yazarları değişiklikten
önceki gelir dağılımını korumak istedikleri için (değişiklikten önceki gelir dağılımına
aşırı önem verdiklerini ifade etmektedir) yani mevcut durumu koruyan iktidarlara
uygun bir araç geliştirdikleri için eleştirmektedir.
Scitovsky, Kaldor ve Hicks testini incelemiş ve değişimden sonra ulaşılan
ikinci noktadan başlangıç noktasına dönüldüğünde, ilk noktanın da bir iyileşme
olarak görülebileceğini kanıtlamıştır. Tuhaf olarak nitelediği bu durumun
aşılabilmesi için Scitovsky tazmin testlerine bir ölçüt daha ekleyerek, onu iki aşamalı
hale getirmiştir. Scitovsky’ye göre, bir değişimin iyileşme sayılabilmesi için, Kaldor-
Hicks testine ek olarak, değişimden önceki durumun sonraki duruma göre iyileşme
olarak görülemeyeceğinin ispatlanması gerekmektedir.
Little, Kaldor-Hicks ölçütünün büyük dağılımsal etkileri içeren değişmeler
söz konusu olduğunda yetersiz kalacağını düşünmektedir. Bunun için reel gelir
dağılımının iyi mi kötü mü olduğuna ilişkin bazı yargılara ihtiyaç duyulmaktadır.
Little, bu tespitin ardından bir değişmenin önerilebilmesi için, Kaldor-Hicks
ölçütünün sağlanmasına ek olarak dağılımdaki herhangi bir değişmenin kötü
olmaması gerektiğini belirtir. Yani Little, Kaldor-Hicks (Scitovsky) ölçütüne
dağılımın iyi olması gerektiği şartını eklemiştir. Dağılım eşitsiz olduğu takdirde
dağılımı iyileştiriyorsa tazminin ödenmesi gerekmektedir (Little, 1957: 100, Ng,
1979: 67)44.
44 Little ölçütünün daha geniş bir anlatımı ve ölçütün tutarsızlığı iddialarına yanıt için bkz. (Ng, 1979: 66-78)
52
3.2. Sosyal Refah Fonksiyonu
Sosyal Refah Fonksiyonu (SRF)45, refah iktisadı için temel bir kavramdır.
Bireysel refah fonksiyonlarından46 yola çıkılarak oluşturulan SRF’nin tanımlanması
ile toplumsal refahın ençoklaştırılması amacına en uygun teorik aracın yaratıldığı
düşünülmüştür. Öyle ki bir toplumun iktisadi düzenlemesinde, herhangi bir
optimallik türü hakkındaki bir önermenin, açık veya örtülü olarak, belli bir toplumsal
refah fonksiyonuna bağlanmadan formüle edilemeyeceği ileri sürülmüştür.
SRF’nin, iktisadi refah hakkındaki bütün fikirleri ifade etmeye muktedir
genel bir dil özelliği taşıdığı düşünülmekte ancak kavramın bu genel yapısı aynı
zamanda bir belirsizliğe de işaret etmektedir (Bengül, 1963: 77; Nath, 1975: 25).
Little, tüm sorunlarına karşın, ekonomik refah fonksiyonlarının, genel bir soyut refah
sistemi oluşturmaya yönelik biçimsel anlamda gerekli bir alet olarak görülebileceğini
düşünmektedir (Little, 1965: 122). Sosyal refah fonksiyonuyla, verimlilik ve gelir
dağılımı meselelerinin bir arada ve aynı düzeyde iktisadi refah teorisine girdiği öne
sürülmektedir (Bengül, 1963: 79).
SRF, bir toplumun hedeflerinin genel tespiti ya da sosyal politikanın amacını
belirleyen bir kavram olarak ele alınmaktadır. Sosyal ya da toplumsal eki refah
fonksiyonunun bütün toplum tarafından benimsenmiş ve kabul edilmiş olduğunu
ifade etmemektedir. Kavram sadece tartışılanın bir bireyden çok bir grubun refahı
olduğuna işaret etmektedir. Ancak Arrow fonksiyonun, toplum adına bir ana
sıralamaya ulaşmak amacıyla her bir bireye ait toplumsal refah
fonksiyonlarını toplamak için bir kural veya yöntem anlamına geldiğini
düşünmektedir (Nath, 1975: 25-26). Yani SRF aslında toplumun çoğunluğunun
alternatif durumlara ilişkin yaptığı sıralamayı vermektedir. Dolayısıyla SRF
45 SRF’yi yazına kazandıran Bergson (1938), Ekonomik Refah Fonksiyonu kavramını kullanmıştır. SRF’yi ilk kullanan ise Arrow’dur. (Ng, 1979: 113). Ekonomik refah fonksiyonu ve sosyal refah fonksiyonu ayrımı ve iktisatçıların ekonomik refahla ilgilenmelerine rağmen, sosyal refah fonksiyonu kavramını kullanmalarının nedeni için bkz. (Nath, 1969: 138-142) 46 Bireysel sosyal refah fonksiyonu, bireyin bireysel olmayan ahlaki değerleri temelinde, tarafsız bir yaklaşımla oluşturulmaktadır. Buna karşılık bireysel fayda fonksiyonu ise kişinin bireysel çıkarlarına yani öznel tercihlerine göre belirlenmektedir. Dolayısıyla sosyal refah fonksiyonu tarafsız ve kişisel olmayan bir yaklaşımla, ahlaki değerler temelinde oluşturulmakta ve tanımlanmaktadır (Harsanyi, 1955: 315).
53
yaklaşımında da temel analiz birimi birey olarak kalmakta, toplumsal refahın
tanımlanmasında bireye bağlılığın sürdürülmesi, içinde yaşadığımız toplumun
bireyci değer yargılarına sahip olması ile açıklanmaktadır.47
Birey egemenliği varsayımı terk edilmese de SRF’nin oluşturulması için
değer yargılarına ve belli ek varsayımlara ihtiyaç duyulmaktadır. Varsayımlardan
ilki, toplumsal refahın bireylerin refahının artan bir fonksiyonu olmasıdır. Little’a
göre, bu varsayım yapılmazsa, optimum değişim koşulları türetilememektedir.
Ayrıca “ekonomik refahın” bir bireyin durumu iyileşmekte, kimsenin durumu
kötüleşmemekte ise artacağı varsayılmaktadır. Bireyin daha iyi olması daha yüksek
farksızlık eğrisi üzerinde bulunması anlamındadır. “Ekonomik refah” bir birey daha
yüksek farksızlık eğrisi üzerinde ise ve kimse bundan etkilenmiyorsa daha büyüktür.
Bunlar, ekonomik refah fonksiyonunun olası en yüksek değerine ulaşmak için gerekli
koşullardır ve üretim ve değişimde optimumun sağlanması için yani Pareto
optimumuna ulaşmak için yeterlidirler. Optimum optimorum’a48 ulaşmak için
“bireyler” arasında ideal “refah” dağılımı bulunmalıdır. Bu da tanımlanan SRF’ye
bağlı olmaktadır (Little, 1965: 118-119).
Bergson, üretim fonksiyonları ve bireysel farksızlık fonksiyonlarının
bilinmesinin maksimum pozisyonun belirlenmesi için Ekonomik Refah Fonksiyonu
(ERF)’nun oluşturulmasına yetecek bilgiyi sağlayacağını düşünmektedir.
Benimsenen refah ilkelerinin toplumdaki baskın değerlere dayanması gerekirken
Bergson, veri bir toplum için baskın değerleri ve bireysel farksızlık fonksiyonlarının
genel karakterini belirlemeye çalıştığını ifade etmektedir (Bergson, 1938: 322-323).
Bir ekonomik durumun optimum olup olmadığını, diğer durumlarla
karşılaştırmak ve değerlendirmek için, ortak refahı oluşturan tüm unsurlarla ilgili
değer yargılarının sıral olarak saptanması gerekmektedir. Bergson, bu değer
yargılarının kimin tarafından ortaya konulacağını kesin olarak açıklamazken, baskın
değerler kavramını da açmamıştır. Samuelson (1958: 221) SRF’nin oluşturulmasını
sağlayacak bu karar vericinin, “iyiniyetli bir despot, bir bencil, iyiniyetli bireyler,
47 “[T]oplumumuzda bireyci değer yargıları egemen olduğu için SRF’nin bireysel fayda fonksiyonlarının artan bir fonksiyonu olduğu konusunda fikir birliği vardır” (Harsanyi, 1955: 309). 48 Optimum optimorum noktası için bkz. (Ek 1)
54
devlet, ırk, grup fikri, tanrı ...” olabileceğini ifade etmiştir. Toplumdaki genel kabul
gören değer yargılarının belirlenmesi için tüketicilerin elde ettikleri doyumlara ilişkin
açıklamalarına bakılmakta veya toplumdaki baskın değerlere karar veren “kişi” kendi
değer yargılarına göre düzenleme yapmaktadır. Yapılan bu tür bir analizle ideal gelir
bölüşümünü tanımlamak olanaklı olmaktadır. Buna göre bölüşümde bireylerin
parasal gelirleriyle sağladıkları marjinal yararlar eşit olmakta ve böylece bireyler
arasında karşılaştırma yapmak olanaklı olmaktadır (Bergson, 1938, Sönmez, 1987:
82).
Bergson-Samuelson sistemi, sosyal sistemin tüm olası görünümlerini değer
açısından düzenlemektedir. Bu sistem uygulanacaksa, x durumunun y durumundan
iyi olup olmadığı sorusuna yanıt verecek bir kişiye ihtiyaç duyulmaktadır. Bu kişi
“ekonomik insan” gibi tutarlı olmalıdır. Yani, A’nın B’den iyi, B’nin de C’den iyi
olduğunu söylüyorsa A’nın da C’den iyi olduğunu söylemek zorundadır. Nihai
olarak optimum optimoruma ulaşmak için “bireyler” arasında ideal “refah” dağılımı
bulunmalıdır. SRF’de baskın değerleri belirleyen kişinin değer önermeleri yanında
ideal “refah” dağılımını da tanımlaması gerekmektedir.
Benzer şekilde Little, baskın değerleri kimin ya da neyin temsil
edeceği/belirleyeceği sorusuna yanıt aramış ve ideal dağılımın en iyi iktisatçılar
tarafından ya da totaliter devletlerde tanımlanabileceğini savunmuştur. Çünkü gerçek
dünyada refahın yeniden dağılımı yavaş ve zor bir iştir. Little nihai olarak, ERF’nin
mutlakiyetçi devlette ve birey sayısı kadar refah fonksiyonunun bulunduğu
demokratik devlette bile uygulanamaz olduğu sonucunu çıkarmıştır (Little, 1957:
118-121).
Bergson (1938: 311), toplum refahını etkileyen unsurlar olarak, emek
dışındaki üretim faktörlerinin miktarı, tüketilen çeşitli malların miktarları ve
toplumdaki bireylerce yapılan iş miktarını dikkate almakta ve SRF’yi de bu
değişkenlere bağımlı bir fonksiyon olarak tanımlamaktadır. Bu ilişki, devamlı ve
türevi alınabilir bir fonksiyonla ifade edilmektedir (Nath, 1975: 25).
ERF’nin oluşumunda şu varsayımlar yapılmaktadır: Emek dışındaki tüm
üretim faktörlerinin miktarı sabittir ve aşınmamaktadır. Analizde kullanılan
55
değişkenler –tüketilen çeşitli malların ve yerine getirilen hizmetlerin miktarları-
sonsuza kadar bölünebilir. Toplumda sadece iki tüketim malı, iki tür emek, emek
dışında da iki üretim faktörü vardır. Bu varsayımlar altında fonksiyonun yapısı
aşağıdaki gibi formüle edilmiştir:
W = W(x1, y1,a1x, b1
x, a1y, b1
y,..., xn, yn, anx
, bnx, an
y, bn
y, Cx, Dx, Cy, Dy, r, s, t,...)
E = E(x1, y1,a1x, b1
x, a1y, b1
y,..., xn, yn, anx
, bnx, an
y, bn
y, Cx, Dx, Cy, Dy)
Bu ilişkide A ve B iki emek türü; C ve D emek dışındaki üretim faktörleri, X
ve Y tüketim mallarıdır. r, s, t ise toplum refahını etkileyen diğer unsurlardır. W,
sosyal refah fonksiyonu (SRF), E, ekonomik refah fonksiyonu (ERF)’nu temsil
etmektedir. Bergson (1938: 312) analizinde, ERF’yi kullanmaktadır. Fonksiyonun
birinci türevinin sıfıra eşitlenmesi (dE=0), üretim teknolojisi ve kaynaklar veri iken,
ekonomik refahın ençoklaştırılması koşuludur. Bu koşullar, her malın marjinal
ekonomik faydasının ve yapılan her işin marjinal ekonomik maliyetinin toplumdaki
her birey için aynı olmasını gerektirmektedir. Diğer bir deyişle sosyal optimum
durumunda, refahı etkileyen değişkenlerden herhangi birindeki ufak bir ayarlama
sosyal refahta farklılık yaratmamalıdır (Nath,1975: 31).
Bergson, Pareto optimumunun kaynak dağılımı için ortaya koyduğu normatif
ilkeleri genelde benimsemektedir. Bu ilkelerin, gelir dağılımı sorununa eğilmede
başarısız olduğunu kabul etmekle birlikte, bu eksikliğin Pareto’ya göre kaçınılmaz
olduğunu hatırlatmaktadır. Çünkü, analizi bölüşüm sorunu etrafında genişletebilmek
için faydacıların yaptığı gibi farklı hanelerin faydalarının karşılaştırılması
gerekmekte, ancak Pareto böylesi karşılaştırmaları kabul edilemez bulmaktadır.49
Bergson (1983: 41-44), yeni refah iktisadının sıral faydayı kullanmadaki amacının,
normatif ilkeleri sınırlamaya yönelik olduğunu düşünmektedir.
49 Bergson, Pareto’nun Cours ve Manual’de Pareto optimizasyon ölçütlerini formüle ederken bireyler arası fayda karşılaştırmalarından sakınırken, 1913’teki denemelerinde, geleneksel Benthamcı olarak görülebilecek bir formülü benimsediğine dikkat çekmektedir. Pareto bu çalışmalarında, farklı bireylerin faydalarındaki değişmeleri toplayan, fakat bu faydaları karşılaştırılabilir yapan katsayılar eklendikten sonra faydaları toplamaktadır. Katsayılar politik olarak belirlenmiş bireylerin uygun gördüğü katsayıların ortalamalarını temsil etmektedir (Bergson, 1983: 43).
56
Birey temelinden hareket etmekle birlikte, devletin ( ya da hükümetin) ortak
refah fonksiyonunun belirlenmesindeki yerini vurgulayan Pareto’yu, Bergson ve
Samuelson izlemiştir. Bergson-Samuelson sosyal refah fonksiyonunun temelde
Pareto yaklaşımından ayrılmadığı belirtilmektedir (Nath, 1969). Bergson-Samuelson
sosyal refah fonksiyonu, refah iktisadında kullanılan standart analiz aracı olmuş ve
Pareto yaklaşımına uyum sağlamıştır (Ng,1976: 59).
Sosyal refah fonksiyonu, değişik bireysel tercih sıralamalarının bir tek tercih
sırasına dönüşmesini sağlayan fonksiyonel bir ilişki, R= f(R1, R2, ....., Rm), ya da tüm
bireylerin yarar fonksiyonlarını kapsayan ve bireysel yararların toplamından oluşan
bir fonksiyon, W: W(U1, U2,...., Um), olarak tanımlanabilmektedir (Sönmez, 1987:
83).
Paretocu biçiminde Bergson-Samuelson SRF ise şöyle ifade edilmektedir
(Ng, 1976: 59):
W(x)= F[ U1(x), U2(x),...., Um(x)], ∂F/∂Ui>0
Bu ilişkide W sosyal refahın sıral göstergesi; Ui i’inci bireyin veri
tercihlerinin sıral göstergesi (i=1...m, m>2); x alternatif sosyal durumların veri bir
setinin tipik unsurudur. Sosyal refah bireysel refahların bir vektörü olarak ve
Paretocu biçiminde tanımlamakta ve ikisini karşılaştırmaktadır. Bireysel refahların
vektörü olarak sosyal refah aşağıdaki gibi tanımlanabilir:
W= (W1, W2,....., WI)
Wi, i’inci bireyin refahı ve I birey sayısıdır. Bireysel refah, bireyin
mutluluğunu göstermektedir. Mutluluğu ölçmenin zorluğundan kurtulmak için
bireyin kendi refahının en iyi yargıcı olduğu ve refahını ençoklaştırdığı
varsayılmaktadır. Kişi x’i y’ye tercih ederse x’te y’den daha mutlu olduğu
kabul edilir. Fayda fonksiyonu kişinin refahının sıral göstergesi olarak ele alınır.
Dolayısıyla, SRF yaklaşımı Pareto’cu analizi paylaşmaktadır. Sosyal refah bireysel
faydaların (sıral) vektörü olarak da tanımlanabilir:
W= (U1, U2,....., Ui)
57
Bu ilişkide Ui i’inci bireyin sıral tercihlerini gösteren bireysel fayda
fonksiyonudur.
Bir vektörün diğerinden daha büyük olduğu ancak ve ancak onun bazı
unsurları daha büyük ve hiçbir unsuru diğer vektörün karşılık gelen unsurundan
küçük değilse söylenebilir. Sosyal refah vektör olarak tanımlanırsa, sosyal refahın
ancak ve ancak (Wi)’nin (ya da Ui) bazı i’ler için artıp, hiçbir i için azalmadığında
artacağı kabul edilir. Refah bazı bireyler için artar ve bazıları için azalırsa, sosyal
refahtaki değişme işaret ve büyüklük olarak tanımlanamamaktadır (Ng, 1979: 2-6).50
3.3. İkinci Eniyi Yaklaşımı: R. G. Lipsey ve K. Lancaster
İkinci En İyi Teoremi düzeltilmemiş dışsallıklar, eksik mal veya faktör
piyasaları, gelir dağılımı eşitsizliği veya dışsallıkları düzelten vergi veya
sübvansiyonlar dışında kalan vergi ve sübvansiyonlar gibi koşullarla ilgilenmektedir
(Nath, 1975: 41).
Bu teorinin yanıtlamaya çalıştığı sorular şu şekilde sıralanabilir: “Ekonomide
tüm koşulların yerine getirilmediği kabul edilirse, optimuma ilişkin yalnızca bir
koşulun gerçekleşmesi, kaçınılmaz olarak refah artışı sağlar mı? Veya, optimum
koşullardan bir tanesi gerçekleşmezse, tüm diğer Pareto koşulları iktisat politikası
açısından yol gösterici niteliğe sahip olabilir mi?” (Sönmez, 1987: 88-89).
İkinci En İyi Teorisi için iki temel yaklaşımdan söz edilebilir. İlki J.
Meade’nin yaklaşımı, ikincisi ise R. G. Lipsey ile K. Lancaster’ın 1957 yılında
yayınladıkları “The General Theory of Second Best” makale ile yazına giren Lipsey-
Lancaster yaklaşımıdır51.
Pareto ilkeleri genel olarak, toplumun optimum refah durumunda olup
olmadığını göstermektedir ve eğer toplum optimumda değilse, böylesi bir optimuma
ulaşmak için gerekli koşulları sergilemektedir. Pareto optimumuna ulaşmak için,
optimum koşulların eşanlı yerine getirilmesi gerekmektedir. İdeal duruma herhangi
50 Sosyal refahın diğer pozitif tanımı, faydacı, bireysel mutlulukların toplanması fikridir. Pareto öncesini işaret eden bu yaklaşıma göre sosyal refah, bireysel refah fonksiyonlarının toplamına eşittir: W = W1+ W2+.....+ WI = ΣI
i=1 = Wi (Harsanyi, 1955; Ng, 1979). 51 Meade’in yaklaşımı için bkz. (Sönmez, 1987 )
58
bir nedenle ulaşılması olanak dışıysa ne yapılacaktır? Mümkün olduğunca çok
Paretocu koşul yerine getirilerek, optimuma en yakın noktaya mı gelinmeye
çalışılmalıdır? Yoksa, bu koşullar tamamen terk mi edilecektir? Lipsey ve Lancaster
yaklaşımının temel sorunu kabaca budur (Price, 1977: 31). Lipsey ve Lancaster’a
kadar, çeşitli nedenlerle Pareto optimumunun marjinal koşullarından bazıları ihlal
edilse dahi, koşulların büyük kısmı yerine getirildiğinde sistemin optimuma
yaklaşacağına inanılmıştır (Nath, 1969: 48).
İkinci en iyinin genel teorisini Lipsey-Lancaster şöyle açıklamaktadır: Bir
genel denge sistemine Pareto koşullarından birine ulaşılmasını engelleyen bir
sınırlama getirilirse, diğer koşulların yerine getirilmesi olanak dahilinde bile olsa,
artık optimum durumlar arzu edilebilir değildir (Lipsey ve Lancaster, 1956: 11).
Böylelikle ikinci en iyiyi şu şekilde tanımlamışlardır: Pareto optimum koşullardan
biri yerine getirilmezse, ikinci en iyi duruma ancak bütün diğer optimum koşullar
terk edilerek ulaşılabilir (s: 12-15).
Lipsey ve Lancaster, optimum için tanımlanan gerekli koşulların refahı
tanımlamak için yeterli olmadığı yönündeki görüşü paylaşmakta ve yeterli koşulların
ortaya konulması gerektiğini düşünmektedir. Buradan yola çıkan yazarlar, ikinci en
iyi teorisinin Pareto optimumunun refahı artıracak yeterli koşul içermediğini
kanıtladığını vurgulamaktadırlar (s: 17).
Lipsey ve Lancaster’ın iki önemli sonuca ulaştıkları gözlenmektedir:
Bunlardan ilki, bazı optimum koşullarının gerçekleştiği durumlar arasında öncelikli
bir tercih yapılamaz. Yani genelde ikinci en iyi probleminde karşılaşılan optimum
koşulları Paretocu optimum koşullarından ayrılmaktadır. Ayrıca ikinci en iyi
arayışında, Paretocu yaklaşımla kaynakların etkin dağıtımı sağlanamaz. Lipsey ve
Lancaster birincil problemin (birinci en iyi veya Pareto optimumu) çözümünü kabul
etmekle birlikte, ikinci en iyi problemine bir çözüm bulunmasının garanti olmadığını
belirtmektedirler. Söz konusu yazarlara göre, U ve F fonksiyonları Pareto
optimumunun elde edilmesi için göreli basit olan birinci dereceden koşulları yerine
getirmektedirler. Oysa ki, ikinci en iyi problemine ilişkin koşullar daha karmaşıktır.
Bu karmaşıklık ise ikinci dereceden türevlerin belirsizliklerinden kaynaklanmaktadır.
Bir başka deyişle, yazarların olumsuz görüşleri ikinci dereceden türevlerin ve üçüncü
59
dereceden kısmi çarpraz türevlerin incelenmesindeki güçlüklerden
kaynaklanmaktadır. Hiçbir Pareto koşulunu yerine getirmeyen durumlar arasında
öncelikli bir tercih yapılamaz. Sonuç olarak Lipsey ve Lancaster Paretocu kısmi
iktisat politikasının geçersizliği sonucuna ulaşmıştır (Sönmez, 1987: 96)52.
B. Sosyal Seçim Teorisi
1. Olanaksızlık Teoremi: Kenneth Arrow
Arrow (1950), bireysel zevk veya tercihlerden yola çıkarak belli koşulları
yerine getiren bir toplumsal seçime ulaşma yöntemi bulmaya çalışmıştır. Bergson’un
sosyal refah fonksiyonunu kullanmış ve bu fonksiyonun demokratik bir toplumda
ortak tercih ya da seçim için taşıması gereken koşulları ortaya koyarak, söz konusu
koşulların hepsinin aynı anda yerine getirilmesi gerektiğini ileri sürmüştür. Koşullara
geçmeden önce rasyonel tüketici teorisinin bazı şartlarına eğilmiştir. SRF’nin bir
taraftan bireysel tercihleri yansıtması, diğer taraftan tutarlılık ve tamlık (ya da
genellik) özelliklerini sağlaması gerekmektedir.
Arrow’a göre kapitalist demokrasilerde toplumsal seçim için iki yöntem
vardır. “Politik” kararlar için oylama kullanılırken, “ekonomik” kararlar için piyasa
mekanizması kullanılmaktadır. Oylama ve piyasa yöntemleri, toplumsal seçimin
yapılmasında çok sayıda insanın tercihlerini birleştirme yöntemidir. Oylamayla bir
toplumdaki bireysel sıralamalar veya tercihler toplumun tüm bireylerine uygulanan
tek bir sosyal sıralamaya dönüşmektedir. Yani, Ri, i sayıda bireyin belli alternatif
durumlara ilişkin sıralamasını gösterirse, R bu bireysel sıralamalardan elde edilen
toplumsal sıralamadır. Arrow’un amacı demokratik bir toplumda Ri’lerden R’ye
geçme koşullarını belirlemektir.
Toplum, en çok tercih ettiklerini en üst sıraya yerleştirme anlamında rasyonel
davranmaktadır. Ortak tercihe ulaşmanın doğal yöntemi şöyledir: eğer toplumun
çoğunluğu birinci alternatifi ikinciye tercih ederse, ortak tercih birinci alternatif
olacaktır. Arrow aşağıdaki örnek aracılığı ile bireysel tercihlerden ortak tercihlere
geçiş yönteminin, sıral akılcılık koşulunu ihlal ettiğini göstermektedir.
52 Bu modelin matematiksel anlatımı için bkz. (Ek 2)
60
Toplumda üç birey (x, y, z) ve bu bireylerin seçimine sunulan üç alternatifin
(A, B, C) bulunduğu varsayılsın. Bu durumda bireylerin tercih sıralamaları aşağıdaki
gibi olsun:
(APB: A B’ye tercih edilmiştir; AIB: Birey A ile B karşısında farksızdır.)
x: APB ve BPC (APC)
y: BPC ve CPA (BPA)
z: CPA ve APB (CPB)
Bir çoğunluk A’yı B’ye, diğer çoğunluk ise B’yi C’ye tercih eder. Dolayısıyla
toplumun A’yı B’ye B’yi de C’ye tercih edeceğini söyleyebiliriz. Eğer toplumun
rasyonel53 davrandığı kabul edilirse, A’nın C’ye tercih edileceğini söyleriz. Fakat
gerçekte diğer bir çoğunluk da C’yi A’ya tercih etmektedir.
Arrow’a göre akılcılığın ençoklaştırmayı içeren geleneksel tanımı kabul
edilirse, bireysel zevklerden türetilen bir sosyal maksimuma ulaşma, refah iktisadının
merkezindeki problemdir. Ancak, bireyler arası karşılaştırmaların zorluğu nedeniyle
vurgu, kimseyi kötü yapmadan birilerini iyi yapma anlamındaki zayıf optimum
tanımına kaymıştır (Arrow, 1950: 329).
Arrow, bir sosyal seçimin kabul edilebilir olması için aşağıdaki beş koşulun
birlikte yerine getirilmesi gerektiğini ifade etmiştir.
Koşul 1: (Ortak rasyonellik) SRF, her kabul edilebilir bireysel sıralama çifti
için tanımlanır. En az üç seçenek ve iki bireyin var olduğu bir durumda, sosyal refah
veya ortak seçim fonksiyonu, tüm bireysel tercih sıralamaları için ekonomik
seçeneklerin tamlık, yansıtıcılık ve geçişme özelliklerine sahip bir sıralamasını
gerçekleştirmek durumundadır.
Koşul 2: (Sosyal ve bireysel değerlerin pozitif bağlılığı) x sosyal durumu her
bireysel sıralamada (sıralamalarda değişme olmaksızın) yükseliyor ya da düşmüyorsa
53 Tercihlerin tutarlı olması anlamındaki rasyonellik tanımı ve genel olarak iktisatta rasyonalite kavramı için bkz. (Haussman ve McPherson, 1997: 23-64)
61
ve bireysel sıralamalar değişmeden önce, x y’ye tercih edilmişse, x hala y’ye tercih
edilir. Yani bireysel sıralamaların tümünde veya bir kısmında ortaya çıkan
değişiklikleri sosyal refah fonksiyonu pozitif veya en azından negatif olmayacak
biçimde kaydetmelidir. (Arrow, 1950: 336)
Koşul 3: (İlgisiz seçeneklerden bağımsızlık) Veri alternatif setleri üzerinden
toplumun yaptığı seçim, sadece bu alternatifler arasından yapılan bireysel
sıralamalara bağlı olmalıdır.
Koşul 4: (Yurttaş egemenliği) SRF empoze edilmemeli.Yani topluma hiçbir
seçenek dışardan zorla kabul ettirilmemelidir. Koşul 2 ve 4 birlikte tüketici
egemenliğini ifade etmektedir.
Koşul 5: SRF tek bir kişi (diktatör) tarafından belirlenmemelidir. Yani bir
kişinin seçimi toplumun seçimi olmamalıdır.
Bu koşullar altında Arrow Olanak Teoremi54’ni şu şekilde tanımlamıştır:
Toplum üyelerinin seçebileceği en az üç alternatif varsa koşul 2 ve 3’ü sağlayan ve
Aksiyom 1 ve Aksiyom 255’yi sağlayan bir sosyal sıralamayı üreten her sosyal refah
fonksiyonu ya empoze edilmiştir ya da diktatoryaldir. Bireysel sıralamaların
doğasına ilişkin hiçbir ön varsayım yapılmazsa, oylama paradoksunu çözecek bir
oylama metodu yoktur. Benzer şekilde piyasa mekanizması da rasyonel bir sosyal
seçim yaratamaz” (Arrow, 1950: 342). Yani beş koşulu birden yerine getiren bir
sosyal refah fonksiyonu tanımlanamaz.
Arrow’a göre, sosyal sıralama bireysel sıralamalar tarafından
biçimlendirilmelidir ve iki alternatife ilişkin sosyal karar, verilen iki alternatif
dışındaki alternatiflere ilişkin bireysel isteklerden bağımsız olmalıdır. Bu koşullar
birlikte alındığında, diğer alternatif sosyal durumlarla ya da doğrudan ölçümün belli
bir biçimi ile olsun bireyler arası sosyal fayda karşılaştırmalarını dışlamaktadır.
54 Arrow’un teoremi olanaksızlık sonucuna ulaştığı için olanaksızlık teoremi olarak kullanılmıştır. Ancak, Arrow makalesinde bireysel seçimlerden sosyal seçime ulaşma olanağını aradığı için Olanak Teoremi demiştir (Arrow, 1950: 340) 55 Aksiyom 1: xRy veya yRx: En az biri olmak zorunda ancak ikisinin birden olma olasılığı da var. Veya kelimesi tercihlerden birini dışlamak için kullanılmıyor. Aksiyom 2: xRy ve yRz ise xRz’dir. Ya da xIy ve yIz ise xIz’dir. (R zayıf tercih ilişkisi, I farksızlık ilişkisi) (Arrow, 1950).
62
Dolayısıyla Olanak Teoremi şu şekilde de ifade edilebilir: “Bireyler arası fayda
karşılaştırmaları olanağı dışlanırsa, bireysel zevklerden sosyal tercihlere geçmenin
tek yöntemi ya empoze edilmiş olacak ya da diktatörce olacaktır” (Arrow, 1950:
342).
2. Olanaksızlık Teoremi: Amartya K. Sen
Sen (1970), “Impossibility of a Paretian Liberal” makalesinde Pareto ilkesi ile
liberalizmin uyuşmadığını göstererek, sosyal seçim teorisi ve Arrow’un yaklaşımı
üzerinden farklı bir tartışma başlatmıştır. Sen, çoğunluk kuralı (majority rule)
yönteminin liberal olmadığı için eleştirildiğini belirterek, “bireysel özgürlüğün zayıf
formu” dediği şu tanımı yapmaktadır: Toplumdaki diğer şeyler veri iken, bir birey
beyazdan ziyade pembe duvarı tercih ettiği koşullarda, toplumdaki çoğunluk bireyin
duvarlarını beyaz görmeyi tercih etse dahi, bireyin buna sahip olmasına izin
vermelidir”. Sen, bireysel özgürlüğün zayıf formu tanımını kişiye özgü tercihler için
geliştirmiştir. Sen bu tanımın ardından aşağıdaki analizi yapmıştır:
Ri, i’inci bireyin bütün olası toplumsal durumlarını gösteren x kümesinin
sıralaması olsun. Toplumun n adet bireyden oluştuğu varsayılsın. R belirlenmesi
gereken toplumsal tercih ilişkisidir.
Tanım 1: A ortak seçim kuralı, n sayıdaki bireysel sıralamanın herhangi bir
kümesi için sadece bir toplumsal tercih ilişkisi tanımlayan fonksiyonel bir ilişkidir.
Ortak seçim kuralının özel bir durumu, Arrow’un SRF olarak adlandırdığı R’nin bir
sıralama olması gerektiği şeklindeki kuraldır.
Tanım 2: SRF bir ortak seçim kuralıdır. Sıralamaları sınırlayan bir aralıktır.
Daha zayıf gereklilik, her R’nin “bir seçim fonksiyonu” üretmesi gerekliliğidir, yani
alternatiflerin bütün altkümelerinde, “en iyi” alternatif olmalıdır ya da diğer bir
deyişle, bu altküme içinde en az diğer bütün alternatifler kadar iyi birkaç alternatif
bulunmak zorundadır (zorunlu olarak bir tane değil). Bu “toplumsal karar
fonksiyonu” olarak adlandırılır.
Tanım 3: Toplumsal karar fonksiyonu, seçim fonksiyonu üreten toplumsal
tercih ilişkilerini sınırlayan bir aralıktır.
63
Arrow’un ortak akılcılık koşulu (Koşul 1) sadece ortak seçim kuralının
alanının keyfi olarak sınırlandırılmaması gerektiği gibi anlaşılabilir. Sen, bu
tanımlamaların ardından üç koşul sıralamıştır:
Koşul U (Sınırlanmamış alan): Her mantıklı olası bireysel sıralama seti ortak
seçim kuralı alanında bulunur.
Koşul P: Her birey x’i y’ye tercih ederse, toplum x’i y’ye tercih etmek
zorundadır. Sonuç olarak bireysel özgürlük koşulu zayıf biçiminde kullanılmaktadır.
Koşul L (Liberalizm): Herbir i bireyi için, en az (x,y) gibi bir alternatif çifti
var, bu birey x’i y’ye seçerse toplum x’i y’ye tercih etmeli ve bu birey y’yi x’e tercih
ederse, toplum y’yi x’e tercih etmelidir.
Sen, bu son koşul ile her bireyi en az bir sosyal seçimi belirleme konusunda
özgür bırakmaktadır.56 Sen bu koşulların ardından kendi olanaksızlık teoremini ileri
sürmüştür:
Teori 1: Koşul U, P ve L’yi eşanlı olarak sağlayabilen hiçbir sosyal karar
fonksiyonu yoktur.
Burada liberalizm koşulunu zayıflatan Sen, bu serbestinin herkese
verilmeyebileceğini, bireylerin belli bir altkümesine verilebileceğini belirtir. Ancak,
altkümenin anlamı olması için bir üyeden fazla olmak zorundadır. Sadece bir kişi
olursa diktatör ortaya çıkmaktadır.
Koşul L* (asgari özgürlük): En az 2 birey var. Öyle ki kişi en az 1 alternatif
çifti üzerinde karar verici pozisyonda, yani x, y çifti var. Kişi x’i (y’yi) y’ye (x’e)
tercih ederse, toplum x’i (y’yi) y’ye (x’e) tercih etmeli.
Asgari özgürlük koşulundan ikinci teorem ortaya çıkmaktadır:
Teori 2: Koşul U, P ve L*’ı eşanlı olarak sağlayabilen sosyal karar
fonksiyonu yoktur.57 Sen, teoremlerini şu örnekle açıklamaktadır: Örf ve adetlere
56 Örneğin, diğer şeyler bireyin ve toplumun geri kalanı için aynı kalırken, beyazdan ziyade pembe duvara sahip olma gibi.
64
uygun olmayan bir kitap var. Erdemli (1) ve kolay aldatılabilir (ya da şehvet
düşkünü) karaktere (2) sahip iki kişi var. Bu iki kişinin kitaba ilişkin üç tercihi söz
konusu: Kitabı 1 okuyacak (x), kitabı 2 okuyacak (y), kimse okumayacak (z).
Birinci kişinin tercih sıralaması (z-y-x); ikinci kişininki ise (x-y-z) şeklindedir.
Seçim (x, z) arasında olsun. Liberal değerlere sahip biri 1’in tercihlerinin
dikkate alınması gerektiğini savunabilir; çünkü erdemli kitabı okumayı istemiyor,
bunu yapmaya zorlanamaz. Dolayısıyla toplum z’yi x’e tercih etmeli. Benzer şekilde
seçim (y, z) arasında olduğunda, liberal değerler 2’nin tercihinin belirleyici olmasını
gerektirir. Böylece y sosyal olarak z’den daha iyi olarak değerlendirilmeli.
Dolayısıyla liberal değerler açısından kimsenin okumaması 1’in okumaya
zorlanmasından iyi ve 2’nin okumasına izin verilmesi kimsenin okumamasından iyi.
Yani, toplum y’yi z’ye, z’yi x’e tercih etmeli. Bu kitabın 2’ye teslimi ile mutlu
şekilde bitebilir fakat bu bir Pareto inferior alternatif olduğundan, iki insana göre de
1’in okumasından daha kötüdür, yani x Pareto üstün y’dir. Düşünülen her çözüm
diğer çözümden daha iyidir. Pareto ilkesi ve liberalizm ilkesi veri iken seçim
tutarsızlığı ortaya çıkmaktadır.
Sen bu örnekle Pareto ilkesi ile liberalizmin uyuşmazlığını sergilemektedir.
Sen, birey özgürlüğünün kesin olarak garanti edilebilmesi için, toplumsal seçim
kurallarına bağlılığın yerine, kişisel seçimlere karşılıklı saygıya dayanan bireysel
değerlerin geliştirilmesine önem verilmesi gerektiğine inanmaktadır.
Arrow’un “Genel Olanaksızlık Teoremi”nde olduğu gibi Sen de
sınırlanmamış alan koşulunu kullanmıştır. Ancak Arrow’dan farklı olarak, toplumsal
tercihlerin geçişliliği varsayımına dayanmamıştır. Katı geçişliliği (strict transitivity)
de farksızlığın geçişliliğini de kullanmayan Sen, her bir seçim durumunda en iyi
alternatifin varlığını varsaymıştır. Toplumun x’i y’ye, y’yi z’ye tercih ettiği ve z ile
x’in farksız olduğu durumun geçişsizlik nedeniyle Arrow tarafından ele
alınamayacağına dikkat çeken Sen, bu durumu dikkate almasını, alternatif x’in en az
diğer iki alternatif kadar “en iyi” olmasına bağlamaktadır.
57 Bu teoremin kanıtı için bkz. (Ek 3).
65
Koyduğu gerekliliklerin çok ılımlı olmasına rağmen hala olanaksızlığın
ortaya çıktığını ifade eden Sen, Arrow’un çok tartışmalı ilgisiz alternatiflerin
bağımsızlığı koşulunu da kullanmamaktadır. Bu koşulun rahatlatılmasının Arrow
ikileminden kaçışın cazip bir yolu olarak göründüğünü dile getiren Sen, teoremin bu
koşul empoze edilmeden de tuttuğunu göstermiştir. Pareto ilkesini Arrow’da olduğu
gibi zayıf formunda kullanan Sen, biri x’i y’ye tercih ettiğinde ve herkes x’in en az y
kadar iyi olduğunu söyleyince x’in sosyal olarak iyi olduğunu zorunlu olarak
gereksinmemiştir. Sen, herkes x’i y’ye tercih ettiğinde x’in sosyal olarak y’den iyi
olma zorunluluğunu ihlal edecek ortak seçim kuralına sahip olma olasılığına izin
vermektedir.
3. Amartya K. Sen’nin Olanıksızlık Teorisi Üzerine Tartışmalar
Sen’in makalesinin ardından Pareto ilkesi ve liberalizmin uyuşmazlığına
ilişkin bir dizi tartışma yaşanmıştır. Fine (1975), Sen’in liberalizm anlayışını, “belli
kişisel alternatifler üzerinde birey kendi tercihlerini yapabilmeli” şeklinde ifade
ederek, Sen’in liberalizminin sosyal seçimde bir koşul olarak ortaya çıktığına dikkat
çekmektedir. Sen’in kitap örneği üzerinden yaptığı analizin ise bireysel ve toplumsal
liberalizm ayrımı yapmadığı için biçimsel kaldığının altını çizmektedir.
Sınırlanmış (diğerinin tercihini gözeten) bireysel tercihleri gündeme getirerek
analizini genişleten Fine, başkası tarafından yapılabilen seçim üzerinden tercih
olasılığını kullanmıştır. Sen’in verdiği kitap örneğini takip eden Fine, “kitabı okuma
kararını sizin vermenizi tercih ederim, fakat, okumama yönünde karar vermeniz daha
iyi olur” ifadesinin ne tutarsız ne de liberallikten uzak olduğuna dikkat çeker. Bu
durumda tercihler diğerinin tercihlerine bağlanmaktadır. Bu ilişki karşılıklı ise,
bireylerin karşılıklı bağımlı tercihlere sahip olduğu söylenmektedir.
Fine ayrıca, gerekli istekler ve bireysel istekler ayrımı da yapmıştır. Buna
göre, A ve B gibi iki kişi ve x gibi tek bir seçenek olsun. B x’i isterse A x’i istiyor. A
x’i, B’nin x’i istemesini isteyince istiyorsa, A gerekli olarak x’i istiyor demektedir.
Bir birey bireysel özgürlüğü ihlal etmeden gerekli bir isteği açıklayabildiği için
gerekli istekler analize katkı sunmaktadır. Gerekli isteğin tatmini, diğer şeyler
eşitken, Pareto ölçütüne bağlı kalınırsa, arzu edilir olmaktadır, öyle ki gerekli istekler
66
Paretocu bir toplumda karar vermeye katkı sunar. A ve B ikisi de gerekli olarak x’i
istiyorsa x Pareto optimaldir.
Gerekli istek tanımı üzerinden kitap örneğine tekrar dönersek, şehvet düşkünü
esasen erdemlinin kitabı okumasını istiyor. Ancak ikinci tercihi kendisinin de kitabı
okumaktan yana kullanıyor. Erdemli esasen şehvet düşkününün de kendisinin de
kitabı okumasını istemiyor. Bu durumda şehvet düşkününün gerekli isteği
erdemlininki ile çelişiyor (tersi de doğru).
Sosyal seçim için liberal ve erdemli z’yi x’e tercih edebilir (şehvet düşkünü
x’i z’ye tercih ettiği için liberal değil). Şehvet düşkünü tarafından y z’ye tercih
edilebilir (fakat erdemli liberal değil). Sonuç olarak ittifakla xPy olabilir. (ikili seçim
üzerinde Pareto ölçütünün zayıf formu). Bu topluma xPyPzPx gibi bir çevrim ve
olanaksızlık verir. Fakat Fine’a göre bu sonuç sürpriz değil, çünkü ittifakla liberal
olmayan sosyal seçim koşulları olan bir toplumda liberalizm karşıtlık üretmek
durumundadır. Yukarıdaki tartışma bireysel ve toplumsal liberalizm ayrımı
yapmadığı için biçimsel kalmaktadır. Buna rağmen, bireysel tercihlerin
liberalleştirilmesi ile olanaksızlığın önlenebileceğinin gösterilmesi yeterlidir.
Eğer ikisi de kendi gerekli isteğinin isteklerinden daha önemli olduğunu
düşünüyorsa, şehvet düşkününün kitabı okuması ve erdemlinin kitabı okumaması
Pareto etkin değildir, çünkü her ikisi, erdemli kitabı okursa ve şehvet düşkünü
okumazsa daha iyi duruma geliyor. Bu bir çelişki değil fakat tanımlandığı haliyle
bireysel liberalizm, liberal topluma ilişkin fikri oluşturmada yetersiz kalmaktadır.
Çünkü, liberal toplum erdemlinin kitabı okumadığı, şehvet düşkününün kitabı
okumadığı bir toplumdur.
Fine, liberal toplumda her bireyin kitabı okuyup okumamaya kendisi karar
vereceğini hatırlatarak, şehvet düşkünü kitabı okumayı seçer, erdemli okumamayı
seçerse, Pareto etkin olmayan sonuç ortaya çıkmakta ve olanaksızlık teoremi
tutmaktadır. Ancak, Fine seçimlerin özgür yapılıp yapılmadığının bilinmediğine
dikkat çekerek, tutuklunun çıkmazının değişik bir biçiminin ortaya çıktığını dile
getirir. Erdemli kitabı okumamayı, şehvet düşkünü okumayı seçmektedir, fakat eğer
her biri bireysel olarak kendi çıkarına göre davranırsa, toplum için sonuç Pareto
67
etkinsiz olmaktadır. Sosyal liberalizm yerine bireysel liberalizm seçilirse, (herkesin
kararını kendisi vermesi anlamında), Paretocu bir toplumda olduğu için bu sosyal
liberalizmi ifade etmektedir.
Fine’a göre, erdemlinin (şehvet düşkününün) tercihleri yukarda gösterildiği
gibiyse, sosyal seçim erdemlinin kitabı okumamasını (şehvet düşkününün okumasını)
getirecektir. Bu Pareto ölçütü ile birleşince Sen’in olanaksızlık teoremi ortaya
çıkmaktadır. Bireysel liberalizm (diğerlerinin tercihlerine saygılı olma anlamında) ile
Pareto koşulu liberal bir toplumu üretmek için yeterli gelmemektedir.
Ng (1971), Sen’in olanaksızlık teoreminin tercihlerin göreli yoğunluğu
hesaba katılmadığı durumda geçerli olduğunu belirterek, Pareto ilkesi ve liberalizmin
doğasında çelişkili olmadığını ileri sürmektedir.
Sınırlanmamış alan koşulu ile Pareto ilkesi ve liberalizmin uyumsuz hale
geldiğini savunan Ng, Koşul L’nin, bazı bireylerin “özel meselesi” (kişinin duvarının
rengi gibi) olması gereken seçimlerde toplumun bireye belirleyici olma gücü
tanıması gerektiğini ifade ettiğini kaydetmektedir.
Genel Olanaksızlık Teoremi’nde sadece sıral tercihler dikkate alındığı için
geçerli olduğunu dile getiren Ng, tercih yoğunluğu ya da sayal sosyal seçim
yaklaşımları kullanıldığında, sosyal seçim paradoksunun çözülebileceğini öne
sürmektedir. Sayal faydanın bireyler arası karşılaştırmanın bir çeşidi olarak
kullanıldığını belirten Ng, sosyal seçim probleminin bireysel tercihlerden sosyal
tercih ya da seçim fonksiyonunu türettiğini anımsatmaktadır. Dolayısıyla, bireyler
arasındaki tercih yoğunluklarını karşılaştırmak için bir yöntem yoksa, bu
yoğunluklara ilişkin bilgi çok fazla yardımcı olmamaktadır. Bununla birlikte, farklı
bireylerin tercih yoğunluklarını bilmek ve karşılaştırmak zor olduğu için, liberalizm
bu zorluklar göz önüne alındığında sosyal seçim problemine kısmi çözüm
getirebilmektedir. Kişiye özgü meselelerin çoğunluk oylaması ile kararlaştırılması
arzu edilmediğinden, böylesi durumlarda liberalizm çoğunluk kuralına bir alternatif
olarak görülebilmektedir.
68
Sen’in koşulları açısından durumu değerlendiren Ng, Koşul L’nin
uygulanabildiği her yerde, Koşul U’nun genellikle uygulanamayacağını
belirtmektedir. Birey 1’in x ve y alternatifleri üzerinde belirleyici güce sahip olduğu
yerde, diğer bireyler y’yi x’e tercih edememektedirler.
Sen’in ortaya koyduğu Koşul L ve Koşul U birlikte ele alındığında Pareto
ilkesi genelde sürdürülemez olmaktadır. Koşul L’nin liberalizmi yeterince
veremediğini belirten Ng, bundan dolayı liberalizmin doğal olarak Pareto ilkesi ile
tutarsız olduğunun ileri sürülemeyeceğini ifade etmektedir. Ng’ye göre, Sen’in
teoremi mantıksal olarak geçerli olsa da, pratikte önemi azalmaktadır. Bu,
liberalizmin pratiğinin her zaman Pareto ilkesi ile tutarsız olduğu sonucuna
götürmemektedir Ng’yi. Sen’in kitap örneğinde liberalizmin Pareto ilkesi ile
çelişkide olmasının nedeninin, bir bireyin kitabı okumasının dışsal olarak diğerini
etkilemesinde gören Ng, liberalizmin okuma kişinin “kendi işi” olması gerektiği
varsayımının bu durumda ihlal edildiğine dikkat çekmektedir. Ng, liberalizm ve
Pareto ilkesi arasındaki uyuşmazlığın kaynağını şu şekilde ifade etmektedir:
“Liberalizmin uygulaması 10 olayın dokuzunda sosyal iyileşmeye yol açmaktadır,
fakat Sen’in örneğinde olduğu gibi tersi de olabilir. Liberalizm, kişi neden
hoşlanıyorsa yapabilir anlamına gelmiyor; liberalizm, sadece kişi diğerlerini önemli
ölçüde etkilemediği sürece istediği şeyi yapmasına izin verir. ...liberalizmin
uygulanması genellikle mutlaka bazı “etkinsizliklerle” sonuçlanır. Bu, Pareto ilkesi
ile liberalizmin ruhunun doğasında tutarsızlığından ziyade pratik uygunluk
gereğinden kaynaklanmaktadır” (Ng, 1971: 1400).
Peacock ve Rowley (1972) Sen’in liberal değerlerin Pareto ilkesi ile çatıştığı
iddiasını gelirin yeniden dağılımı ile ele birlikte ele alarak, özellikle piyasa
tökezlemesi ve kamu sektörünün genişlediği yerlerde liberal değerler ile Pareto
ilkesinin birleştirilmesinden çekinilmesi gerektiğine inanmaktadır. “Sosyal ve politik
felsefeden türetilen liberal politika önerileri Pareto ilkesiden türetilen ekonomik
etkinlik tartışmalarının altında yatanlardan çok daha kapsamlıdır” diyen yazarlar,
Paretocu refah iktisadına yerleşmiş bulunan değer varsayımlarının liberal bakış açısı
ile çok yakın ilişki içinde olduğunu, özellikle Paretocu refah iktisadının tüketici
69
egemenliği kabulünün liberal bakışla yakın ilişki içinde olduğunun uzun bir süre
varsayıldığını belirtmektedirler.
Sen’in, liberal değerlerin Pareto ilkesi ile çatıştığını, gelir dağılımı paterni
üzerine yazanların da Pareto ölçütünün yeniden dağılımı nakit olarak değil, fikir
olarak desteklediğini gösterdiğini aktaran yazarlar, liberallerin politika önerilerinin
Paretocu refah ölçütü ile uyuşmadığında üzülmeleri ya da rahatsızlık duymaları için
gerek olmadığını ve liberal konum ile iddia edilen tutarsızlığın bir mitten öteye
gitmediğini ileri sürmektedirler.
Paretocu refah iktisadının temel değer yargısı olan bir bireyin refahını artıran
bir değişimin (kaynak dağılımındaki bir değişim) kimsenin refahını düşürmemesi
durumunda sosyal refahı artırıcı kabul edilmesi, açıkça farklı bireylerin ekonomik
refahını karşılaştırmayı imkansız olarak görmektedir. Bir değişme birilerinin refahını
diğerlerinin refahı pahasına artırdığında, Pareto modeli sessiz kalmaktadır. Telafi
ilkesi bunu aşabilecek gibi görünmesine rağmen pratik problemler çıkmaktadır.
Kaldı ki ilke telafi edilme potansiyeline odaklanmaktadır. Yazarlara göre bu nedenle
Pareto ilkesi kamu politikası yaklaşımında statükoyu sürdürme yanında tavır
almaktadır.
Yazarlar, liberal felsefenin, bireysel özgürlük üzerine konan devlet ya da özel
kesimlerden kaynaklanan sınırlamaları maddi refahtan fedakârlık pahasına da olsa
minimize etmek istediğini belirterek, ekonomik etkinlik üzerinden oluşturulan
ekonomik özgürlüğün liberal felsefe için ikincil bir destekten fazlasını
sağlamayacağına dikkat çekmektedirler.
Liberal felsefe bireysel özgürlüğe temel tehdidin, ekonomik ve politik gücün
yurttaşlar, bürokratlar ya da devlet elinde yoğunlaşmasından kaynaklandığına
inanmaktadır. Gücün ortaya çıkmasını önleme ve var olan gücü dağıtma konusunda
piyasada var olan mekanizmalar daha iyi test edilebildiği ve bunlara kamu
sektöründeki eşdeğer mekanizmalardan daha çok güvenildiği için, liberaller kamu
sektörünün büyüklüğünü sınırlamak ve devletin yasa düzenini sürdürme anlamındaki
temel önemini vurgularken, ekonomik önemini perdelemektedirler. Yazarlara göre,
liberaller açıkça piyasa süreci aracılığıyla gönüllü mübadeleyi teşvik eden sistemi ve
70
rekabetçi kapitalizmin böylesi bir sisteme en güçlü korumayı sağladığı inancını
tercih etmektedirler. Ayrıca, demokratik gelenek içinde köklenen adem-i
merkeziyetçi hükümet inancı ve devletin kendini oluşturan bireylerden bağımsız
olduğuna ilişkin felsefeye de büyük düşmanlık beslemektedirler.
Yazarlar, liberal felsefe ve Pareto ilkesi arasındaki ilişki hakkındaki
düşüncelerini şu şekilde bağlamaktadırlar:
Liberal felsefenin, Pareto ilkesinin bireylerin refahına doğrudan ilgi gösteren ve
herhangi bir organik devlet kavramını reddeden birinci değer varsayımı ile
problemi yoktur. Bununla birlikte, liberalizm ile Pareto ilkesinin hayati ikinci
varsayımı (sosyal refah bireysel refahların fonksiyonudur şeklindeki) arasında
karşılaştırma yapma gereği yoktur. Problem bireylerin piyasa tökezlemesine
neden olacak ya da uygulanabilir piyasa çözümünün bulunduğu koşullar altında
var olan bürokrasiyi koruma yönünde bir tercih açıklaması durumlarında ortaya
çıkmaktadır. Pareto ilkesi açıktır- bireysel tercihler nihai hakemdir. Fakat
liberal, piyasa mübadelesine pozitif fayda yükleyen geniş değer sistemi içinde
durumu değerlendirmek zorundadır ve kamu politikasının ekonomik teorisini
çok fazla saran tarafsız ve her şeyi bilen hükümet kavramına kuşkuyla yaklaşır
(Peacock ve Rowley, 1972: 489).
C.Piyasa Merkezli Refah İktisadına Eleştirel Bir Bakış: Amartya K. Sen
Amartya Kumar Sen, neoklasik iktisada getirdiği eleştiriler ve bu geleneğin
araç, yöntem ve kavramlarına alternatif olarak geliştirdiği kavramlarla dönemin en
önemli iktisatçıları arasında sayılmaktadır.58 Kalkınma ve refah iktisadı yazınına
yaptığı teorik katkıların yanı sıra yoksulluk sorununa ilişkin yaptığı ampirik
çalışmalarla da önemli katkılarda bulunmuştur. Yoksulluğu yiyecek yetersizliğiniin
sonucu olarak değil de bölüşüm problemi olarak görmesi Sen’i neoklasik
iktisatçılardan farklılaştıran önemli özelliklerindendir (Devereux, 2001: 258). Sen’in
yaklaşımı, piyasa ve neoklasik iktisat karşıtı olarak tanımlanmaktadır (Desai, 2001:
213). Dolayısıyla rekabetçi piyasa mekanizması ile refah arasında Pareto optimumu
kavramı üzerinden kurulan doğrudan bağlantıya en güçlü eleştirilerden biri Sen’den
gelmiştir. Sen Paretocu refah iktisadının sorunlarını ortaya koymanın yanı sıra refah
71
kavramına yaklaşımın tamamen değişmesi gerektiğine vurgu yapmış, alternatif
olarak da “eylem kapasitesi” (functioning) ve “yapabilirlik” (capability) kavramlarını
sunmuştur. Bu kavramlar aracılığıyla Sen ne bireyin ne de toplumun refahının
ekonomik alanla sınırlanamayacağını göstermiştir. Sen, temelde genel olarak klasik
ve neoklasik iktisadın birey (homo economicus) kavramlaştırmasına özelde refah
iktisadının tanımlanan bu bireyin egemenliğine dayalı analizlerine ve refahın
malların varlığı ve yokluğına ya da azlığı ve çokluğuna bağlı olarak tanımlanmasına
karşı çıkmıştır. Sen, refahın ekonomik refah ve genel olarak refah olarak ayrı ayrı ele
alınmasının yarattığı problemlere dikkat çekerken, mal uzayından yapabilirlik
uzayına geçilmesi gerektiğini dolayısıyla rekabetçi piyasaya bağımlı bir refah
analizinden uzaklaşılması gerektiğini savunmaktadır.
Bu bölümde Sen’in yukarda genel hatları verilen yaklaşımı incelenirken, ilk
aşamada Sen’in refah iktisadına ilişkin değerlendirmeleri genel olarak verilecek,
ardından alternatif olarak gündeme getirdiği kavramlar ve katkıları incelenecektir.
Sosyal seçim teorisi alanındaki yaklaşımı daha önceki bölümde ele alındığı için bu
bölümde tekrar girilmeyecektir.
Sen (1979), refah iktisadının özelliklerini refahçılık (welfarism), sıral fayda
yaklaşımı, faydaların karşılaştırılamazlığı ve Pareto tercih kuralı şeklinde
sınıflandırmakta ve aşağıdaki şekilde tanımlamaktadır:
Refahçılık, sosyal refah, bireysel fayda düzeylerinin bir fonksiyonudur, yani
herhangi iki sosyal durum bütünüyle bu iki duruma ilişkin bireyseler faydalar
temelinde sıralanmalıdır (durumların fayda dışı özelliklerine bakılmamaktadır).
Diğer taraftan sıral yaklaşım, sosyal refah yargılarında sadece bireysel fayda
fonksiyonlarının sıral özellikleri kullanılmalıdır. Bunlar sırasıyla;
Karşılaştırılamaz faydalar: Sosyal refah sıralaması, farklı bireylerin
faydalarının karşılaştırılmasından bağımsız olmalıdır.
Pareto tercih kuralı: Herkes x’te en az y’deki kadar faydaya sahipse ve
bazıları x’te y’den daha çok faydaya sahipse x y’den sosyal olarak daha iyidir.
58 Sen 1998 yılında Nobel İktisat Ödülünü almıştır.
72
Sen’e göre, refahçılık, ortak seçim yazınında kullanılan “yansızlık”
koşulunun güçlü bir versiyonudur ve herhangi bir durum çiftinin sosyal
sıralamasının, durumların fayda dışı özelliklerine karşı tarafsız olmasını talep eder,
yani dikkat özellikle alternatif durumların fayda bilgisine yönelik olmak zorundadır.
Sen, refahçılık ile Pareto tercih kuralının birleştirilmesini doğal görmektedir. Çünkü
sosyal refahın –bireysel faydaların bir fonksiyonu olduğu sürece- bu faydaların artan
bir fonksiyonu olması beklenmelidir. Buradan Pareto içerikli refahçılık tanımına
geçilmektedir. Buna göre, sosyal refah, kişisel fayda düzeylerinin artan bir
fonksiyonu olması dolayısıyla hem refahçılık hem de Pareto tercih kuralını
sağlamaktadır (Sen, 1979: 538).
O’na göre faydacılığın refah iktisadına klasik yaklaşımı geri getirmektedir.
Faydacılık, farklı bireylerin kişisel çıkarlarını toplayarak sosyal çıkara ilişkin
yargıları elde etme şeklinde ifade edilebilecek faydacı hesabı kullanmaktadır (Sen,
2001: 58). Toplumun toplam faydasına yoğunlaşan faydacılık Sen’e göre bu
toplamın dağılımına karşı ilgisizdir (Sen, 1999: 351). Faydacılık, Pareto içerikli
refahçılığı getirmekte, bireyler arasında karşılaştırma yapılabileceğini kabul etmekte
ve sayal bireysel fayda yaklaşımını benimsemektedir. Refah iktisadının bireyler arası
karşılaştırmaların yapılabilirliği ve faydanın sayal kabul edilmesine itirazı ile sıral
fayda yaklaşımı ve faydaların karşılaştırılamazlığı sağlanması gereken ek özellikler
olarak ortaya çıkmıştır. Sen, yeni refah iktisadının, tüm bu özellikleri meşru kabul
ettiğini belirterek, Arrow’un öncülük ettiği sosyal seçim teorisinin de Pareto ilkesinin
ve refahçılığın zayıf versiyonunu kullanmasına rağmen bu koşulları kabul ettiğini
dile getirmektedir. Sen’e göre, standart genel denge teorisinde, Pareto opimalite ve
ilgili ölçütlere yoğunlaşan refah iktisadı önermeleri, sıral ve karşılaştırılamaz
faydalarla birlikte Pareto içerikli refahçı çerçevenin ötesine gitme ihtiyacı da
duymamıştır.
Ancak Sen, faydacılığın refah iktisadının şekillenmesinde etkili olduğunu da
teslim etmektedir. 1930’larda refah iktisadında Robbins’in eleştirileri ile başlayan
değişim süreci, faydaların toplanabilirliği varsayımı (sayal fayda) ile birlikte
faydaların karşılaştırılabilirliğine de yönelmiş ve bireyler arası fayda
karşılaştırmalarının bilimsel olmadığı sonucuna varılmıştır. Bu yönelimi eleştiren
73
Sen, refah iktisadının bu tepkilerin sonucu olarak bireyler arası karşılaştırmaları
yapmaksızın farklı bireylerin sosyal durumlara ilişkin yaptıkları sıralamalar üzerine
temellerini attığına dikkat çekmektedir. Sen, faydacılık ve faydacı refah iktisadının
bireyler arasındaki fayda dağılımı konusunda yaklaşımlarının oldukça farklı
olmasına karşın, bireyler arası karşılaştırmaları dışlayan yeni sistemin sosyal seçimin
çizdiği bilgisel temele indirgendiğinin altını çizmektedir. Çünkü, farklı bireylerin
fayda sıralamalarının bireyler arası karşılaştırmalar yapılmaksızın kullanılması,
analitik olarak sosyal seçimi yaparken oylama bilgisinin kullanımına oldukça
benzemektedir (Sen, 1999: 352).
1. Fayda Kavramının Sınırları ve Eylem Kapasitesi
Sen’in refah iktisadına temel eleştirisi onun refah algılayışını fayda kavramı
ve fayda bilgisi ile sınırlamasıdır. Sen’in genelde iktisat bilimine özelde ise refah
iktisadına getirdiği katkı, insan potansiyelinin geliştirilmesini refah ve kalkınma için
temel önerme olarak kabul etmesidir. Sen’e göre iktisat, eylem kapasitelerinin
geliştirilmesine eğilmelidir. Sen’in bu düşünceleri geleneksel iktisadi görüşle keskin
bir karşıtlık oluşturmaktadır. Çünkü, geleneksel iktisadi görüş daha fazla malın daha
etkin biçimde üretilmesine ve sonuçta faydanın ençoklaştırılmasına çalışmaktadır.
Sen bu nedenle, serbest mübadelenin bireylerin refahını ençoklaştıracağını savunan
geleneksel refah iktisadına karşı eleştirel bir konumda bulunmaktadır59 (Pressman,
2000: 92).
Sen (1997), klasik fayda teorisine getirdiği eleştirinin yanında J. Rawls’ın
adalet teorisini de kabul etmemiştir. Rawls da Sen gibi geleneksel refah iktisadı ve
faydacı ahlakın dayandığı fayda kavramını eleştirmektedir. Rawls faydanın bireysel
avantajların değerlendirilmesinde kullanılan tek kavram olmasını kabul etmemekte,
refahçılığı reddetmektedir. Rawls fayda yerine “birincil mallar” kavramını ortaya
atmıştır. Birincil mallar, kişinin amaçlarına ulaşması için gerekli araçlar, haklar,
özgürlükler, olanaklar, gelir, servet ve kişinin kendine saygısının sosyal
temellerinden oluşmaktadır.
59 Sen’in piyasa mekanizmasının iktisattaki analizine ve Pareto optimumu ile ilişkisi hakkındaki görüşleri ve piyasa özgürlük bağlantısına ilişkin değerlendirmeleri için bkz. (Sen, 1993)
74
Sen, Rawls’ı aynı birincil mal sepetine sahip olmasına karşın yine de insanlar
arasında eşitsizlik olabileceğine dikkat çekerek eleştirmiş ve birincil mallar
yaklaşımını yetersiz olarak değerlendirmiştir. Sen, aynı birincil mal sepetine sahip ya
da daha büyüğüne sahip olmasına karşın (örneğin daha pahalı zevkleri olduğu için)
daha az mutlu olan bir insanın varlığı durumunda Rawls için fayda uzayında
adaletsizliğin söz konusu olamayacağını belirtmektedir. Çünkü Rawls kişinin
tercihlerinin sorumluluğunu alması gerektiğini savunmaktadır. Sen eşitsizlik
sorununun analizi için ne birincil mallar ne de fayda uzayının uygun olduğunu
düşünmektedir. Çünkü kişinin amaçlarına ulaşmak için sahip olduğu gerçek
olanaklara yoğunlaşıldığında kişinin sahip olduğu birincil mallar yeterli gelmemekte,
kişisel özelliklerine de (sakatlık, yaşlılık, hastalık gibi) bakılması gerekmektedir
(1997: 196-197).
Refahçılık, faydacılık ve Rawls’ın yaklaşımına getirdiği eleştirilerle birlikte
Sen “eylem kapasitesi” (functioning) kavramını ortaya atmıştır. Eylem kapasitesi,
kişinin yapmak ya da olmak isteyebileceği çeşitli şeyleri yansıtmaktadır. Değerli
eylem kapasitesi (valued functionings) kavramı ise yeterli beslenme gibi temel
olanlardan ayrılmakta, daha karmaşık faaliyetler veya toplum içinde yer alma,
özsaygıya sahip olma gibi kişisel durumları ifade etmekte kullanılmaktadır. Kişinin
“yapabilirlikleri” ise kişinin ulaşabileceği işlevselliklerin alternetif bileşimine
gönderme yapmaktadır. Sen’e göre yapabilirlik, bir tür özgürlük (freedom)’tür:
Yapabilirlik alternatif eylem kapasitesi bileşimlerine ulaşmak için özsel (substantive)
özgürlük (yani çeşitli hayat tarzlarını elde etme özgürlüğü)’tür (Sen, 2001: 75; Sen,
1997: 199-203). Ya da malik olunan veya ulaşılan mal ve hizmetleri kullanabilme ve
bireysel-sosyal haklardan yararlanabilme, bunlara ulaşabilme kapasitesidir (İnsel,
2000: 17).
Sen’e göre, kişinin sahip olduğu her bir eylem kapasitesi reel sayılarla
gösterilebilir ve böylece kişinin aktüel başarısı işlevsellik vektörü olarak görülebilir.
“Yapabilirlik seti” kişinin seçebileceği alternatif eylem kapasitesi vektörlerinden
oluşur. Kişinin işlevsellik kombinasyonu onun aktüel başarısını gösterirken, yeti seti
kişinin seçebileceği alternatif eylem kapasitesi bileşimlerinden başarma özgürlüğünü
sergiler (Sen, 2001: 74-76; Sen, 1997: 199-203).
75
Sen, fayda kavramının sınırlarını görerek, faydayı refah yerine eylem
kapasitesi olarak tanımlamayı tercih etmiş ve böylece, eylem kapasitesi olarak
tanımlanan fayda, seçim ve özgürlük kavramları içinde ifade edilen sorunsala
yaklaşmıştır. Sen’e göre refah yegane değer değildir ve fayda refahı tatmin edici
biçimde temsil etmez. Ancak, faydacı geleneğin ve refah iktisadının sonuçcu
yapısına karşı çıkan Sen, eylem kapasitesinin ortaya çıkardığı ürünle değil
kapasitenin kendisiyle ve geliştirilmesiyle ilgilidir. Dolayısıyla, “özgür kişi A
amacına ulaşmıştır” gibi bir ifade Sen’i ilgilendirmez. O’nun için değerli olan
özgürlüğün kendisidir, onunla elde edilenler değil. Dolayısıyla Sen, özgürlüğün,
kişinin değer verdiği amaçlara ulaşmak için fırsat sunması olarak tanımladığı “fırsat
boyutu” kadar, kişinin seçim sürecinde bağımsızlaşabilmesi anlamındaki “süreç
boyutu” ile de ilgilenmektedir (İnsel, 2000: 16; Sen,1993: 522). Sen mallardan
ziyade insanlar üzerine yoğunlaşmaktadır. Yapabilirlik, temel ihtiyaçlar, yetkinlik
(entitlement) gibi kavramlar buna izin vermektedir. O’na göre, fırsat eşitliği refah
için en önemli unsurdur. Önemli olan insanların gelirleri ile ne alabileceği değil, ne
yapabileceğidir (Pressman, 2000: 96). Özgürlük istenildiği gibi yaşama yetisi
tarafından değerlendiriliyorsa (ve kalkınma özgürlüğün artırılması ile sağlanacaksa),
meta uzayı özgürlüğü değerlendirmek için uygun değildir (Sen, 1993: 532).
Sen, bireysel eylem kapasitelerinin bireyler arası karşılaştırma yapmak için
fayda karşılaştırmalarından daha uygun olduğunu düşünmektedir (Sen, 2001: 76).
Sen, refah iktisadının Robbins’i takip ederek bireyler arası karşılaştırmalardan
bilimsellik adına uzaklaşmasını ve Paretocu çizgisini eleştirmektedir. Sen’e göre,
Pareto etkinlik fayda dağılımına (ya da gelir) karşı bütünüyle ilgisiz kalmakta ve
bölüşüme dair yargılarda bulunmaktan kaçınmaktadır. Ayrıca Pareto ilkesini temel
alarak teorisini kuran refah iktisadının eşitsizlik sorununu ele almaya elverişli
analitik ve teorik olanaklar sunamamaktadır (Sen, 1993: 521; Sen, 1997: 195). Bu
nedenle müthiş bir açlıkla çok büyük bir bolluğun aynı yerde, yan yana olmasını bir
optimal denge noktası olarak kabul edebilir. Bu durum, iktisadın refah toplumu ve
ona ulaşmak için önerdiği refah ekonomisi yöntemlerinin ahlaken kabul
edilebilirliğinin sorgulanmasını gerektirir. İnsel’e göre, Sen Pareto optimumuna
yönelttiği eleştirlere karşın onun kuramsal geçerliliğini reddetmez ama geçerlilik
alanını daraltır. Sen’e göre refah ekonomisi, kendini etik dışı tuttuğundan ve
76
faydanın bireyler arasında karşılaştırmasından vazgeçtiğinden beri, çok büyük bir
içerik fakirleşmesi yaşamıştır (İnsel, 2000: 13).
Sen, herkesin kapsamlı avantajını değerlendirebilecek ve bireyler arası
karşılaştırma yapabilecek tek bir homojen şey (“gelir” ya da fayda” gibi) varsayıp
meseleye gözü kapatmanın (ihtiyaçların, kişisel durumların ve diğer başka şeylerin
çeşitliliğini varsaymadan) problemi çözmek yerine sadece problemden kurtulmayı
sağlayacağına dikkat çekmektedir. Sen’e göre, refahın tercihlerin karşılanması olarak
tanımlanmasının kişinin bireysel ihtiyaçlarıyla ilgili olarak bazı avantajlar
sunabileceğini ancak, bir toplumsal değerlendirme için merkezi öneme sahip bireyler
arası karşılaştırma yapmak için uygun olmadığını düşünmektedir. Sen, tüm
sınırlamalara uyulsa da bireyler arası karşılaştırmaları yapmak için kullanılan kavram
setinin yetersizliğini şu sözleriyle ortaya koyar:
Her bir kişinin tercihini60 kişinin refahının nihai hakimi olarak alsak da, refah
dışındaki her şey (özgürlük gibi) göz ardı edilse de ve herkesin –çok özel bir
durum olarak- aynı talep fonksiyonuna ya da tercih haritasına sahip olduğu
kabul edilse de mal demetlerinin piyasa değerlendirmelerinin karşılaştırılması
(ya da mal uzayında farksızlık haritasının sistemdeki göreli yerleri) bize bireyler
arası karşılaştırmalar hakkında çok az şey söyler (Sen, 2001: 76-80).
Sen (1997: 195)’e göre gelir ya da servet insanın gerçek olanaklarını
etkileyen faktörlerden sadece biridir. A, B’den daha çok gelire sahip olmasına karşın,
kronik hastalığı nedeniyle daha fazla sağlık harcaması yapıyor olabilir. Dolayısıyla
insanların gerçek olanakları yaş, cinsiyet, özel yetenek ya da yeteneksizlik gibi
bireysel durumlardan ve doğal ve sosyal çevredeki farklılıklardan etkilenmektedir.
Sen bu nedenlerle ekonomik eşitsizliğin sadece gelir dağılımındaki eşitsizlik olarak
alınmasının yetersiz olduğunu düşünmektedir.
Sen yoksulluğu sadece gelir eksikliği olarak görmemektedir. Yüksek gelire
sahip olmasına karşın politik katılım hakkına sahip olmayan biri olağan anlamında
yoksul kabul edilmese de önemli bir özgürlükten yoksundur (Sen, 1997b: 156).
Yoksulluk haklara ulaşabilme ve ulaşmayı talep edebilme eksikliğini de
60Sen’in tercih kavramına yaklaşımını değerlendiren bir çalışma için bkz. (Anderson, 2001)
77
barındırmaktadır. Bu açıdan “yoksulluk yoksunluğu içermektedir” (İnsel, 2001: 70).
Sen (1997a) refahı yapabilirlik yaklaşımı ile ele almayı tercih ettiği gibi yoksulluğu
da yapabilirlik eksikliği (capability failure) olarak tanımlamaktadır. Yani yoksulluk
sadece gelir düşüklüğü değil aynı zamanda belli temel ve gerekli ihtiyaçları elde
edememe olarak da tanımlanmalıdır. Dolayısıyla yoksulluk, açlıktan ya da yetersiz
beslenmeden ya da evsizlikten sakınma olanağından yoksun olunduğunda ortaya
çıkmaktadır61.
Gelir ve yapabilirlik arasındaki ilişkinin yaş, cinsiyet, toplumsal rollere, farklı
bölge ve ülkelerden etkileneceğine dikkat çeken Sen, sakatlık, hastalık ya da cinsiyet
gibi faktörlerin kişinin gelir kazanma yeteneğini düşüreceğini vurgulamaktadır.
Ayrıca gelirin aile içindeki dağılımının da yoksulluk yaratıcı olabileceğini düşünen
Sen, dünya standartlarında yüksek gelir elde etse de zengin bir toplumda fakir olan
bir kişinin göreli olarak daha büyük bir yapabilirlik mahrumiyeti yaşayacağını
belirtmektedir. Burada önemli bir eylem kapasitesi olarak yapabilirliği etkileyen
utanmadan toplum içinde yer edinme hakkından yoksunluk söz konusu olmaktadır.
Çünkü zengin toplumda fakir topluma göre bunun için daha fazla gelir harcamak
gerekmektedir (1997a: 209-213).
Sen (1997b), işsizliği de bu bağlamda değerlendirmektedir. İşsiz birey
işsizlik ödemeleri ile bir gelir elde etse dahi, işsizliğin neden olduğu diğer önemli
sonuçlara (özgürlük kaybı ve toplumsal dışlanma, cari gelir kaybı ve mali yük,
yetenek kaybı ve uzun dönem zarar, psikolojik zarar, işsizliğe bağlı gelir
eksikliğinden kaynaklı hastalık ve ölüm, çalışma güdüsünün eksilmesi ve gelecek
çalışma performansında da düşme, insan ilişkilerini ve aile hayatını kaybetme,
etnisiti ve cinsiyet farklılıklarının neden olduğu ayrımcılık, sosyal değerlerde ve
sorumluluklarda eksilme gibi) katlanmak durumunda kalacaktır.
2. Homo Economicus: Bir Sosyal Moron mu?
Sen, fayda ençoklaştırmasının insan davranışını yanlış tanımladığını
düşünmektedir. Kişiler sadece ekonomik çıkar güdüsü ile hareket etmemektedir. Sen,
61 Sen’in yoksulluk yaklaşımının yoksullukla mücadele programlarında yarattığı etki için bkz. (Oruç, 2001)
78
rasyonel fayda ençoklaştırmasını da eleştirmektedir. O’na göre rasyonel ekonomik
insan tam bir “sosyal moron”dur (Sen, 1977: 336). Sen’e göre gerçek hayatta
insanlar veri bir seçim seti üzerinden faydalarını ençoklaştırmazlar, sadece sonuçlar
refaha katkıda bulunmaz. Süreçler ve insan ilişkileri sonuçlar kadar önemlidir ve
bunlar geleneksel ekonomik düşüncede ele alınmamıştır. Sen’e göre tercihler insani
eylemleri belirlemez. Okuma yazma bilmeye değer vermeyen insanların, tercihlerine
göre hareket ettikleri varsayıldığında, okuma yazma öğrenmeme yönünde tercih
yapabilirler. Bu sonuca rağmen geleneksel refah iktisadı tercihlerin tatmin edilmesi
üzerinden bu tercihin refahı artırdığını kabul edecektir. Sen, standart refah iktisadının
tersine ekonomik ve sosyal politikaların insan refahını iyileştirebileceğini savunur
(Pressman, 2000: 95; Sen, 1977; 1997).
Sen’e göre sosyal ilişkiler, insan potansiyeli ve daha pek çok piyasada
satılmayan şey önemlidir. Tüm bunlar rasyonel ekonomik insanla başlayan ve özgür
mübadelenin sonuçlarını doğrulayarak bitiren geleneksel refah iktisadı içinde
kaybedilmiştir. Çünkü refah iktisadı bireysel faydaları karşılaştıramaz ve değer
yargıları yapmaktan çekinir. Sen, insanların çevreleri tarafından biçimlendirildiğini
ve bazı yaradılıştan gelen değerlere sahip olduklarını belirtmektedir. İyi çalışan bir
ekonomik sistemin tek amacının daha fazla mal ve hizmet sağlamak olmadığını ifade
eden Sen, bu sistemin insanların yaşamlarını geliştirmeyi amaçlaması gerektiğinin
altını çizmektedir (Pressman, 2000: 99).
79
D. Birinci ve İkinci Bölümün Genel Değerlendirmesi:
Piyasa kapitalizmle birlikte, sadece ekonominin değil toplumun da dengesinin
merkezi haline gelmiştir:
Adam Smith’in Ulusların Zenginliği kitabı ile başlatılan iktisadın miladı, aynı
zamanda Avrupa’da kapitalizmin toplumsal yapı üzerindeki kontrolünü giderek
yoğunlaştıracağı, piyasanın yalnızca mübadele ilişkisiyle sınırlı kalmayıp,
toplumda doğru ile yanlışı, hak ile haksızlığı belirleyen bir adalet alanı olma
işlevini yükleneceği bir dönemin yaklaşmakta olduğunun da habercisidir.
Ekonominin gündelik hayatın rutinleşmiş doğal ritminden kopuşuna yol açacak
olan bu dönüşüm, bireyin toplumsal yapıya yerleşik olan bağımlılık
ilişkilerinden görece özgürleşerek piyasa aklına tabi oluşunun da hazırlayıcısı
olacaktır (Köse ve Öncü, 2003: 93-94).
Ekonomik ve sosyal yapıdaki bu dönüşüm düşünsel alana da yansımış ve
kendini liberalizmle ifade etmiştir. Liberalizmin temel ideali özgürlüktür. Özgürlük
bir ahlaki yargıdır (Rowley ve Peacock, 1975: 79; Buğra, 2001:87). Özgürce
seçimlerini yapabilen bireyler ise toplumun temel aktörleridir. İktisadın bireyi çıkar
güdüsü ile hareket eden homo economicus’a indirgemesi iki nedenden
kaynaklanmaktadır. İlki özerk bir ekonomi alanının bilimsel yöntemlerle
incelenebilmesini sağlamak için bireyin bu tanımına ihtiyaç duyulmasıdır. İkinci
neden 18. ve 19. yüzyıl iktisatçıları için piyasanın eşitlik ve özgürlük alanı olarak
tanımlanmasında yatmaktadır. Değişim ilişkilerini belirleyen maddi çıkar dürtüsünün
temel davranış ilkesi olarak kabul edilişi insanın insan üzerindeki hakimiyetini
kaldırmakta, ekonomi dışı zor kullanımına gerek kalmaksızın işleyen bir ekonomik
sistem oluşturulmasına zemin hazırlamaktadır (Buğra, 2001: 88).
Polanyi, tarih ve antropoloji çalışmalarına dayanarak kapitalizm öncesinde
insan ekonomisinin, kural olarak, insanın sosyal ilişkilerinin içine yerleşmiş
olduğunu ifade etmektedir. O’na göre, insanın maddi zenginlik edinmekteki amacı
bireysel çıkarlarını koruma kaygısı değildir. İnsan sosyal haklarını ve sosyal
değerlerini korumak güdüsü ile hareket etmektedir. Maddi zenginlik de bu amaçlara
hizmet ettiği ölçüde değerli olmaktadır. Ne üretim ne de dağıtım süreci, mal
80
sahipliğiyle ilgili özel ekonomik çıkarlara bağlıdır (Polanyi, 2000: 8-89). Dolayısıyla
bireysel çıkarını takip etmenin insanın doğasından kaynaklandığı tezi yöntemsel
olarak tercih edilen bir basitleştirme olsa da doğruyu ifade etmemektedir.
Radikal politik iktisatçılar ise piyasanın güç ilişkilerince belirlendiğini
vurgulayarak birey egemenliğine karşı çıkmaktadırlar. Özgürce ayakta duran birey
yerine sosyal gruplara, özellikle de farklı çıkar ve güç derecelerine sahip birbiri ile
çatışan sınıflar üzerine yoğunlaşmaktadırlar (Holton, 1992: 106-107)62. Marx, 18.
yüzyılla birlikte ortaya çıkan ve iktisat biliminde metodolojik bireyciliğin
temellerinde bulunan bu bireyin bir doğa verisi olarak algılandığına, tarihsel
bağlarından koparıldığına dikkat çekmiş ve Smith ve Ricardo’nun incelemelerine
başlangıç kabul ettikleri tecrit edilmiş avcı ve balıkçısını yavan hayaller olarak
değerlendirmiştir. Tecrit edilmiş birey görüşünün ortaya çıktığı çağın paradoksal
biçimde bireyin toplumsal ilişkilerinin tarihte en çok güçlendiği çağa denk
düştüğünün altını çizmiştir. Marx, “toplum olarak üretimde bulunan bireyler- bundan
dolayı toplumsal bakımdan belirlenmiş bireylerin üretimi işte hareket noktamız”
diyerek kendi birey anlayışını ortaya koyarken liberal iktisadın bütün okullarının
varsaydığı bu birey anlayışını şu şekilde değerlendirmiştir:
18. yüzyıl peygamberleri için bir yandan 16. yüzyıldan beri gelişmiş olan, yani
üretim güçlerinden meydana gelen bu 18. yüzyıl bireyi, geçmişte yaşamış olan
bir ideal gibi görünmektedir. Onlar, bunda bir tarihsel sonuç değil tarihin
hareket noktasını görmektedirler, çünkü onlar, bu bireyi bir tarih ürünü olarak
değil, bir doğa verisi olarak.... değerlendirmektedir... Tarihte ne kadar gerilere
gidersek birey, o ölçüde, bir bağımlılık durumunda, daha büyük bir bütünün
üyesi olarak görünmektedir....tecrit edilmiş birey görüşünü doğuran çağ,
toplumsal ilişkilerin geçmişte görülmedik büyük bir gelişmeye ulaştıkları
çağdır. İnsan sözcüğün tam anlamıyla bir siyasal hayvandır, yalnızca toplumcul
bir hayvan değil, ancak kendini toplum içinde tecrit edebilen bir hayvandır
(Marx, 1993: 219-220).
62 Holton, radikal politik iktisatçıları Ricardo, Marx, Marksistler, Wallerstein gibi isimlerden oluşturmaktadır. Piyasayı doğal özgürlüğün mekanı yerine güç ilişkilerine göre işleyen bir kurum olarak gören bu iktisatçıların piyasa ve toplum ilişkisi üzerine görüşleri için Holton (1992: 104-146)’a bakılabilir.
81
Neoklasik refah iktisadı da, içinde bulunduğu toplumdan ve diğer insanlardan
tamamen yalıtılmış, iktisadi kâr ya da fayda ençoklaştırması güdüsüyle hareket ettiği
varsayılan bireyin egemenliğine dayalı bir teoridir. Refah iktisadı, liberalizmin
“özerk bir toplum, özgürce ayakta duran bireyler yaratma ve insanların mizaç ve
bilinçlerine göre rasyonel ve özgür seçimler yapabilmeleri” (Holton, 1992: 52)
hedeflerine uygun olarak teorisinin temeline birey egemenliğini yerleştirmiştir.
Homo economicus olarak tanımlanan bireylerin özgürce seçimlerini
yapabildiği alan ise piyasadır. Polanyi, kapitalist piyasayı, fiyat mekanizması
aracılığıyla kendi kurallarına göre işleyen piyasa olarak tanımlar. Merkantilist
dönemin düzenlenmiş piyasalarından 19. yüzyılda kendi kurallarına göre işleyen
piyasaya geçilmiştir. Bu piyasa, toplumun ekonomik ve sosyal düzeylere bölünmesi
gibi önemli bir talebi de beraberinde getirmiştir. Polanyi’ye göre, 19. yüzyıl
öncesindeki hiçbir toplumda, bu iki alanın ayrılığı söz konusu olmamış, ekonomik
düzen sosyal düzenin bir fonksiyonu olmuştur. “Ekonomik sistemin soyutlanmış ve
belirgin ekonomik amaçlara bağlanmış olduğu 19. yüzyıl toplumu, kendine özgü bir
sapmadır” (Polanyi, 2000: 118).
Kapitalizmin, 19. yüzyılda piyasa tarafından kontrol edilen ekonomiyi
toplumun üzerinde bir konuma çıkarması (Polanyi, 2000), inceleme nesnesi olarak
piyasaya indirgenen ekonomik alanı seçen iktisadın da diğer sosyal bilimlerle arasına
mesafe girmesini kolaylaştırmıştır. “Piyasa ekonomisinin yeniliği ve ilericiliği,
ekonomiyi ahlaktan ve siyasetten koparması dolayısıyla geçim koşullarını ahlaki
önyargılardan ve siyasi baskılardan arındırma iddiasındadır” (Buğra, 2003: 194).
İktisat, liberalizmin üçe ayırdığı toplumsal süreçlerden sadece birisini
oluşturmaktadır. Wallerstein (1991: 32, 136)’ın piyasaya ilişkin olan (üretimin yarı-
kamusal alanı), devlete ilişkin olan (kamusal alan ) ve kişisel olana ilişkin alanlar
olarak koyduğu bu alanlar, iktisat, siyaset bilim ve sosyoloji disiplinlerinin inceleme
nesneleri olmuşlardır. İktisadın diğer sosyal bilimlerden ayrışması 19. yüzyılın ilk
dönemine denk düşmektedir (Wallerstein, 1991: 133)63.
63 Polanyi, kendi kurallarına göre işleyen piyasanın toplumun ekonomik ve sosyal düzeylere bölünmesi talebini gündeme getirdiğini ifade etmektedir (Polanyi, 2000: 118). 19. yy aynı zamanda politik ekonomiden politik sıfatının atılması ile faydacı felsefenin iktisatçılarca benimsenmesinin eş anlı olarak gerçekleştiği çağdır (Wallerstein, 1993: 133)
82
Pareto (1971)’nun bir yöntem olarak ortaya koyduğu ekonomik olanın diğer
toplumsal süreçlerden soyutlanarak incelenmesi ve tanımlanan denge üzerinden bir
refah tanımına gitmesi, yukarıda aktarılan süreçle uyumlu bir yaklaşımdır.
Ancak Pareto ardıllarından farklı olarak ekonomik olguların politik ve sosyal
olgularla etkileşim ve bağımlılık ilişkisi içerisinde olduğunu kabul etmekte ve nihai
analiz aşamasında ekonomik alanın bilgisinin bu alanların bilgisi ile birleştirilmesi
gereksinimini vurgulamaktadır. Pareto’nun uyarısına rağmen, iktisadi politikanın
bilimi olarak kabul edilen refah iktisadı ekonomik alanla kendini sınırlayarak,
ekonomik refahı genel olarak refaha denk hale getirmiştir. Ekonomik alanın
ayrıştırılması refah iktisadında, refahın sadece parayla ölçülebilen ilişkilerce
tanımlanmasının da temelinde yatmaktadır. Piyasa ekonomik alanın ve toplumun
işleyişinin merkezi haline geldiği için refahı, piyasada alınıp satılabilen şeylerin
varlığı ya da yokluğu, azlığı ya da çokluğu belirlemektedir.
Refahın ölçülebilir bir kavram haline getirilmeye çalışılması aslında pozitivist
yöntemin etkisini yansıtmaktadır. “Pozitif ölçütler koymak adına bilimsel üretim
tamamen ölçülebilen şeylere” indirgenmektedir (Özaktaş, 2003: 154). Ancak,
refahta olduğu gibi “kavram ölçülemeyecek kadar zenginse, ... ölçülebilir hale
getirinceye kadar” (Özaktaş, 2003: 152) fakirleştirilmelidir. Refah iktisadının, refah
tanımı da bu yaklaşımın bir sonucu olarak görülebilir. Refah teorisi, toplumsal refahı
ekonomik refaha indirgeyerek analiz etmiş, refahı sağlayan temel kurum olarak
ortaya çıkan piyasada denge sağlanması bir etkinlik ölçütü olarak yeterli görmüştür.
Refah iktisatçılarının bölüşüm problemini analizlerinin dışında tutmaları da
ekonomi ile diğer alanların birbirinden yalıtılabileceği düşüncesinden
kaynaklanmaktadır. Bölüşüm politik alana ilişkindir ve iktisatçılar etkinlik problemi
ile ilgilenmeli ve bölüşüme ilişkin sorunları politikacılara bırakmalıdır. En net haliyle
Kaldor (1939)’da gördüğümüz bu yaklaşım, Robbins’in ardından bireyler arası fayda
karşılaştırmalarının değer yargıları yapmayı gerektirdiği için bilimsel olmadığı
kabulü ile refah iktisadında başat hale gelmiştir. Paretocu refah iktisadı, bireyler arası
fayda karşılaştırmalarından sakınarak kendini ölçülebilir, nesnel ve dolayısıyla
bilimsel kabul edilen etkinlik analizleriyle sınırlamıştır (Scitovsky, 1951; Buğra,
2001: 165-167).
83
Paretocu refah iktisadının temel değer yargısı olan bir bireyin refahını artıran
bir değişimin (kaynak dağılımındaki bir değişim) kimsenin refahını düşürmemesi
durumunda sosyal refahı artırıcı kabul edilmesi, açıkça farklı bireylerin ekonomik
refahını karşılaştırmayı imkansız olarak görmektedir. Bir değişme birilerinin refahını
diğerlerinin refahı pahasına artırdığında, Pareto modeli sessiz kalmaktadır. Telafi
ilkesi bunu aşabilecek gibi görünmesine rağmen pratik problemler çıkmaktadır.
Kaldı ki ilke tazmin edilebilme potansiyeline odaklanmaktadır. Bu nedenle Pareto
ilkesi kamu politikası yaklaşımında statükoyu sürdürme yanında tavır almaktadır
(Peacock ve Rowley, 1972). “Statükoyu bu şekilde rasyonalize etmek iktisatçıyı
tehlikeli bir şekilde onu savunmaya yaklaştırmaktadır” (Mishan, 1973: 17’den
aktaran Hunt, 1980: 245).
Refahın sadece ekonomik olanla, parayla ölçülebilen ilişkilerle
sınırlanmasının gerçeklikten uzak oluşu bu sınırları koyan iktisatçılar tarafından da
dillendirilmiştir. Pareto, sadece ekonomik alanın analiziyle sınırlı kalmasını
yöntemsel bir sorun olarak koyarken, Pigou refahın sadece ekonomik refahla sınırlı
olmayacağını en baştan ifade etmiştir. Ancak, disiplinin kurucularının uyarılarına
rağmen, refaha ulaşmak için etkinliğin sağlanması ve bunun da ancak Pareto’nun
ortaya koyduğu mübadelede etkinlik (piyasa etkinliği) koşullarının sağlanması ile
oluşacağı fikri yerini gittikçe sağlamlaştırmıştır. Refah iktisadının birey
egemenliğine dayalı, bireyin özgürce belirlediği tercihlerin doyurulmasına dayalı
tanımının temelleri korunmuştur. Çünkü Dobb’un da ifade ettiği gibi, bireyin
özgürce sadece kendi isteklerinin egemenliğinde gerçekleştirdiği mübadele sonucu
elde ettiği doyuma bağlı refah tanımı aslında piyasa egemenliğine gönderme
yapmaktadır:
Birey temel birim (primary atom) gibi davranır ve onun istekleri ve tercihleri
sorunun esas veridir; bireyler talebi etkileme açısından bağımsız birimlerdir.
Buna tüketici egemenliği deniyor. Ve bu yaklaşımın örtük sonucu (tam rekabet
altında) mabede konulan serbest piyasanın egemenliğidir (Dobb, 1969: 5).
Bireysel refah (tüketici birey için), piyasada kişinin satın aldığı malların
fiyatlarının oranlarını, bu malların tüketiminden elde ettiği marjinal doyumların
oranına eşitlemesi ile maksimumlaşmaktadır. Bireysel firma ise kullandığı girdilerin
84
marjinal verimliliklerinin oranlarının bu girdilerin fiyatları oranına eşitlediği anda
karını ençoklaştırmaktadır. Üretim ve tüketimdeki dengenin ortaklaştırılması ile
genel dengeye, tam rekabetçi piyasa dengesine ulaşılmakta ve bu da toplumsal refaha
denk kabul edilmektedir.
En basit haliyle sergilediğimiz bu analiz ve denge dolayısıyla optimum refah
kavramlaştırılması sayesinde, bölüşüm problemi de çözülmüş sayılmaktadır. Her ne
kadar, başlangıç kaynak donanımı ve gelir dağılımı veri kabul edilerek analize
başlansa da üretimde kullanılan girdilerin marjinal verimliliklerine eşit karşılığı
alacağı sonucu, girdi sahiplerine ve devlete yani piyasaya herhangi bir dış
müdahalenin varlığına gereksinim duymadan adil dağılımın tam rekabetçi piyasa
tarafından sağlanacağını ima etmektedir (Hunt, 1980).
Paretocu refah iktisadı, etkinlik kavramsallaştırması etrafında rekabetçi
piyasaya yaptığı vurguyu, kamu malları ve dışsallıkların varlığı durumunda
esnetmektedir. Rekabetçi piyasanın yeterli gelemediği bu durumlarda devlet devreye
girmekte ve aksaklıkları giderici önlemler alarak rekabetçi piyasanın işlemesi için
gerekli koşulları sağlamaktadır.
85
Üçüncü Bölüm: PİYASA AKSAKLIKLARI
Teorik refah iktisadı, iktisadi refahla kendini sınırlayarak, refahı sağlayan
temel kurum olarak piyasayı almakta ve piyasanın etkinliği ile refah arasında
doğrudan bağlantı kurmaktadır. Piyasanın etkin kaynak dağıtımını yerine getirmesi
için gerekli varsayımlar ve koşullar sağlanmadığındı ise, tam rekabetçi piyasa
dengesi ile refah arasında doğrudan bağlantı kuran Temel Refah Teoremleri anlamını
yitirmektedir. Devlet müdahalesinin meşru görüldüğü bu durumlarda devletin amacı
aksaklıkları gidererek piyasanın etkin çalışmasını yani ekonomik etkinlik şartlarını
sağlamaktır. Bu açıdan “ulusal etkinlik ile refahın birbirini tamamlayıcı olduğu” ileri
sürülmektedir (Titmuss, 1967:43). Devlet müdahalesinin sınırlarını piyasa
aksaklıklarını gidermekle kısıtlayan bu yaklaşım, piyasanın kaynak tahsisi ve
toplumun ürettiği mal ve hizmetlerin bölüşümünde en etkin mekanizma olduğu ve
piyasanın işlemesi ile refaha da ulaşılacağı tezini korumaktadır.
Rekabetçi piyasanın ideal işleyişi sonucu oluşan ideal (optimum) kaynak
dağılımına dayalı Paretocu Refah İktisadı, piyasanın işlemediği durumları da
incelemiştir. Piyasa, eksik rekabet, dışsallıklar, ölçeğe göre artan getiriler, kamu
malları, temizlenmeyen piyasalar ve eksik bilgi söz konusu olduğunda
aksamaktadır64 (Barr, 1992: 747). Rekabetçi piyasanın olağan işleyişini bozan pek
çok etken vardır. Eksik bilgi, katılık, değişime karşı direnç, maliyetsiz olarak götürü
vergi (lump-sum) konulmasının olanak dışı olması, belirsizlik gibi nedenler
bunlardan bazılarıdır (Bator, 1958: 352). Bu durumlarda devlet, aksaklıkları giderici
önlemler alarak rekabetçi piyasayı işler hale getirmekle yükümlü olmaktadır. Refah
iktisadı literatürü, kamu malları ve dışsallıklar durumlarını ele almıştır. Bu çalışmada
da bu iki aksaklık durumu incelenecektir.
64 Piyasa aksaklıkları, idealize edilmiş fiyat-piyasa kurumları sisteminin “arzu edilir” faaliyetleri sürdürmede ya da “arzu edilmeyen” faaliyetleri durdurmada başarısız olması şeklinde tanımlanmıştır (Bator, 1958: 351).
86
A. Dışsallıklar
Dışsallık kavramını teorik olarak ilk kez Alfred Marshall ortaya koymuştur65
(Baumol, 1965: 368; Nath, 1981: 43; Sönmez, 1987: 123). Marshall bir sanayi
kolunun gelişmesi sırasında firmaların birbirlerine sağladıkları olumlu etkileri dışsal
ekonomiler olarak adlandırmıştır. Refah iktisadı ile dışsallık kavramı arasındaki
teorik bağlantı ise Pigou (1962) tarafından kurulmuştur.
Dışsallık, bir ekonomik birimin (birey ya da firma) bir başka ekonomik
birimin refahı (serveti, kârı, faydası) üzerinde piyasa dolayımlı olmayan doğrudan
etkiye66 (olumlu ya da olumsuz) sahip olduğu durumlarda ortaya çıkmaktadır. Pareto
(1971: 166) ve Paretocu Refah İktisadı optimum koşulları tanımlarken ekonomik
birimler arasında bağımlılık yani dışsallığın olmadığını varsaymıştır. Bireyler ya da
firmalar, ekonomideki diğer birey ya da firmaların davranışlarından etkilenmeksizin,
kendi fayda ya da kârlarını ençoklaştırma güdüsüyle hareket etmekte; kararlarını
fiyat mekanizmasının sağladığı yönlendirici işaretlere göre vermekte ve sonuçta
toplumsal olarak optimuma kendiliğinden ulaşılmaktadır. Dışsallıkların varlığı,
ekonomik birimler arasındaki karşılıklı bağımlılığı gündeme getirmekte ve bireyin
fayda fonksiyonuna (firmanın üretim fonksiyonuna), bireyin kontrolü dışında
belirlenen değişkenler dahil edilmektedir.
“Piyasa dolayımlı olmayan” vurgusunda kastedilen, ekonomik birimler
arasında sözü edilen etkilerden doğan yarar ya da zararın piyasada
fiyatlanamamasıdır. Nath (1981:43) bunu daha kapsamlı bir yaklaşımla, mevcut
teknikler, gelenekler veya kanunların sözü edilen etkiden doğan yarar veya zararın
fiyatının ödenmesi veya tahsilinin imkansız olduğu durum olarak tanımlamaktadır.
Mevcut sosyal, hukuki ve iktisadi kurumlar çerçevesinde, başkalarına yüklenen
maliyetlerin hiç ödenmediği veya yetersiz ödendiği, veya başkalarının sırtından
sağlanan yararlar için bunlar tarafından hiçbir tahsilat yapılamadığı her durumda bir
dışsallık oluşmaktadır. Bu dışsallık bireyler ve firmalar arasındaki, ticaret konusu
65 Sönmez (1987: 123) kavramın dolaylı olarak ilk kez Adam Smith tarafından ortaya atıldığını belirtmektedir. Smith’in Ulusların Zenginliği kitabında özel yarardan daha yüksek sosyal yarar sağlayan faaliyetlerden söz etmesinin, Smith’in kavramı ilk ortaya koyan iktisatçı olarak nitelenmesine yol açmıştır.
87
yapılmayan karşılıklı bağımlılık olarak da tarif edilebilir. Söz konusu bağımlılık
karşılıklı olabildiği gibi tek yönlü de olabilmektedir. Dışsallıkların üç nedenle ortaya
çıktığı belirtilmiştir (Sönmez, 1987:127):
i.Kurumsal nedenler: Hukuki sistem nedeniyle bazı tür mal ve
hizmetler özel mülkiyete geçememektedir, yani bu mal ve hizmetlerin
ticari değeri yoktur.
ii.Teknik nedenler: Bölünmezlik ve artan oranlı verimlilik.
iii.Ortak malların varlığı: Sunulan hizmet temelinde,
dışsallıkları somut olarak tüketicilere tazmin ettirmek olanaksızdır.
Piyasa örgütlenmesine yöneltilen neoklasik eleştirinin merkezinde durduğu
kabul edilen (Buchanan, 1962) dışsallıklar, özel yarar ve sosyal yarar arasındaki
sapmanın bir nedeni olarak görülmektedir. Dolayısıyla dışsallıklar, tam rekabetin
optimum duruma yol açmasını engelleyebilmekte, piyasa mekanizmasının aksadığını
göstermektedir. Çünkü, piyasa dışsallıklara fiyat belirleyememektedir. Dışsal
etkilerin fiyatlanamaması, fiyatların piyasadaki aktörlere yanlış sinyal vermesine
neden olmakta ve dolayısıyla fiyat mekanizmasının etkin dağıtımı sağlayamadığını
göstermektedir. Ayrıca dışsallıkların rekabet ile optimalite arasındaki bağı
zayıflattığı da kabul edilmektedir. Üretimde olumlu ve olumsuz dışsallık ile
tüketimde olumlu ve olumsuz dışsallık olmak üzere dört bölüme ayrılan dışsallıklar
ilgili yazında, denge ve sanayileşme başlıkları altında incelenmiştir. İlkinde Paretocu
anlamda rekabetçi piyasa dengesini bozan ve giderilmesi gereken bir sorun olarak
ortaya çıkan dışsallıklar; ikinci tartışma alanında -özellikle azgelişmiş ülkelerin
sanayileşme süreci ve sorunları incelenirken- olumlu dışsallıklar temelinde ele
alınmış ve yok edilecek, sapma yaratıcı bir durum olmaktan ziyade, teşvik edilmesi
gerekli olumlu bir kavram olarak değerlendirilmiştir (Feldman, 1980 : 89-92;
Baumol, 1965: 368-371; Scitovsky, 1954).
Paretocu denge teorisine göre, rekabetçi piyasa ekonomisi Pareto anlamında
66 Doğrudan etki kavramı Jacob Viner tarafından ortaya atılmıştır. Viner doğrudan etkileşim kavramını kullanmıştır (Bator, 1958: 358)
88
bir ekonomik optimuma yol açmaktadır. Bu yaklaşımda, insanların bencil
fayda fonksiyonlarına sahip olduğu ve firmaların üretim kararlarının diğer firmaların
kararlarından etkilenmediği varsayılmaktadır. Bir kişinin davranışının diğerinin
refahı üzerindeki etkisi piyasa fiyatları aracılığıyla gerçekleşmekte, tam rekabetçi bir
ekonomide denge Pareto optimum olarak kabul edilmektedir. Bu analizde dışsallıklar
istisnai bir durum olarak ele alınmış ve ekonomideki bireyler arasında piyasa
dolayımlı olmayan doğrudan karşılıklı bağımlılığın varlığıyla ortaya çıktığı
ifade edilmiştir. Ancak, dışsallıkların varlığı, tam rekabet dengesinin Pareto
optimaliteyi sağlayamadığını göstermiştir. Dışsallıkların varlığı durumunda Pareto
anlamında optimumu yakalayabilmek için Pigou türü vergi veya sübvansiyonlar
önerilmiştir (Nath, 1975). 4 tür dışsallık tanımlanmıştır:
i. Tüketimdeki tüketim dışsallığı: Kişinin bireysel refahı tükettiği
mallar ve kullandığı hizmetlerin miktarının yanında diğer bireylerin
doyumuna da bağlı olabilir. Diğer bireylerin yüksek gelir ya da tüketimi
kişiye acı ya da zevk verebilir. Bu tüketici refahının karşılıklı bağımlılığıdır.
ii. Tüketimdeki üretim dışsallığı: Kişinin doyumu üreticinin
faaliyetlerinden etkilenebilmektedir. Bu etkileşim piyasa mekanizması
dışında gerçekleşmektedir. Buna üreticinin tüketici doyumu üzerindeki piyasa
dışı doğrudan etkisi denmektedir.
iii. Üretimdeki tüketim dışsallığı: Üreticinin çıktısı, doğrudan kişilerin
firmanın ürettiği ürünlere ve sundukları hizmetlere yönelik taleplerinden
etkilenebilmektedir.
iv. Üretimdeki üretim dışsallığı: Bireysel üreticinin çıktısı sadece
onun üretici kaynaklarının çıktısına değil, aynı zamanda diğer firmaların
faaliyetlerine de bağlı olabilir. Buna “üreticiler arası doğrudan bağımlılık”
denir.
Diğer taraftan J. Viner dışsallıkları teknolojik ve parasal dışsallıklar olarak
ikiye ayırmıştır. Viner, üreticiler arasındaki doğrudan karşılıklı bağımlılığın sonucu
ortaya çıkan, etkinliği artıran nedenlerden kaynaklanan ancak girdi fiyatlarına
89
yansımayan dışsallıklara teknolojik dışsallıklar67 olarak adlandırmaktadır. Parasal
dışsallıklar ise piyasa mekanizması dolayımlı karşılıklı bağımlılıkları da
içermektedir. Parasal dışsallıklar firmanın kullandığı girdinin fiyatını firmanın talebi
artmasına rağmen düşürerek, firmanın uzun dönem arz eğrisinin düşmesine neden
olmaktadır (Bator, 1958: 357; Scitovsky, 1954; Nath, 1975:46).
Fiyatlanamayan dışsal etkiler rekabetçi piyasanın kaynak dağıtımını etkin
olmaktan çıkarmaktadır. Dışsallıklar tam rekabet dünyasında dahi kaynakların yanlış
dağılımına yol açabilmektedir. Bir firma ya da birey herhangi bir ödeme olmadan
sosyal refaha katkıda bulunduğu durumda, aktör kendini bu eyleme toplum
çıkarlarının gereksinim duyduğundan daha küçük ölçüde vermektedir. Benzer şekilde
üretimde olumsuz dışsallık durumunda, özel girişim belli kaynakları aşırı dağıtmakta,
optimal miktarı aşan üretimde bulunmaktadır. Çünkü üretim maliyetinin bir bölümü
firmaya dışsal olarak gelmekte ve diğer firmalara yüklenebilmektedir (Baumol,
1965: 371; Feldman, 1980: 89-100; Scitovsky, 1954).
1. Pigoucu klasik dışsallık yaklaşımı
Pigou (1962), marjinal sosyal hasıla (MSP) ile marjinal özel hasıla (MPP)
arasında yaptığı ayrım ile dışsallığı refah iktisadının tartışma alanına taşımıştır. Pigou
dışsallık kavramını kullanmasa da MSP ile MPP arasındaki farkın dışsallıklardan
kaynaklandığını şu sözleriyle ortaya koymuştur:
MPP ile MSP arasındaki fark, istihdam edilen bir birim kaynağın
yarattığı etkinin bir bölümü, ilk etapta kaynağı yatıran birim yerine o alanda
bulunan bir başkasına gittiğinde oluşur (1962:218).
Pigou, eksik rekabet piyasasında refah artışı için devlet müdahalesinin
gerekliliğini savunmuştur. Refah, üretim hacmiyle özdeş tutulmuş ve refahın (ulusal
gelirin) ençoklaştırılması için de üretimin ençoklaştırılması zorunlu görülmüştür
(Sönmez, 1987:124). Pigou’ya göre, artan verimliliğin geçerli olduğu endüstrilerde68
67 Teknolojinin bölünemezlik ya da ölçeğe göre artan getiri sergilediği durumlarda teknolojik dışsallık ortaya çıkmaktadır. Bator teknolojik yerine teknik kavramını kullanmayı tercih etmektedir (Bator, 1958: 365). 68 Pigou (1962: 218-228) artan verimlilik ve azalan verimlilik yerine, azalan arz fiyatlı endüstriler ve artan arz fiyatlı endüstriler kavramlarını kullanmıştır.
90
MSP>MPP olmakta ve elde edilen çıktı, rekabetçi piyasada yaratılan ideal çıktının
altında kalmaktadır. Pigou, bu şartlar altında, hükümetin götürü (lump-sum) olarak
topladığı vergilerle finanse edeceği sübvansiyon politikası uygulaması gerektiğini
önermektedir. Azalan getirilerin olduğu endüstride ise MSP<MPP’den küçük
olmakta; oluşan çıktı ideal çıktıyı aşmaktadır. Bu durumda ise hükümet vergi
politikası uygulamalıdır.
Pigou’nun dışsallık yaklaşımını benimseyerek, dışsallıklar için kullanılan
formel tanımı ortaya koyan Meade (1952) de dışsallığın neden olduğu sorunların
vergi-sübvansiyon politikası ile çözülebileceğini ileri sürmüştür. Endüstriler arası
dışsallıkları inceleyen Meade’e göre dışsallıkların varlığı için üretim
fonksiyonlarının aşağıdaki biçimi alması gerekir:
x1 = F1(l1, c1, l2, c2, x2)
x2 = F2(l2, c2, l1, c1, x1)69
Meade, iki tür dışsallık tanımlamıştır. Ödenmemiş faktör durumu70 başlığı
altında incelediği ilk dışsallıkta, toplum için sabit getiriler geçerli iken, tek tek
endüstrilerde faktörler için sabit getirilerin var olması gereği yoktur. Atmosfer
yaratımı adını verdiği ikinci durumda ise her bir endüstride sabit getiriler geçerlidir
ancak, iki endüstride aynı anda sabit getirilerin olması söz konusu değildir.
Birinci durumda – ödenmemiş faktör durumu - toplumun bütünü için
dışsallıklardan kaynaklanan ek bir sorun yoktur; her bir faktöre marjinal sosyal net
ürününün değerine eşit bir ödül ödeyebilmek için, faktörlerden bazıları
vergilendirilmeli bazıları ise sübvanse edilmelidir ve vergilerden elde edilen gelir
sübvansiyonları finanse etmekte kullanılmalıdır. Atmosfer yaratımı durumunda ise
istenir (istenmez) bir atmosfer yaratımı için gereksinilen sübvansiyon (vergi)
toplumun geneli için ek mali yük getirmektedir. Meade, yaptığı ayrımın olumlu ya da
olumsuz dışsallıklara tam olarak uymayabileceği uyarısında bulunmakta ve
dışsallıkların her iki özelliği birden içerebileceğine dikkat çekmektedir.
69 F1 ve F2’nin birinci dereceden homojen olması gerekmez. 70 Bator, Meade’in ödenmemiş faktör durumunda ortaya çıkan dışsallığa mülkiyet dışsallığı adını vermiştir (1958: 364).
91
2. Pigoucu yaklaşıma eleştiriler
Yukarıda, Pigou ve Meade üzerinden anlatılan dışsallıklara geleneksel
Pigoucu yaklaşıma göre, bir firma olumlu ve olumsuz dışsallıklar yaratıyorsa,
toplumsal refahı ençoklaştırma amacıyla hareket eden bir hükümet, firmaların
davranışlarını, özel ve sosyal yararı eşitlemek için sınırlayacak vergi ve sübvansiyon
politikası uygulayabilmektedir. Davis ve Whinston (1962) ise dışsallıkları ayrılabilir
ve ayrılamaz olarak ikiye ayırmışlar ve ayrılamaz dışsallıklar durumunda vergi-
sübvansiyon politikasının etkili olmayacağını savunmuşlardır. Yazarlar, ayrılabilir
dışsallıklar durumunda ise firmaların vergi-sübvansiyon politikasına gerek
kalmaksızın birleşme yoluna giderek dışsallıkları içsel hale getirebileceklerini ve
böylece marjinal maliyeti fiyata eşitleyerek kârlârını ençoklaştıran Pareto optimal
üretim miktarını belirleyebileceklerini savunmuşlardır. Kendilerini firmalar
arasındaki teknolojik üretim dışsallıklarıyla sınırlayan yazarlar, dört argüman ileri
sürmüşlerdir: i) Firmalar üretimdeki dışsallıkları yok etmek için birleşme
eğilimindedir; ii) Teknolojik dışsallıklar ayrılabilir ve ayrılamaz dışsallıklar olarak
iki ayrı başlıkta incelenebilir; iii) Firma birleşmeleri dışsallıkları yok etmede başarılı
olmazsa, ayrılabilir teknolojik dışsallıklar durumunda vergi ve sübvansiyon politikası
özel ve sosyal yararı eşitlemede başarılı olabilir; iv) Dışsallıklar ayrılamaz ise klasik
vergi-sübvansiyon politikasının kavramsal düzeyde dahi işleyip işlemeyeceği açık
değildir. Çünkü belirsizlik ve piyasada dengesizlik sorunları ortaya çıkmaktadır.
Teknolojik dışsallıklar nedeniyle bireysel firmaların kâr ençoklaştırması olası
en büyük sosyal yararı üretememektedir. Davis ve Winston, vergi-sübvansiyon
reçetesinin maksimum refaha ulaşmak için yeterli olmadığını hatta bazı durumlarda
sosyal refahta bir iyileşme yaratıp yaratmayacağının dahi kesin olmadığını ileri
sürmüşlerdir. İki firmanın karşılıklı ilişki içinde iken sahip oldukları ayrılabilir
maliyet fonksiyonunu ise şu şekilde oluşturmuşlardır:
C1 (q1, q2) = A1q1n + B1q2
m
C2 (q1, q2) = A2q2r – B2q1
s
92
Fonksiyonların birinci türevleri alındığında, ayrılabilirliğin olduğu durumda,
dışsallıkların marjinal maliyeti etkilemediği, firmanın marjinal maliyetinin sadece
kendi üretim miktarına bağlı olduğu görülmektedir. Dolayısıyla, firma dışsallıklara
rağmen marjinal maliyeti fiyata eşitleyerek kâr ençoklaştırması koşulunu yerine
getirebilmekte, firmanın optimal üretim miktarı da değişmeden kalabilmektedir.
Diğer bir deyişle, firmanın üretim kararı diğer firmanın üretim kararından
bağımsızlaşabilmektedir.
Ayrılamaz dışsallık durumundaysa firmaların üretim kararları birbirlerinden
etkilenmekte, dışsallıklar marjinal maliyet fonksiyonuna girmektedir. Ayrılamazlık
durumunda maliyet fonksiyonunu şu şekilde tanımlamaktadır:
C1 (q1, q2) = A1q1n + B1q1q2
m
C2 (q1, q2) = A2q2r – B2q2
tq1s
Bu fonksiyonların birinci türevleri alındığında firmanın marjinal maliyetinde
kendi üretim miktarı yanında diğer firmanın üretim miktarının da bulunduğu
görülmektedir. Firmalar arası karşılıklı bağımlılık ayrılamaz dışsallıklar durumunda
ortaya çıkmakta, bireysel firmanın marjinal maliyetini kontrol etme olanağı
kaybolmaktadır. Tanıma göre firma dışsallığın değerini kontrol edemediği için, kâr
ençoklaştırması amacıyla marjinal maliyeti fiyata eşitlemekte zorluk çekmektedir.
Ayrılabilir dışsallıklar durumunda firmanın maliyetini kontrol etme olanağı
vardır; bu anlamda firma egemendir. Ayrılamaz dışsallıklar durumunda firmanın
marjinal maliyetini diğer firmanın üretimi etkilediği için bu egemenlik ortadan
kalkmaktadır. Firma kârını ençoklaştırmak için dışsallıkların değeri her değiştiğinde
marjinal maliyeti fiyata eşitleyebilmek için üretimini değiştirmek zorunda kalacaktır.
Yani, firmanın optimal çıktısı diğer firmanın çıktı miktarına (stratejisine) bağlı
olacaktır. Bu karşılıklı bağımlılık, egemenliğin olmadığının göstergesidir.
Karşılıklı bağımlılık, rekabetçi fiyat teorisinde kararların belirlilik altında
verildiği kabulünü yok etmekte, ayrılamaz dışsallıkların belirsizliğe neden olduğunu
ifade etmektedir. Bu koşullar altında beklenen kâr oranını ençoklaştıracak çıktı
miktarını belirlemeye çalışan firmalar için önceden belirlenmiş bir model yoktur.
93
Dolayısıyla, ayrılamaz dışsallıklar durumunda dengesizlik sorunu da belirmektedir.
Ayrılabilir dışsallıkların olduğu durumda kaynakların yanlış dağılımı söz konusu
iken, ayrılamaz dışsallıklar durumunda hem yanlış kaynak dağılımı hem de marjinal
maliyet eğrileri arasındaki karşılıklı bağımlılıklar nedeniyle karar verici birimlerin
kötü koordinasyonu problemi oluşmakta bu da dengesizliği açıklamaktadır.
Davis ve Winston, ayrılamaz dışsallıklar durumunda ortaya çıkan sorunların
çözümü için birleşmenin önerilebileceğini ifade etmektedirler. Hükümet
müdahalesinin yokluğunda ve piyasa rekabetçi kalmaya devam ederken, piyasa
güçleri optimal refah çözümünü üretme eğiliminde olan fiyat sisteminin içinde
kalabilmektedir, çünkü birleşme firmalara karşılıklı yarar sağlayabilmektedir. İkinci
çözüm klasik vergi-sübvansiyon reçetesi olarak konulmaktadır. Firmalar belirsizlik
nedeniyle, üretim miktarlarını belirleyecek modele sahip olmadıkları için hükümetin
belirlemesi makul görünmektedir. Ancak hükümetin bunu belirleyebilmesi için de
firma yöneticilerinin zevkleri, stratejileri hakkında bilgiye ihtiyaç duyacaklarına
dikkat çekmekte ve böylesi bir bilginin de olamayacağını belirtmektedirler. Ancak
hükümet bu bilgiye sahip olduğu varsayılsa dahi, refahı ençoklaştıracak baskın bir
çözüm görünmemektedir. Dolayısıyla Pigou ve Marshall tarafından ortaya atılan ve
Meade’in devam ettirdiği vergi-sübvansiyon politikası ayrılamaz dışsallıklar
durumunda geçerli olmamaktadır.
Davis ve Winston, dışsallıkların klasik vergi-sübvansiyon reçetesi ile
çözülmesinin hükümetin refahı ençoklaştırdığı varsayımı altında firmanın üretim
kararlarına egemen olduğu durumda (ayrılabilir dışsallıklar) zor olduğunu,
egemenliğin olmadığı durumda (ayrılamaz dışsallıklar) ise imkansız olduğunu
vurgulamaktadırlar.
Buchanan (1966: 408)’a göre dışsallık, bir bireyin faaliyeti (bir mal veya
hizmet üretimi ya da tüketimi) ikinci bir bireyin fayda ya da maliyet fonksiyonunu
etkilediği zaman ortaya çıkmaktadır. Etkilenen birey ticaret yoluyla ne telafi ediliyor
ne de telafi edilmiş ve söz konusu etki marjinal ise dışsallık Pareto-ilgilidir.
Dışsallığın belirgin olması, Pareto optimumunun gerekli koşullarının yerine
getirilmediğini göstermektedir. Buchanan ve Stubblebine (1962) ise, marjinal ve
infra-marginal dışsallık, potansiyel ilgili ve ilgisiz dışsallık, Pareto-ilgili (Pareto-
94
relevant) ve Pareto ilgisiz (Pareto-irrelevant) dışsallık tanımları yapmıştır. Onlara
göre, literatürde tartışılan dışsallık Pareto-ilgili dışsallığa karşılık gelmektedir.
Yazarlar, Pigoucu yaklaşımı tek bir dışsallık ilişkisi içinde olan iki kesimin varlığını
hesaba katmamakla ve sadece dışsallık yaratan kesimle ilgilendiğini belirterek
eleştirmektedirler. Özel ve sosyal yararın farklılaştığı durumda ortaya çıkan marjinal
dışsallıkların olduğu durumlarda, dışsallıklar kaldığı sürece, Pareto dengesine
ulaşılamayacağına dikkat çekerek, dışsallık ilişkisi içinde olan kesimlerin bu
durumda ticaret yoluyla kazanç sağlamaya devam ettiklerini ifade etmektedirler.
Dışsal olarak etkilenen tarafın dışsal yarar sağlayan kesimi tazmin etmesi gerektiğini
belirten yazarlar, bu şekilde dışsallıkların hükümet müdahalesi olmaksızın
içselleştirilebileceğini ifade etmektedirler. Onlara göre, Pigoucu yaklaşım sadece
dışsallık yaratan kesimi dikkate alarak, pazarlık olasılığını dışlamaktadır.
Bu eleştirilerden yola çıkan Buchanan ve Stubblebine, marjinal dışsallıklar
ortadan kaldırılana kadar, tek taraflı vergi ve sübvansiyonlarla Pareto dengesine
ulaşılamayacağını belirtmektedirler. Ticaretten ziyade vergi-sübvansiyon politikası
uygulanacaksa, çift taraflı vergi-sübvansiyon konulmalıdır. Ancak bu şekilde gerekli
Pareto koşullar sağlanabilmektedir (Buchanan ve Stubblebine, 1962:381-382-383).
S. E. Holterman (1972)’a göre ise bir ekonomik aktörün çıktısı bir diğer
ekonomik aktörün tüketim ya da üretim vektöründe görünüyor ve devlet müdahalesi
hariç diğer taraf tarafından tazmin edilmiyorsa dışsallık oluşmaktadır. Holterman’ın
tanımında vurguladığı nokta tazminatın ödenip ödenmemesidir (s. 79). Yani hükümet
tarafından bir vergi-sübvansiyon sistemi uygulanması, dışsallıkları ortadan
kaldırmayacaktır. Ancak, dışsal malın üreticisi etkilenen tarafı kontrolü altına alırsa
yani tek bir ekonomik aktör gibi davranırlarsa (ya da tersi), dışsallık ortadan
kalkacaktır. Böylece dışsal mal içselleştirilmiş olacaktır. Bu özelliğiyle Holterman’ın
yaklaşımı Davis ve Winston ile Buchanan ve Stubblebine yaklaşımlarına
benzemektedir.
3. Olumsuz Dışsallıkların Fiyatlandırılması
Çevre kirliliğinin ve atıkların fiyatlandırılması ve dağıtımının yasal yollardan
ziyade piyasa mekanizmasının aracılığıyla çözülmesi önerisi R. H. Coase tarafından
95
ortaya atılmıştır. Coase (1960)’un çevre kirliliğini olumsuz dışsallık olarak ele alması
ve piyasa aracılığıyla içselleştirilebileceğini ifade etmesi ile olumsuz dışsallıklar
piyasada alışveriş konusu haline getirilmiştir. Coase Teoremi olarak bilinen teoreme
göre, bir firmanın yarattığı olumsuz dışsallık, hükümet müdahalesine gerek kalmadan
dışsallığı yaratan ve dışsallıktan etkilenen kesimler arasında çözümlenebilmektedir.
Olumsuz dışsallık (çevre kirliliği, atıklar) burada bir mal haline gelmekte ve talep ve
arzına göre oluşan fiyatla taraflar arasında alışverişe konu olmaktadır. Bu yaklaşım
ile çevreyi kirletmeye yönelik yeni mülkiyet hakları ve bu kirletme haklarının
serbestçe alınıp satıldığı yeni piyasalar yaratılmıştır71 (Hunt, 1980: 244-245).
Atıklar genellikle olumsuz dışsallık olarak kabul edilmektedir. İnsanların
bunlara sahip olmaktan kaçınma eğiliminde olmalarına rağmen, nüfus arttıkça
atıklara sahip olmaktan kaçınmanın zorlaştığı tespitine dayanan iktisat teorisi,
olumsuz dışsallıkların dağılımı problemini incelemiştir. Yukarda genel hatları verilen
Coase teoremi ile birlikte, Pigocu vergi-sübvansiyon çözümüne alternatif olarak
olumsuz dışsallıkların piyasa aracılığı ile içselleştirilebileceği öne sürülmüştür. Bu
yaklaşıma göre, piyasa mekanizmasının benzer kuralları atıklara da
uygulanabilmektedir. Atıklara yönelik talep eğrisi pozitif eğimli, arz eğrisi ise negatif
eğimli olmalıdır. Atığı yaratan taraf atığı alana pazarlık süreci sonucunda belirlenen
miktarı ödemelidir. Ödemenin telafi ve rüşvet olarak yapılabileceği öne sürülmüştür.
Telafi, kirliliği yaratan kesimce, etkilenen kesime verilirken; rüşvet, kirlilikten
etkilenen kesim tarafından kirlilik yaratana ödenmektedir. Her iki durumda da
taraflar kârlılık durumlarını göz önünde bulundurmaktadır (Tybout, 1972: 252-266).
71 Hunt, neoklasik teorinin bireysel çıkarını takip eden birey varsayımına dayanarak, insanların olumsuz dışsallığı yaratma konusunda istekli iken, olumlu dışsallık yaratma konusunda daha az istekli olduklarının kabul edildiğini vurgulamaktadır. Olumsuz dışsallıkların piyasada alışveriş konusu olduğu durumda, pazarlık sürecinde birey sosyal maliyeti komşusuna ne kadar yüklerse ödülü de o kadar çok olmaktadır. Çünkü insanlar, kendileri dışındaki insanlara yansıtabildikleri maliyetleri ençoklaştırma eğilimindedir. Smith’in görünmez el fenomenini “görünmez ayak” şeklinde değiştiren Hunt, toplumdaki tüm bireylerin birbirlerinden bağımsız olarak kendileri dışındaki bireylere yükleyebildikleri maliyetleri ençoklaştırmaları sonucu, toplumsal zararın otomatik olarak ençoklaştırılacağına dikkat çekmektedir. Ancak bireyler, toplumdaki diğer insanların ve dolayısıyla toplumun zararını ençoklaştırma amacıyla değil, kendi faydasını ençoklaştırma amacıyla davranmaktadır. Dolayısıyla birey bilinçli olarak toplumun zararını ençoklaştırma güdüsüyle davrandığı zamandan çok daha büyük zarar üretebilmektedir (Hunt, 1980: 245).
96
B. Kamu Malları (Ortak Mallar)
Tam rekabetçi piyasada fiyat mekanizmasının işleyişini bozarak Pareto
etkinlik şartlarının yerine gelmesini engelleyen diğer bir önemli durum, kamusal
malların varlığıdır. Özel tüketim mallarında, ölçeğe göre sabit getiriler ile üretim
yapıldığı, bir bireyin tüketiminin diğerinin tüketiminden ayrı olarak ölçülebildiği
varsayımları altında, tam rekabetçi piyasa modeli optimal sosyal hesap aracı olarak
kullanılabilmektedir. Ancak, kamu malları ve dışsallıklar söz konusu olduğunda tam
rekabetçi piyasa modeli optimumu sağlayamamaktadır. Samuelson (1958: 334),
dışsallık olmadan kamusal harcama teorisinin kurulamayacağına dikkat çekmiştir. Bu
bölümde önce kamu malları teorisi incelenecek, daha sonra kamu malları ve
dışsallıkların birlikte ele alındığı analizlere yer verilecektir.
Üretimde bölünemezlik72, azalan maliyet, artan getirilir, eksik rekabet (doğal
monopol), dışsallıklar gibi Paretocu refah iktisadının temel varsayımlarına uymayan
koşullar mevcut olduğunda kamusal üretimin bir gereklilik olarak ortaya çıktığı
düşünülmektedir. Bu koşullar altında tam rekabet kendini koruyamamakta ve piyasa
davranışı da optimal olamamaktadır (Samuelson, 1958: 332-336; Musgrave, 1959:7).
Samuelson (1954; 1955; 1958) tarafından geliştirilen kamu harcamaları teorisinin
temelini de kamu malı kavramı oluşturmaktadır. Bu bölümde, kamu malı kavramının
tanımı konusunda Samuelson ve Musgrave (1959)’in yaklaşımlarına yer verilecek,
daha sonra bu yaklaşımlara getirilen eleştiriler ele alınacaktır. Kamu malı kavramı
ise, salt kamu malları, karma mallar ve vesayet altındaki mal ve hizmetler başlıkları
altında incelenecektir.
1. Salt Kamu Malları73
Samuelson (1954), özel tüketim malları ile ortak tüketim malları arasındaki
ayrımı, ikincisinin tüketiminde toplumu oluşturan bireyler arasında rekabetin
72 Üretimde bölünemezlik, birleşik üretimin bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Birleşik üretim, üretim sürecinde elde edilen çıktılardan her biri bir diğerinin fonksiyonu ise, yani, birbirleriyle bağımlılık ilişkisi içinde olan iki veya daha fazla çıktı elde ediliyorsa söz konusu olmaktadır. Buchanan, dışsallıkları birleşik üretimin bir alt kategorisi olarak ele almıştır (Sönmez, 1987: 112; Buchanan, 1966: 404) 73 Sönmez (1987) izlenerek “pure public goods” teriminin karşılığı olarak “salt kamu malları” kullanılmıştır.
97
bulunmaması olarak koymuştur. Samuelson (1954: 387)’un sözleriyle ortak tüketim
malları, “...(toplumdaki) her birey tarafından tüketilmesi, söz konusu malın başka
bireylerce tüketiminin azalması sonucunu doğurma”yan mallardır. Kamusal mallar
toplumdaki bireyler tarafından eşit miktarda tüketilmektedir. Musgrave (1959: 8-9)
bu tanıma “dışlama ilkesini” eklemiştir. Buna göre, kamu mal ya da hizmetlerinin
(sosyal istekler) fiyatını ödemeyen kimseleri malın tüketiminden dışlamak söz
konusu olamamakta; insanlar dışlanmadıkları için gönüllü olarak ödeme yapmak
istememektedirler.74 Tüketiciler, bu mal ve hizmetlerin kullanımından
dışlanamadıkları için mala yönelik doğru tercihlerini açıklamak istemeyecekler ve
tercihleri devlet belirlemek zorunda kalacaktır. Bu koşullar altında piyasa bu
özelliklere sahip malları üretmeyi tercih etmemekte, malların kolektif olarak
üretilmesi gerekmektedir.
Bireylerin kamu mallarına yönelik tercihleri açıklamasında, dışlama
prensibinin yokluğu nedeniyle piyasa başarısız olduğu için, politik süreçler devreye
girmektedir. Demokratik toplumlarda hangi kamu mallarının ne kadar üretileceğine
genelde oylama yöntemi ile karar verilmektedir. Kamu ekonomisinde karar alma
süreçleri ve optimum kamu malının miktarının belirlenmesinde geliştirilen politik
boyutlu yaklaşımlar bu çalışmanın kapsamı dışında tutulmuştur (Musgrave, 1959:
10-11).
Samuelson (1955), kamu ve özel malların optimal üretim koşullarını genel
denge analizi ile ortaya koymuştur. O’na göre özel mallar için optimalite koşulu,
malı tüketen bireylerin marjinal ikame oranlarının (MRS), malın marjinal maliyeti
(MC)’ne eşitliği iken kamu malları söz konusu olduğunda durum değişmektedir.
X1 özel bir mal iken, bu malın toplam miktarı, birinci ve ikinci bireylerin
tüketiminin toplamına eşittir: X1= X11+ X1
2. Kamu malında ise bütün bireylerin
tüketim miktarı birbirine eşittir. Yani, X2 kamu malının toplam miktarı ise şu eşitlik
geçerli olmaktadır: X2= X21 = X2
2. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, bireylerin
salt kamu malından eşit miktarda tükettiği varsayılsa da bireylerin zevki
74 Dışlamanın söz konusu olmaması kamu ekonomisi literatüründe bedavacılık (free-rider) denilen sorunu ortaya çıkarmaktadır.
98
değişebildiği için malların bireylere sağladığı marjinal faydaların da değişmesidir.
Yukardaki tanımlar ışığında Pareto optimalite koşulları özel mallar için; MC
(MRT)75= MRS1 = MRS2 iken; kamu malları için; MC (MRT) = MRS1 + MRS2
şeklini almaktadır. MC burada göreli marjinal sosyal maliyeti göstermektedir. Farklı
bireylere ait marjinal ikame oranları dikey olarak toplanarak, marjinal maliyete
eşitlenmektedir. MRT ve MRS özel mal nümerer kabul edilerek kamu malı için
hesaplanmaktadır.
Samuelson (1954), yukardaki optimal şartları matematiksel olarak aşağıdaki
gibi ifade etmektedir: Her bireyin tükettiği mallara (ortak ve özel) yönelik tutarlı bir
ordinal tercihler setine sahip olduğu ve hem ortak hem de özel tüketim malları için
konveks ve düz bir üretim olanağı eğrisinin varlığı varsayılmaktadır:
ui= ui (X1I, …, Xn+m
i)
uji = ∂ Ui/∂ Xj
i > 0
F (X1, .., Xn+m) = 0
Bu fayda ve üretim fonksiyonları veri iken aşağıdaki birinci denklem özel
mallar için standart Pareto optimum şartını, ikinci denklem ise kamu malları için
optimum şartını göstermektedir:
ir
ij
u
u=
r
f
FF
(i=1, 2, ..., s ; r, j= 1, 2, ..., n) ya da (i= 1, .., s; r=1; j=2,...,n)
(1)
r
jns
i
ijn F
FU +
=+ =∑
1 (j=1,..,m;r=1,..,n) ya da (j=1,...,m; r=1)
(2)
Birinci denklemde görüldüğü gibi, mallar minimum maliyetle üretilmekte,
marjinal maliyetine satılmakta ve bütün faktörler marjinal ürünlerinin değerini
75 Samuelson (1955), toplumun marjinal maliyetini göstermek üzere, MRT yerine MC’yi kullanmıştır.
99
almaktadırlar. Dolayısıyla tam rekabetçi piyasada aksaklık söz konusu değildir.
İkinci denklemde ise Marjinal Dönüşüm Oranı (MRT) bütün bireylerin MRS’lerinin
toplamına eşitlenmektedir. Bu durumda, kendi, kendine işleyen tam rekabetçi piyasa
Pareto optimumunun gerekli koşullarını sağlayamamaktadır. Çünkü MRS1 ve MRS2
kamu malları nedeniyle birbirinden farklılaşmaktadır.
Kamu malları söz konusu olduğunda sonsuz sayıda Pareto optimum ortaya
çıkmakta ve sosyal refah fonksiyonunun bunlardan birini seçmesi gerekmektedir.
Bireylerin kamu malı ile özel mal arasındaki bireysel ikame oranlarının toplanması
gereği, bireysel fayda fonksiyonunun bilinmesi gerekliliğini ortaya çıkarmaktadır.
Ancak bireyler kamu malına ilişkin gerçek tercihlerini gizleme eğilimindedir. Nath
Samuelson’un yaklaşımındaki temel problemin kamu harcamalarını bireylerin
tercihleri üzerine temellendirmesinde görmekte ve demokratik ülkelerin
çoğunluğunda kamu harcamalarının tüketici egemenliğine dayanmadığını
hatırlatmaktadır (Nath, 1969: 86).
Holterman (1972:80), Samuelson’un tanımını iki noktada eleştirmiştir. İlki,
bireylerin kamu malından aynı miktarda tüketmesidir. Holterman savunma
hizmetinde görülen bu durumun bütün kamu mallarında geçerli olmadığını
düşünmektedir. Kamusallığın kamu malının doğal özelliği olmadığına dikkat çeken
Holterman’a göre, bireysel tüketimden (kullanımdan) ziyade toplam arzı bireyin
faydasını (ya da firmanın çıktısını) etkileyen mallar kamu malıdır.
Samuelson, ortaya koyduğu tanımı genel olarak kamu mallarının niteliklerini
belirlemek için yapmış olsa da kamu ekonomisi teorisinin gelişimi içinde bu tanımın
savunma gibi salt kamu mallarına işaret ettiği genel kabul görmüştür. Kaldı ki
Samuelson (1958) da tanımın darlığını kabul etmekte ve hem kamu malı hem de özel
mal niteliği taşıyan malların (karma mallar) varlığını kabul etmektedir.
2. Karma Mallar
Samuelson’un kamu malı tanımı sadece savunma hizmetine uyduğu için
eleştirilmiş ve kendisinin de vurguladığı karma malların varlığı gündeme
getirilmiştir. Samuelson, tanımının salt kamu malları için geçerli olduğunu, uç bir
100
durumu ifade ettiğini belirterek, salt özel ve salt ortak malların ikisinin de
özelliklerine sahip karma malların tanımlanabileceğini ifade etmiştir (1958: 335).
Holterman (1972: 81-82)’a göre karma mallar herkes tarafından eşit miktarda
tüketilen mallar değildir ve malın bir bireyce tüketimi diğer bireylerin kullanımına
sunulan mal miktarını azaltmaktadır. Karma mallarda malın toplam sunumu kamu
malı iken, bireyin malı kullanımı özel maldır. Birey malın kullanımını kontrol
edebiliyorken, toplam sunumunu kontrol edememektedir. Dolayısıyla bir maldan
yapılan bireysel tüketim birimi hesaplanabiliyorsa ve malın tüketimi bireyin
kontrolünde ise bu mala karma mal denmektedir.
Musgrave’e göre, birlikte (birleşik) tüketilen malların kamu malı olması
zorunlu değildir. Ortak tüketimin söz konusu olduğu yerlerde (sirk gösterisi ya da
konser gibi) mal ya da hizmetin fiyatlanması mümkündür. Dolayısıyla, ortak tüketim
konusu olan bazı mallar pekala piyasa aracılığıyla tüketilebilir. Bu mallara yönelik
toplam talep, eşit miktarlarda tüketim zorunluluğu olmadığı için, özel malların
toplam talebi gibi yatay olarak toplanarak bulunacaktır. (Musgrave, 1959: 10)
3. Vesayet Altındaki Mal ve Hizmetler76
Bu tür mallar, Samuelson ve Musgrave’in kamu malı tanımındaki özellikleri
taşımamasına rağmen, devlet tarafından toplumdaki bireylerin tüketmesine karar
verilen mallardır. Bu tür malların tüketimi kişinin tercihine ve dolayısıyla sunumu
piyasaya bırakıldığında bireyler bu malları tüketmeyi tercih etmeyebilmektedirler.
Bu malların kamu malı sayılmasının nedeni teknik gereklere dayanmamakta, tüketim
miktarının eşit olması gerekmemektedir. Bu mallarda kamu müdahalesinin amacı
bireysel seçimleri düzeltmektir. Bu mal grubunun klasik örneği ise eğitimdir
(Musgrave, 1959: 9).
Bu mallarda vurgulanması gereken temel nokta tüketici egemenliğinin
toplumsal tercihlerin belirlenmesinde ortadan kalkmasıdır. Samuelson’un tanımına
göre, kamu mallarında da toplumsal tercihler bireysel tercihlere göre belirlenmekte
sadece karar verme piyasa mekanizmasından politik süreçlere kaymaktadır. Ancak,
76 Vesayet altındaki mal ve hizmetler kavramı Sönmez (1987) izlenerek ingilizce “merit goods” kavramının yerine kullanılmıştır.
101
piyasa mekanizmasının kaynakları etkin olarak dağıtması için bireysel tercihlerin
egemen olması gerekmektedir (Musgrave, 1959: 13).
C. Dışsallıklar Kamu Malı İlişkisi
Dışsallıklar ile kamu malları arasındaki ilişki birleşik arz ya da üretim
durumunda ortaya çıkmaktadır. Buchanan (1966: 404), dışsallıkları bileşik arzın bir
alt kategorisi olarak ele almıştır. Birleşik üretim söz konusu olduğunda üretim süreci
iki ya da daha çok nihai ürünü şekillendirmektedir.
E. J. Mishan, birleşik mal, ortak mallar ve dışsallıklar arasındaki ilişkiyi ilk
defa ortaya koyan yazar olarak bilinmektedir (Sönmez, 1987: 138). Mishan (1969b),
dışsallığın refah ya da üretim etkileri tamamen ya da kısmen fiyatlanamamış ya da
üretim ya da tüketim fonksiyonu toplumdaki diğer bireylerin faaliyetlerine bağlı
olduğu durumda ya da firmanın üretim sürecinde kullandığı faktörü kontrol
edemediği durumda ortaya çıktığını düşünmektedir. Mishan, dışsallıklara sahip
olmayan özel ve ortak mallar, dışsallıklara sahip özel ve ortak mallar olmak üzere
dört sınıflandırma yapmıştır.
Dışsallıklara sahip olmayan özel mallar: Bireyin diğer insanlarla
paylaşmadığı mallar özeldir. Özel mallar, özel bir bireyin fayda fonksiyonuna giren
diğer bireylerin fayda fonksiyonuna girmeyen mallar olarak tanımlanmaktadır. Bir
üretim faaliyetinden m sayıda birleşik olarak mal üretilmekte olsun. Özel mallar
durumunda optimalite için gerekli koşul şu şekilde olmaktadır: tek bir üretim
faaliyetinden birleşik olarak üretilen m sayıdaki birleşik malın marjinal
değerlendirmelerinin toplamı toplumdaki tüm bireyler için aynı olmalı ve bu toplam
marjinal değerlendirme bu birleşik olarak üretilen malların marjinal maliyetine eşit
olmalıdır. Bu koşul endüstri tam rekabetçi ise geçerli olmaktadır ve ayrıca m sayıda
birleşik olarak üretilen malın piyasalarının da tam rekabetçi olmasını
gerektirmektedir. Bu koşul, özel malların klasik optimalite koşuluna benzemektedir.
Özel mallarda da malın marjinal faydası (değerlendirmesi) her bir birey için üretim
faaliyetinin marjinal maliyetine eşit olmalıdır.
k birleşik üretim faaliyeti sonucu m (h=1,..,m) tane özel mal üretilmektedir.
102
11112
111
1
11 ... kmkk
m
hkh vvvv +++=∑
=
∑=
m
hkhv
1
11 , toplumdaki bir bireyin k birleşik faaliyeti sonucu üretilen tüm
mallardan elde ettiği marjinal faydaların toplamını göstermektedir. Dolayısıyla
dışsallığa sahip olmayan özel mal durumunda gerekli optimalite koşulu aşağıdaki
gibi gösterilebilmektedir:
.......11
22
1
11k
m
h
sskh
m
hkh
m
hkh cvvv ==== ∑∑∑
===
(1)
(ck=k üretimin marjinal maliyeti; s birey sayısı)
Dışsallıklara sahip olmayan ortak mallar: Mishan, tüketimi zorunlu olan
ve olmayan (isteğe bağlı) ortak mal ayrımı yapmıştır. Buna göre, tüketimi zorunlu
olan malın miktarını birey belirleyememektedir. Tüketimi zorunlu olmayan mallarda
birey sadece kendi tüketiminden etkilenmekteyken, zorunlu kılınan mallarda diğer
bireylerin tüketimi de bireyi etkilemektedir.
Tüketimi isteğe bağlı bir mal için optimalite koşulu:
vk11+vk
22+..+vkss=ck şeklinde iken;
Tüketimi zorunlu bir mal için optimalite koşulu:
vko1+vk
o2+..+vkos=ck olmaktadır.
vko1 simgesindeki “o” terimi bireylerin tüketimlerinin kendi kararlarına bağlı
olmadığını, dışardan belirlendiğini göstermektedir. Tek bir ortak mal için gerekli
koşul ile tek bir üretim faaliyeti sonucu elde edilen m sayıdaki birleşik ortak malın
optimalite koşulları birbirine benzemektedir. Optimalite için gerekli koşul, birleşik
olarak üretilen m ortak mala yönelik toplumdaki her bir bireyin marjinal
değerlendirmelerinin toplamının üretim faaliyetinin marjinal maliyetine eşit
olmasıdır:
Tüketimi isteğe bağlı m tane ortak mal için optimalite koşulu:
103
k
m
h
sskh
m
hkh
m
hkh cvvv =+++ ∑∑∑
=== 11
22
1
11 ... (2)
Tüketimi zorunlu m tane ortak mal için optimalite koşulu:
k
m
h
oskh
m
h
okh
m
h
okh cvvv =+++ ∑∑∑
=== 11
2
1
1 ... (3)
k birleşik üretim sürecinde ortaya çıkan m maldan g adetinin tüketimi zorunlu
olmayıp, m-g kadarınınki olabilir. Bu durumda:
k
g
h
m
h
oskh
sskh
g
h
m
h
okhkh
m
h
okh
g
hkh cvvvvvv =⎟⎟
⎠
⎞⎜⎜⎝
⎛+++⎟⎟
⎠
⎞⎜⎜⎝
⎛++⎟⎟
⎠
⎞⎜⎜⎝
⎛+ ∑ ∑∑ ∑∑∑
= == === 1 11 1
222
1
1
1
11 ... (4)
Dışsallıklara sahip özel mallar: Mishan, tüketimi zorunlu olan ve olmayan
mallar ayrımını kullanarak dışsallıkları analize dahil etmiştir. Birleşik üretilen özel
mallar söz konusu olduğunda, bir üretim faaliyeti sonucu ortaya çıkan m sayıdaki
maldan bazıları dışsal etki ya da yayılma etkisi olabilmektedir. Birleşik üretim
sürecinde ortaya çıkan bazı olumsuz dışsallıklar zorunlu (isteğe bağlı olmayan,
kaçınılamaz) ortak “kötü” mal kategorisine girebilmektedir. Mishan, ekmek üretimi
ve bu üretim faaliyeti ile birlikte ortaya çıkan kepek, saman ve duman örneğini
vermiştir. Üretilen duman bir fiyat karşılığında isteklilik temelinde insanlar arasında
dağıtılamamaktadır. Ekmek sadece kullanan bireye fayda sağlarken, duman sadece
satın alan bireye değil toplumdaki tüm bireylere zarar vermektedir. Dolayısıyla, çok
sayıda özel mal üreten bir üretim faaliyeti aynı zamanda çok sayıda dışsallık da
üretmektedir. Bu durumda optimalite koşulu birleşik üretilen özel malların her bir
birey için aynı olan marjinal faydalarının toplamının olumsuz dışsallıkların marjinal
zararından çıkarılarak, üretim faaliyetinin marjinal maliyetine eşitlenmesi ile
sağlanmaktadır. m maldan g kadarının özel mal, m-g kadarının ise olumlu ya da
olumsuz dışsallık olduğu varsayılırsa optimalite koşulu aşağıdaki gibi yazılmaktadır:
k
m
h
jkh
g
h
sskh
m
h
jkh
g
hkh
m
h
jkh
g
hkh cvvvvvv =+==+=+ ∑∑∑∑∑∑
====== 1
0
11
0
1
22
1
0
1
11 ... (5)
104
(5) nolu denklemdeki her bir toplama işlemindeki ikinci terimler dışsallıkları
göstermektedir. Üretim sürecinin tek bir mal ürettiği durumda, dışsallıkların varlığı
altında ise optimalite koşulu aşağıdaki gibi yazılmaktadır:
kj
kssk
jkk
jkk cvvvvvv =+==+=+ 0
210
2221
02
111 ... (6)
Dışsallıklara sahip ortak mallar: Tek bir üretim faaliyetinin birden fazla
ortak mal ürettiği duruma örnek olarak baraj sistemi verilmiştir. Baraj bir taraftan
elektrik üretirken (isteğe bağlı ortak mal), diğer taraftan sel kontrolü (zorunlu ortak
mal) ve balıkların yok olmasını (olumsuz dışsallık ya da ortak “kötü” mal)
sağlamaktadır. Dışsallığa sahip zorunlu ortak mal durumunda gerekli optimalite
koşulu (3) nolu denklem ile gösterilirken; isteğe bağlı ortak mal durumunda gerekli
optimalite koşulu (2) nolu denklemin gösterdiği gibidir.
Dışsallık ile kamu malı arasındaki bağlantıyı güçlü biçimde kuran Holterman
(1972) ise, dışsal olarak üretilen pek çok malın kamu malı olduğunu ileri
sürmektedir. Çiçek bahçesi örneğini veren Holterman’a göre, bir bireyin çiçek
bahçesinin görünümünden keyif alması, çiçeklerin sayısını azaltmamakta,
başkalarının bundan yararlanmasını engellememektedir. Dolayısıyla dışsal çıktı olan
çiçek bahçesinin görünümü, kamu malıdır. Holterman ayrıca fabrikadan çıkan
duman, egzoz ve su kirlenmesi gibi dışsallıkların da kamu malı olarak
değerlendirilebileceğini iddia etmektedir. Kamu malı olarak tanımlanan dışsal etkiler
de hem salt kamu malı hem de karma mal olabilmektedir. Kamu malları ile
dışsallıklar arasında kurulan diğer bir ilişki de kamu malının kullanımının da dışsal
etki yaratabilmesidir.
D. Üçüncü Bölümün Genel Değerlendirmesi
Dışsallıklar ve kamu malları, rekabetçi piyasanın kendiliğinden işleyişini
bozan iki aksaklık durumudur. Paretocu denge teorisi bu iki durumu yok sayarak
dengeye ulaşabilmekte ve kaynak tahsisinde optimum sağlanabilmektedir. Bu iki
durumun varlığında optimumun sağlanabilmesi için ya devletin müdahalesi önerilmiş
ya da dışsallıklar ve kamu malları başlıkları altında ele alınan durumların fiyat
sistemi içerisinde nasıl ortadan kaldırılacağı araştırılmıştır. Dışsallıkların varlığı söz
105
konusu ise Pigoucu geleneksel çözüm, devletin olumlu dışsallığı yaratan kesimi
sübvanse etmesi; olumsuz dışsallık yaratan kesimi vergilemesini önermektedir.
Böylece, piyasa tarafından fiyatlanamayan dışsallıkların etkileri devlet tarafından
telafi edilmekte, dışsallıklara bir çeşit dolaylı fiyat belirlenmektedir. Buna karşılık
devletin müdahalesi dışsallıkların ekonomik birimler arasında içselleştirilmesi ya da
Coase Teoremi’nde olduğu gibi dışsallıklar için bir piyasa oluşturularak bunların da
fiyat sistemi içerisinde çözülmesi ile gereksiz hale gelebilmektedir.
Kamu malları durumunda ise durum değişkenlik göstermektedir. Salt kamu
malları durumunda devletin üretici olarak devreye girmesi gerekirken, karma mallar
ve vesayet altındaki mallarda salt kamu mallarında geçerli olan bölünemezlik ve
dışlanamazlık söz konusu olmadığı için özel kesim de üretici olabilmektedir. Bu
malların hangi kesim tarafından üretileceği mevcut toplumsal ve politik değerlere
göre belirlenmektedir. Snower (1993), karma mal ve hizmetler ile vesayet halindeki
mal ve hizmetlerin (eğitim, sağlık, işsizlik sigortası gibi) devlet tarafından
sağlanmasının daha etkin olacağını savunmaktadır. 1970’lerin ortasına kadar yaşanan
refah devleti pratiğinde bu mal ve hizmetler de devlet tarafından üretilirken,
1970’lerin ortasından itibaren piyasanın daha etkin olacağı görüşü egemen hale
gelmiştir.
106
Dördüncü Bölüm:
REFAH DEVLETİ ve KRİZİ: EŞİTLİK SORUNSALINI DA İÇEREN
SOSYAL REFAH KAVRAYIŞINDAN ETKİNLİK AMACINA GERİ DÖNÜŞ
Daha önce belirtildiği gibi teorik refah iktisadı, ekonomik refahla kendini
sınırlayarak, refahı sağlayan temel kurum olarak piyasayı görmekte ve piyasanın
etkinliği ile refah arasında doğrudan bağlantı kurmaktadır. Piyasanın etkin kaynak
dağıtımını sağlaması için gerekli varsayımlar ve koşullar sağlanmadığında ise tam
rekabetçi piyasa dengesi ile refah arasında doğrudan bağlantı kuran temel refah
teoremleri anlamlarını yitirmektedir. Devlet müdahalesinin meşru görüldüğü bu
durumlarda devletin amacı aksaklıkları gidererek piyasanın etkin çalışmasını yani
ekonomik etkinlik şartlarını sağlamaktır. Ancak, refah devleti pratiğinde, devlet
sadece piyasanın etkin kaynak dağıtımı sonucu oluştuğu ileri sürülen ekonomik
refahla kendini sınırlamamış, eşitliği de refahın bileşenlerine ekleyerek sosyal refahı
oluşturmak amacıyla müdahale alanını genişletmiştir77. Böylece devlet refahı
sağlayan ana yapı olarak ortaya çıkmıştır (Ferguson vd., 2002: 132). Offe (1982:
262) bu süreci “refahın politize olması” şeklinde tanımlamaktadır.
Refah iktisadının bireyler arası karşılaştırmalardan sakınan ve bölüşümü bir
tür faktör fiyatlaması olarak ele alan teorik yapısı, piyasayı toplumu örgütlemede
temel kurumsal yapı olarak gören neoklasik yaklaşımın izlerini taşımaktadır (Mishra,
1996; O’Neil, 2001). Kendi kendine işleyen piyasa ile birlikte, ekonominin ve
aslında bir bütün olarak toplumun akılcı insanın bireysel olarak vereceği üretim,
tüketim ve değişim kararları sayesinde, fiyat mekanizması aracılığıyla kendiliğinden
dengeye geleceğini varsaymakta; toplum tarafından üretilen değerin bölüşümü
sorununu ise, her üretim faktörünün üretime yaptığı katkı oranında pay alacağını
varsayarak, yine piyasa mekanizması içerisinde çözülmüş kabul edilmektedir.
77 Negri (1967: 49-50), 1871’den itibaren devlet müdahalesinin giderek büyüdüğünü ve üretim tarzının toplumsallaştığını vurgulayarak, 1929 krizi ile kapitalizmin sistemik krizine ve sosyalist tehdide karşı aldığı bir önlem olarak gördüğü refah devleti döneminin, basitçe “müdahaleci devletin” sahneye çıkması olarak değerlendirilemeyeceğine dikkat çekmektedir.
107
Dolayısıyla refah iktisadı eşitsizlik sorununu hem toplumsal artığın dağıtımını fiyat
mekanizmasının mükemmel işleyişine terk ederek; hem yaptığı varsayımlar ve
kullandığı teorik araçların sağladığı koşullara dayanarak (sayal fayda yerine
sıral faydanın getirilmesi ve bireysel karşılaştırmaların imkansız kabul edilmesi);
hem de Paretocu yaklaşımın gelir bölüşümünü değer yargılarından uzak tutma
anlayışı sayesinde göz ardı edebilmiştir. 1929 bunalımından önceki liberal ekonomik
politikaların egemen olduğu dönemde dünyadaki reel ekonomik politika da bu
perspektife sahiptir (Mishra, 1996; Ferguson vd., 2002).
Refah devleti ile eşitliğin de refahın bir unsuru olarak kabul edildiği bir
dönem yaşanmıştır. Refah devleti pratiğinde, devlet sadece piyasanın etkin kaynak
dağıtımı sonucu oluştuğu ileri sürülen ekonomik refahla kendini sınırlamamış,
eşitliği de refahın bileşenlerine ekleyerek sosyal refahı oluşturmak amacıyla
müdahale alanını genişletmiştir. Böylece devlet, refahı sağlayan ana yapı olarak
ortaya çıkmış ve piyasaya refahı sağlama amacına uygun olarak, farklı biçimlerde
müdahale etmiştir (Ferguson vd., 2002: 132).
1970’lerin ortasından itibaren yaşanan küresel düzeydeki krize paralel olarak
refah devletinde ciddi bir dönüşüm başlamıştır (Maddison, 1982). Krizin nedenini
19. yüzyıl ve 20. yüzyılın başında olduğu gibi devletin piyasaya müdahalesinde
gören neoklasik yaklaşımın tekrar egemen hale geldiği bu dönemde, piyasa etkinliği
tekrar amaç haline gelmiştir. Bu bölümün iki temel savı bulunmaktadır. İlki, refah
devleti deneyiminin yaşandığı 2. Dünya Savaşı ile 1970’lerin ortasına kadar olan
dönemin, Keynesyen politikalara bağlı olarak piyasa ile refah bağlantısının
zayıfladığı ve eşitliğin refahın bir bileşeni olarak politik programlara girdiği bir tarih
dilimi olduğudur. İkinci temel sav ise 1970’lerin ortalarından itibaren akademik
ilgide ve devletlerin refah politikalarında, Paretocu refah iktisadının rekabetçi piyasa
ile refah arasında kurduğu doğrudan bağlantının tekrar güçlendiği ve eşitlik
sorununun dışarıda bırakılarak etkinlik ile refahın sağlanacağı savının egemen hale
geldiğidir.
Yoksulluğa karşı önlemler olarak başlayan devlet faaliyetleri, yıllar içinde
büyümüş, önce merkezileşmiş sonra da gönüllülükten zorunluluğa dönüşmüştür.
108
İngiltere’de 1601’de Yoksul Yasaları ile başlayan ekonomik ve sosyal amaçlı devlet
müdahaleleri zaman içinde refah devleti uygulamasına dönüşmüştür (Barr, 1987:
9).78 Devlet kurulduğu tarihten itibaren, müdahale edilmesi istenmeyen piyasanın
kurumsallaşması da dahil olmak üzere, içinde yaşadığımız toplumun inşa edilmesi
amacına dönük olarak her zaman önemli bir yapı olmuştur (Polanyi, 2000: 201-202).
Ancak, İkinci Dünya Savaşı ile 1970’lerin sonlarına kadar, dünyada özellikle de
Avrupa’da yaşanan refah devleti deneyimi, devlet müdahalesinden öte, farklı bir
niteliğe sahip olmuştur. Bu nedenle refah devletinin neden ortaya çıktığına, nasıl
tanımlanacağı ve amaçlarının ne olduğuna ilişkin geniş bir tartışma yapılmıştır. Bu
bölümün ilk alt bölümünde refah devletini ortaya çıkaran tarihsel koşullara ve J. M.
Keynes’in fikirlerine kısaca göz atılacaktır. İkinci altbölümde refah devletinin ortaya
çıkış nedenlerine ilişkin farklı yaklaşımlar ve açıklamalar ele alınacaktır. Refah
devleti yazınının gelişmiş ülkelerdeki deneyimler üzerine kurulduğu gözlenmektedir.
Bu tez çalışmasında da gelişmiş ülke deneyimleri ile sınırlı olarak analiz yapılacak
ve azgelişmiş ülkelerin kendine özgü kurumsal yapıları ve politika pratikleri dışarıda
tutulacaktır. Bu açıdan refah devleti yazınında temel alınan Esping-Andersen’in
Avrupa refah devletleri deneyimi üzerinden oluşturduğu refah devleti rejimleri
kavramlaştırması etrafında refah devleti deneyimi anlatılacaktır. Dördüncü
altbölümde Polanyi’nin piyasa toplumuna ilişkin fikirleri üzerinde durulacak ve “ikili
hareket” tezi üzerinden refah devleti yaklaşımı yakından incelenecektir. Son
altbölümde ise 1970’lerin ortasından itibaren refah devletinde yaşanan dönüşüm
izlenmeye çalışılacaktır.
A. Refah Devleti
1. Refah Devletini Doğuran Tarihsel Koşullar ve J. M. Keynes
Refah devletinin ilk nüveleri, ilk Keynesyen politikalar 1929 bunalımından
çıkmak için ABD’de Başkan F. D. Rooswelt’in “New Deal” politikalarının
uygulaması ile ortaya çıkmıştır79. “New Deal”ın özünü oluşturan şey başlıca sosyal
78 Refah devletini tarihsel perspektifle ele alan bir çalışma için bkz. (Briggs, 1969) 79 Refah devletinin ilk kurumlarının ise Bismarck Almanyası’nda sosyal güvenlik hizmetlerinin oluşturulması ile görüldüğü genel kabul görmüştür (Barr, 1987; Esping-Andersen, 1991; Briggs, 1969). Mishra (1996) dünyadaki ilk refah devletinin Almanya’da çalışanların memnuniyetsizliğine ve sosyalizme yanıt olarak ortaya çıktığını ifade etmektedir. Ancak, 2. Dünya Savaşı sonrasında
109
güçlerin üzerinde anlaşacağı yeni bir toplumsal uzlaşma arayışı olarak
görülmektedir. New Deal ile ABD’de işçi sınıfı tamamen tüketim sistemine dahil
edilmiş, işveren kesimi ile devlet arasında da işbirliğinin yolu açılmıştır (Beaud,
1984: 206-208; Negri, 1967: 82-83).
ABD’de New Deal ile uygulanan talep yanlı, tüketimi teşvik edici politikalar
Avrupa’da İkinci Dünya Savaşı sonrasında uygulanmaya başlanmıştır. I. Dünya
Savaşı ve 1929 bunalımının ardından işsizliğin yüksek oranlara ulaşması J. M.
Keynes’in Genel Teorisi’ni yazma nedeni olmuştur. İşsizliğin emek piyasalarının
katılığından, istikrarsızlığın ve durgunluğun devletin piyasaya yönelik
müdahalelerinden kaynaklandığını düşünen neoklasik görüşü reddeden Keynes,
“bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” anlayışını kabul etmemekte, tam istihdama
ulaşmak için devletin piyasalara müdahale etmesi gerektiğini düşünmektedir80.
Bunalımın nedeni, arz fazlasıdır. Devlet, üretimi teşvik edici politikalara ek olarak,
üretilenlerin satın alınmasını sağlayabilmek için çalışan kesimlerin satın alma
güçlerini de yüksek tutmalıdır. Dolayısıyla devlet piyasaları kontrol altında tutmalı
ve onlara müdahale etmelidir (Beaud, 1984: 211-212; Drache, 1996: 34; Köse ve
Öncü, 2003; Negri, 1967).
Keynes kapitalizmin üç ana aktörü -devlet, kapitalistler ve işçiler- arasındaki
politik ve ekonomik ilişkilerin düzenlenmesiyle ideal bir toplumun yaratılabileceği
inancını taşımaktadır. “Bir liberal olan Keynes’in hayalindeki toplum tam anlamıyla
düzenlenmiş bir piyasadır” (Köse ve Öncü, 2003: 122)81. Bu açıdan
değerlendirildiğinde Keynes, siyaseti diğer düzeylerden ayıran klasik liberal görüşe
karşı, “siyasal öğenin iktisada içsel bir öğe haline getirilmesi”ni savunmaktadır
uygulanan Keynesyen benzeri politikalar ABD’de “New Deal” ile başladığı için bu tarih kullanılmıştır. 80 Keynes “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” politikasını 1. Dünya Savaşının ardından yazdığı “The Economic Consequences of the Peace” adlı çalışmasında terk etmiştir. Diğer taraftan Negri, Keynes’in devletin rolünü tam istihdam koşullarını sağlamak olarak gördüğüne, bu sağlandıktan sonra neoklasik denge teorisinin işleyeceğini düşündüğüne dikkat çekmektedir. Keynes’in hedefi dengenin inşa edilmesidir. Müdahalecilik teknik bir zarurettir (1967: 60-68). 81 Negri (1967: 53), Keynes’i 1917 sosyalist devrimine karşı kapitalist toplumun yeniden inşa ve kapitalist devleti yeniden şekillendirme projelerindeki en etkin teorisyen olarak görmektedir. Keynes 1917 devrimi ve 1929 bunalımının ardından kapitalist toplumun ciddi bir ekonomik ve siyasal krize girdiğini düşünmekte ve bunun aşılabilme yollarını aramaktadır. 1. Dünya Savaşının ardından kaleme aldığı politik çalışmalarda ve Genel Teori’de bu vurguya sık sık rastlanmaktadır (Negri, 1967).
110
(Negri, 1967: 59). Siyaset, “belli bir üretim biçiminin varlığı ve gelişimi için gerekli
olan koşulları toplumsal çapta sağlama uğraşı” (Eroğul, 1999: 42) olarak
tanımlanmaktadır. Bu uğraşı gerçekleştirecek toplumsal örgütlenmenin devlet olduğu
hatırlandığında Keynes’in ekonominin (piyasanın) devlet eliyle düzenlenmesi
gerekliliği fikri açıklığa kavuşmaktadır. Keynes’e göre devlet, “sadece iktisadi bir
destek ve teşvik kaynağı, bir istikrar ve yenilik kaynağı” değildir. Bizzat üretici
kimliğe de bürünebilen, “iktisadi faaliyetin asli motorlarından biridir” (Negri,
1967:70-72).
Keynesyenizmin düzenlenmiş piyasa ilkesinin egemen olduğu, devletin
ekonomiye yoğun müdahalesi ile karakterize olan İkinci Dünya Savaşı Sonrası
dönemde dünya genelinde dikkate değer büyüme oranları yaşanmış, refah düzeyi
yükselmiştir (Beaud, 1984: 240). Ne sağ ne de solda bulunan partiler vatandaşlarını
korumak için piyasayı düzeltici sosyal programların gerekliliğini düzenlenmemiş
piyasalara karşı sorgulamaktadır. Bu dönemde bu politikalara bağlı olarak sosyal
eşitsizlik dinamik değil durağan kalmıştır (Drache, 1996: 34). 1929 bunalımının
sonucu olarak ortaya çıkan refah devleti, piyasanın aksaklıklarını ve yarattığı
sorunları gideren kurumsal bir yapı görünümündedir.
2. Refah Devletine Farklı Yaklaşımlar
Refah devleti tartışmaları Richard Titmuss (1958)’un artık (residual) refah
devleti ve kurumsal refah devleti gruplandırmasını temel almaktadır. Artık refah
devleti, devleti yalnızca aile ve piyasa aksadığında sorumlu tutmaktadır. Bu algılama,
devletin marjinal ve muhtaç sosyal gruplara yönelik taahhütlerini kısıtlamaktadır.
Artık refah devleti, piyasa aksaklıklarını gidermek, yoksulluktan kurtulmak ve belli
kamu mallarını sağlamak için sınırlı devlet faaliyetleri öngörmektedir. Kurumsal
refah devleti ise toplumun bütününü hedeflemekte ve bu anlamda evrensel olduğu
kabul edilmektedir. Kurumsal refah devleti, refaha yönelik kurumsal taahhütler
içermekte, refah taahhütlerini sosyal refah için hayati olan bölüşüm alanına
genişletmektedir (Barr, 1987: 61; Esping-Andersen, 1991: 20-21).
111
Liberal iktisat82 eşitlik ve zenginliğin, maksimum serbest piyasa ve minimum
devlet müdahalesi ile elde edileceğini düşünmektedirler (Esping-Andersen, 1991: 9).
Klasik liberal iktisatta devlet müdahalesinin amacı, esas olarak, kendi kendini
düzenleyen ve kendi kendine genişleyen, ‘ulusun zenginliğini’ ençoklaştırmaya
yönelen bir sistem olarak kabul edilen kapitalizm için en uygun koşulları
yaratmak ve sürdürmektir (Hobsbawm, 1998: 209).
Bu anlamda liberal yazarlar artık refah devleti yapısına sıcak bakmaktadır.
Onlara göre müdahale, insanların geçimlerini sağlamalarının koşullarını toplumsal
düzenlemelerle gerçekleştirilmesi gereğini işaret eden ahlaki bir tavırdan
kaynaklanmaktadır (Buğra, 2003: 196). Geçim koşullarını sağlayacak olan piyasa
kurumudur ve müdahale de onun oluşması ve işlemesiyle sınırlandırılmalıdır. Bu
gelenek içerisinde yer alan neoklasik iktisat, refah devletinin piyasanın belirlediği
fiyat ve ücretleri değiştirerek, fiyatların ekonomideki aktörlere bilgi aktarma ve
teşvik fonksiyonlarını zayıflattığını ileri sürmektedir. Fiyatların piyasanın belirlediği
fiyatlardan farklılaşması, kaynak dağılımında etkinliği bozmaktadır.
Refah devletine karşı sunulan temel argüman refah devletinin etkinliği
azaltmasıdır83. Bu fikir 1970 bunalımının ardından ve onu izleyen neoliberal
politikaların ardından yeniden güçlenmiştir. İkinci Dünya Savaşı ile 1970’lerin
ortasına kadar süren Altın Çağ döneminde, devletin piyasanın etkinlikten uzak ve
gelir dağılımında eşitsizlik yaratan etkilerini giderici, toplumda sınıflar ve gruplar
arasında çatışmaları yumuşatan bir kurum olduğu yönünde yaygın bir görüş
82 Liberal yazarlar, devlet müdahalesini piyasanın etkinliğini bozan bir unsur olarak ele alan yazarlardır. Barr, liberal yazarlar içerisine Keynes, Galbraight, Rawls gibi sosyal adalet ve devlet müdahalesinin gerekliliğine inanan yazarları da dahil etmiştir. Barr, piyasayı refahı sağlamada temel kurum olarak gören yazarları liberteryan olarak nitelemiştir. Bu ayrıma göre liberal yazarlar, refah devletini desteklemektedir. Onlara göre özel mülkiyet amaç olmaktan ziyade araçtır. Liberal teori ayrıca eşitlikçi yapısıyla devlete bölüşüm sorununu çözme konusunda liberteryanlara göre daha büyük bir rol biçmektedir. Liberteryan teoriyi iki alt gruba ayıran Barr’a göre, doğal hakları savunan libertaryanlar (Nozick gibi) asgari gece bekçisi devleti savunmaktadır. Nozick vergiyi hırsızlık olarak görmekte, devlet müdahalesini ahlaki olarak yanlış bulmakta ve devlete yeniden dağıtımcı rol tanınmasına karşı çıkmaktadır. Ampirik libertaryanlar ise (Hayek, Friedman gibi), devlet müdahalesine toplam refahı düşürdüğü için karşı çıkmaktadır. Ancak libertaryanlar genel olarak, rekabetçi piyasanın eşit dağılımı kendiliğinden gerçekleştireceğini düşünmekte, büyük ölçekli devlete baskıcı bir kurum olarak bireysel özgürlüğü kısıtladığı gerekçesiyle karşı çıkmaktadırlar (Barr, 1987: 42-68).
112
mevcuttur (Offe, 1982: 67). Bunun yanında eşitlik ile etkinlik arasında ters ilişki
olduğu öne sürülmüş ve devletin yeniden dağıtımcı rolü eleştirilmiştir. (Boyer,
1996:105-107; Gough, 1996: 235)84.
Neoklasik iktisat geleneğinde devlet müdahalesi, rekabetçi piyasanın
optimuma ulaşmasını engelleyen tam bilgi ve tam rekabet varsayımlarının ihlal
edildiği ve piyasa aksaklıklarının söz konusu olduğu durumlarda meşru
görülmektedir. Bu koşullar altında devlet etkinlik amacıyla harekete geçmektedir85.
Kurumsal refah devleti ise devletin piyasanın yarattığı sorunları çözmesinin ötesinde
çeşitli nedenlerle toplumu oluşturan bireylere yönelik sosyal hizmetleri sunma
amacını güttüğünde ortaya çıkmaktadır. A. Lindbeck (1993:96)86, piyasa etkinliğini
bozan nedenleri ortadan kaldırarak, birey refahının piyasaya bağımlılığını devam
ettiren devlet faaliyetini klasik devlet faaliyeti olarak tanımlayarak, refah devleti
faaliyetlerinden ayırmaktadır. Klasik devlet faaliyetleri, sözleşmeleri güçlendirme,
kamusal malları sağlama, üretimdeki dışsallıkları düzenleme ve fiziksel altyapı
üretme şeklinde sıralanmaktadır. Lindbeck ayrıca çeşitli nedenlerle yapılan devlet
83 Refah devletinin ve genel olarak devletin etkinsizlik yaratan yönleri için bkz. (Snower, 1993). Snower aynı zamanda, eğitim, sağlık, işsizlik sigortası gibi alanlarda özel girişimin başarızızlık nedenlerinin de sıralamaktadır. 84 Snower (1993: 704-705) devletin geliri eşitlik amacıyla yeniden dağıtmasının etkinlikten fedakarlık etmeden söz konusu olamayacağını ileri sürmektedir. O’na göre ulusal gelirin daha eşitlikçi yeniden dağıtılması gelirin küçülmesine neden olmaktadır. Çünkü ikinci refah teoreminin öne sürdüğü serbest piyasayı etkilemeden maliyetsiz bir defalık transferler gerçekleştirmek imkansızdır, bu tarnsferler yeni sapmalar yaratmaktadır. Ancak yapılan çalışmalar etkinlik ile eşitlik arasında A. M. Okun’un ortaya koyduğu gibi bir ters ilişki olmadığını göstermiştir (Okun, 1975’den aktaran Gough, 1996). Ayrıca Gough çalışmasında sosyal refah ile rekabetçilik arasındaki ilişkinin tesadüfi olduğunu vurgulamaktadır. Akerlof ise daha eşit gelir dağılımının özel ve global etkinliği artırabileceğini ortaya koymuştur (aktaran Boyer, 1996). 85 Etkinlik amaçlı devlet müdahalesi düzenleme, finansman, kamusal üretim ve nakit transferleri yoluyla yapılabilmektedir. Düzenleme yoluyla devlet müdahalesi her zaman ekonomik amaçlı olmayabilmekte, sosyal amaçlar da gözetebilmektedir. Piyasada üretilen malların niteliğini düzenleyen devlet etkinliği daha çok piyasanın arz tarafını etkilerken, niceliğini düzenlemeyi amaçlayan devlet etkinliği bireysel talebi etkilemektedir. Finansman yoluyla müdahale belli mallara ya da bireylerin gelirlerine vergi ve sübvansiyon konulması şeklinde olmaktadır. Böylece devlet bazı malları ve kesimleri desteklemekte, bazı malların kullanımına da sınırlama getirebilmektedir. Kamusal üretim, devletin piyasaya doğrudan müdahalesi olarak görülmektedir. Bu yöntemde devlet sermaye mallarına sahip olmakta ve emek istihdam etmektedir. Nakit transferleri yani gelir sübvansiyonları ile amaç faktör ya da ürün fiyatları üzerinde etkide bulunmadan bireylerin gelirlerini değiştirmektir (Barr, 1987: 79-80). 86 Lindbeck (1993: 110), refah devletinin yeniden dağıtım amacıyla “transfer devletine” dönüştüğünü ileri sürerek, refah devletinin yaşadığı krizin de bundan kaynaklandığını düşünmektedir. Diğer taraftan yoksulluğu azaltma, bireyin ömür boyu aynı serveti almasını sağlama, insani sermayeye yatırım yapılması ve iktisadi belirsizliklerin giderilmesi konularında başarı sağladığını düşünmektedir (1993:98).
113
düzenlemeleri ve makro istikrar politikalarını da refah devletinin faaliyet alanının
dışında görmektedir.
Farklı teorik ve ideolojik yaklaşımların87 refah devleti tanımlarında ortak
unsur, devletin piyasanın işleyişi sonucu oluşan hem ekonomik hem de sosyal
sorunlara çözüm üreten karmaşık kurumsal bir yapı olarak görülmesidir. Briggs
(1969), refah devletini, piyasa güçlerinin oyununu tadil etme amacında olan örgütlü
bir güç olarak görmektedir. Bu örgütlü gücün ilk amacı, bireylere ve ailelere
yaptıkları iş ya da niteliklerinin piyasa değerlerine bakmaksızın asgari gelirin garanti
edilmesidir. İkincisi, bireyleri ve aileleri krize sokacak beklenmedik olumsuz
(işsizlik, hastalık gibi) olaylara karşı güvensizliklerinin azaltılmasıdır. Son amaç,
statü ve sınıf farkı gözetmeksizin tüm vatandaşlara en iyi sosyal hizmet standardının
sağlanmasıdır. İlk iki amaç, ortak kaynakların yoksulluğu azaltmak ve sıkıntı
içindekilere yardımcı olmak amacıyla istihdam edildiği “sosyal hizmet devleti”
denilen devleti tanımlamaktadır. Son amaçta ise minimum anlayışından maksimum
fikrine geçilmekte; devlet, sadece sınıf farklılıklarının azaltılması ya da belli
grupların ihtiyaçları ile ilgilenmemekte aynı zamanda eşit muamele ve eşit seçmen
gücü tanınması ile ilgilenmektedir. Buradaki refah devleti tanımı da kurumsal refah
devletini betimlemektedir ve en önemli özelliği eşitlik perspektifine sahip
olmasındadır.
Ancak Lindbeck’in ayrımının da gösterdiği gibi, refah devleti deneyimini,
piyasa aksaklıklarını düzenleyecek bir mekanizma ihtiyacına dayandırarak açıklamak
yetersiz kalmaktadır. Offe refah devletinin sosyal hizmetleri sağlayan bir yapıya
indirgenerek tanımlanmasını eleştirmiştir. Yazara göre refah devleti, kapitalist
ekonomiyi ve toplumsallaşma yapılarını yönetmeyi amaç edinmiş olan politik ve
bürokratik kurumların çok işlevli ve heterojen bir kümesidir. Refah devleti daha
geniş bir şekilde “kriz yönetimi” olarak yani, sermaye birikimi ve toplumsallaşma
süreçlerinin düzenlenmesi olarak da tanımlanabilmektedir. Örneğin, refah devleti,
özel kesim tarafından kontrol edilen mübadele süreçlerinin, bu süreçlerin kendisinin
yarattığı sapma yaratıcı eğilimleri minimize ederek ayakta kalmasını sağlamaktadır.
87 Farklı teorik ve ideolojik görüşlerin refah devletine yaklaşımları için Esping-Andersen (1991: 9-15) ve Barr, 1987: 42-68)’a bakılabilir.
114
Bu strateji sendikalara etkin rol tanımaktadır. Ayrıca refah devleti yöneticileri
toplumsallaşma süreçlerini düzenlemeye ve düzeltmeye çalışmaktadır. Örneğin,
piyasa mübadelesi nedeniyle zarar gören kesimlere yasal kaynak transferleri
yapılmaktadır (Keane, 1984: 11-13).
Offe (1982) ayrıca 1970’lere kadar refah devletinin toplumdaki çatışmaları
azaltıcı bir yapı olarak görüldüğüne dikkat çekmektedir. Yazara göre refah devleti II.
Dünya Savaşı Sonrası dönemde gelişmiş kapitalist demokrasilere temel barış formülü
olarak sunulmuştur. Bu barış formülüne göre, piyasa toplumunun getirdiği çeşitli
risklerden zarar görmüş vatandaşlara destek ve yardım sağlayan devlet aygıtları bir
zorunluluk olarak belirmektedir. Ayrıca, kamu politikasının belirlenmesi ve ortak
pazarlıkta işçi sendikalarına resmi rol verilmektedir. Refah devletinin bu yapısal
unsurlarının sınıf karşıtlıklarını azaltacağı, emek ve sermaye arasındaki eşitsiz güç
ilişkilerini dengeleyeceği ve böylece refah devleti öncesi liberal kapitalizmin en
belirgin özelliği olan zarar verici mücadele ve çelişki koşullarının üstesinden
gelinebileceği düşünülmektedir. Kısacası refah devletinin II. Dünya Savaşı sonrası
dönem boyunca toplumsal çelişkilere politik bir çözüm olarak ilan edildiği
düşünülmektedir (1982: 67).
Marksist yaklaşım Almanya’da Bismarck’ın refah devletinin ilk kurumlarını
işçi sınıfı hareketinin yükselmesi ve sosyalizm tehdidine karşı, çalışanları kapitalist
sistem içerisinde tutmak amacıyla oluşturduğuna dikkat çekerek, refah devletinin
kapitalizmin sosyalist alternatifi kontrol altına alma yöntemi olduğunu iddia
etmektedir (Negri, 1967). Bu anlamda refah devleti kapitalizmin eşitsizliğe neden
olan yapısının giderilmesine çalışmakta ve böylece eşitsizlikten zarar gören
kesimlerin kapitalist toplumsal sisteme karşı hoşnutsuzluklarını gidermektedir
(Ferguson vd., 2002).
3. Refah Devleti Rejimleri
G. Esping-Andersen (1991) farklı ülkelerin yaşadığı refah devleti
deneyimlerinden yola çıkarak refah devleti rejimleri kavramlaştırmasını yapmış ve
bu yaklaşım sosyal teori açısından refah devletini anlamada merkezi kavrayış haline
115
gelmiştir (Fine, 2002: 197)88. Bu bölümde de Esping-Andersen’in yaklaşımı temel
alınacaktır.
Esping-Andersen, ülkelerin refah devleti rejimlerinin farklılaşma nedenlerini
her toplumun kendi tarihsel, kurumsal, politik ve sınıfsal yapısında görmektedir.
Özellikle sınıf hareketlerinin yapısı ve sınıflar arasındaki politik koalisyonların
niteliği refah devleti rejimlerini farklılaştırmaktadır. Orta sınıfların yükselmesi sosyal
demokrat projeyi gündemden düşürürken, liberal refah devletini güçlendirmektedir.
O’na göre, refah devleti çalışan sınıflara ve yoksullara hizmet ederken, özel sigorta
ve mesleki sosyal ücret ödemeleri (fringe benefit) orta sınıflara hitap etmektedir.
Esping-Andersen refah devleti rejimlerini, metalaşmama
(decommodification) derecesi (sosyal hakların piyasa mekanizmasından
bağımsızlığı), tabakalaşma sistemi (ya da eşitsiz yapılanma) ve devlet-piyasa-aile
(sosyal koruma formu) ilişkilerine göre sınıflandırmaktadır. Metalaşmama, bireylerin
emek piyasalarından bağımsız olarak (refah politikaları sonucu) var olabilme
derecesidir. Tabakalaşma refahın sağlanmasının sosyal farklılıklar üzerindeki etkisi
iken; istihdam onun kompozisyonal yapısı, emek piyasalarının örgütlenmesi, çalışma
koşulları ve tam istihdam taahhüdünün derecesi ile ilişkilendirilmektedir.
Esping-Andersen metalaşmamayı, vatandaşların özgür biçimde ve potansiyel
iş, gelir ya da genel refah kaybı olmaksızın, gerekli gördüklerinde işlerinden
vazgeçebilmeleri olarak tanımlamaktadır. Yazara göre refah devleti yalnızca eşitsiz
yapıya müdahale eden ve düzelten bir mekanizma değil aynı zamanda bir
tabakalaşma sistemidir ve sosyal ilişkilerin sıralanmasında aktif bir güç olarak ortaya
88 Mishra (1996: 322-323) da Esping-Andersen’a benzer şekilde refah devleti deneyimini üç model etrafında sınıflandırmıştır. İlki piyasa ya da laissez-faire modelidir. Bu modele göre devletin rolü düşük gelir gruplarına asgari yarar sağlama ile sınırlandırılmıştır. Amerikan sistemi bu gruba girmektedir. Sosyal demokrat model ise sosyal dayanışma ve vatandaşlık kavramları temelinde evrensel ve kapsayıcı hizmetler sunmaktadır. 1950’lerdeki İngiliz devleti bu tanıma yakın durmaktadır. İsviçre ise bu modelin güçlü bir korporatist tarzını geliştirmiştir. İsviçre örneğinde eşitliğe vurgu yapılmakta, emek piyasalarına yapılan yoğun müdahale ve merkezileşmiş ortak pazarlık yöntemi ile sosyal refah sağlanmaktadır. Son model ise Almanya’nın örnek olduğu modeldir. Almanya refah devleti, sosyal refaha ilişkin güçlü devlet taahhütü ile karakterize olurken, bu taahhüt eşitlikten ziyade güvenlik ve istikrarı temel almaktadır. Japonya refah devleti ise birinci ve üçüncü modellerin karışımı niteliğindedir.
116
çıkmaktadır (Esping-Andersen, 1991:23). Bu üç kriter üzerinden Esping-
Andersen üç rejim tanımlamaktadır:
1-Sosyal demokrat, evrensel yüksek metalaşmama modeli: Bu rejimde,
gelir dağılımı eşitsizlikleri düşük oranlarda kalmakta ve refah amaçlı hizmetlerin
devlet tarafından sunulması söz konusu olmaktadır. Devlet, devlet ile piyasa ve
çalışan sınıflar ile orta sınıflar arasındaki ikilemleri tolere etme, toplumdaki her
vatandaşın asgari gelir ve ihtiyaçlarının karşılanarak eşitliğin sağlanmasından ziyade
hayat standartlarının yükseltilerek, bu yüksek standartlar üzerinden eşitliğin
sağlanması amaçları takip edilmektedir. Tüm vatandaşlar için hizmetler yeni orta
sınıfların zevkleri ile eşit düzeye yükseltilmektedir. Yüksek metalaşmama ve
toplumdaki farklı beklenti ve istekleri uyumlu hale getirmeye dönük politikalar
uygulanmaktadır. Sosyal demokrat rejimlerin vatandaşlarını kurtarma politikası hem
piyasayı hem de geleneksel aileyi işaret etmektedir. Korporatist modelin aksine,
ailenin olanaklarının tükenmesi beklenmemekte, ailevi maliyetler
toplumsallaştırılmaktadır. Bu ideal aileye bağımlılığı artırmamakta aksine bireysel
bağımsızlık kapasitesini artırmaktadır. Bu anlamda model liberalizm ve sosyalizmin
özel bir birleşmesi olarak görülmektedir. Esping-Andersen’a göre bu model piyasayı
kovmakta ve sonuç olarak temelde refah devletinin yanında evrensel dayanışmayı
inşa etmektedir. Ortaya çıkan devlet, çocuklara doğrudan transferler sağlayan, çocuk,
yaşlı ve yardıma muhtaçların sorumluluğunu doğrudan üstüne alan bir refah
devletidir. Çalışma hakkı ile çalışanların gelirlerinin korunması hakkı eşit statüdedir.
Dayanışmacı, evrenselleştirici ve metasızlaştırıcı refah sistemini sürdürmenin devasa
maliyetine, devletin sosyal sorunları minimize etmesi ve geliri ençoklaştırması
sayesinde katlanılmaktadır. Bu özellikleri sağlayan refah devleti İskandinav
ülkelerindeki deneyimlere işaret etmektedir.
2 - Orta derecede metalaşmama getiren muhafazakar korporatist refah
devleti: Bu devlet rejiminde öne çıkan özellik toplumdaki statü farklılaşmalarının
korunmasıdır. Devletin sunduğu haklar sınıf ve statülere göre belirlenmektedir. Bu
korporatizm, refah sağlayıcı olarak piyasayı yerinden etmeye hazır bir devlet yapısını
içermektedir. Diğer taraftan devletin statü farklılıklarını desteklemeye yaptığı
vurgunun anlamı, onun yeniden dağıtımcı etkilerinin göz ardı edilebilir olmasıdır. Bu
117
arada korporatist devlet klasik kilise anlayışı tarafından biçimlendirilmektedir.
Geleneksel aileyi korumaya büyük önem verilmekte, aile yardımları anneliği teşvik
etmektedir. Günlük bakım ve benzeri aile hizmetleri az gelişmiştir. Muhtaç bireylere
ise devlet aile üyelerinin gücü tükendiğinde müdahale etmektedir. Avusturya, Fransa,
Almanya ve İtalya korporatist refah devleti rejimlerinin özelliklerini sağlamaktadır.
3- Liberal artık (residual) devleti: Düşük metalaşmama, yüksek eşitsizliğin
görüldüğü bu rejimde, yoksulluğun giderilmesi ve muhtaçların bakımı konusunda
bireysel yardıma vurgu yapılmaktadır. Ilımlı evrensel transferler ya da sosyal sigorta
planları uygulanmaktadır. Devletin sağladığı faydalar, düşük gelirli, genelde çalışan
sınıfa ve devlete bağımlı olanlara sunulmaktadır. Ayrıca, devlet piyasayı ya pasif
olarak -sadece asgariyi garanti ederek- ya da aktif olarak -özel refah planlarını
sübvanse ederek- teşvik etmektedir. Bu tür refah devleti, metalaşmama etkilerini
asgari düzeyde tutmaktadır. Amerika Birleşik Devletleri, Kanada ve Avustralya refah
devletleri bu özellikleri taşımaktadır.
Yaptığı refah devleti rejimleri gruplandırmasının ardından Esping-Andersen,
rejimlerin hiçbir ülkede saf olarak yaşanmadığına dikkat çekmektedir. Sosyal
demokrat özelliklerin baskın olduğu İskandinav ülkeleri liberal refah devleti
özelliklerini de taşımaktadır (Esping-Andersen, 1987:28-29).
Esping-Andersen’in analizinde metalaşmama önemli bir kriter olarak
belirmektedir. Çalışanların piyasadan bağımsızlaşması ile ölçülen metalaşmama
derecesi, refahın piyasa merkezli algılanmadığının da göstergesi konumundadır.
Çünkü insan ihtiyaçları ve işgücü meta haline geldiğinde toplumun refahı da nakit
ilişkisine bağımlı hale gelmektedir. Esping-Andersen’e göre modern sosyal hakların
gündeme gelmesi çalışanların meta statülerinin zayıflamasını ifade etmektedir.
Metalaşmama, bir hizmet hak haline geldiğinde ve birey piyasaya bağımlı olmadan
hayatını idame ettirebildiğinde meydana gelmektedir. Buna karşılık, sosyal yardım
ya da sosyal sigorta hizmetleri bireyleri piyasa bağımlılığından önemli ölçüde
kurtarmadığı sürece önemli bir metalaşmama olarak görülememektedir (Esping-
Andersen, 1987: 22). Bu anlamda Esping-Andersen sosyal demokrat refah devletinde
dahi, devletin sunduğu kurumsal olanaklarla işgücünün kısmi olarak metasızlaştığını,
118
emeğin ve toplumun yeniden üretiminin piyasaya bağımlılığının sürdüğünü
düşünmektedir (Lacher, 1999: 347).
Esping-Andersen, refah devletinin sanayileşmenin bir gereği olarak ortaya
çıktığı tezine karşı çıkmaktadır. O’na göre çağdaş refah devleti sadece endüstriyel
gelişmenin pasif bir ürünü değildir. Kurumsallaşmasıyla birlikte refah devleti
geleceği kararlı biçimde şekillendiren güçlü bir sosyal mekanizma haline gelmiştir
(1987: 223).
3.1. Esping-Andersen’in kavramlaştırmasına eleştiriler
Fine (2002: 197-207), Esping-Andersen’in yaklaşımını betimleyici
bulmaktadır. Fine’a göre Esping-Andersen bir teoriyi temel alarak refah devletlerini
ele almaktan ziyade, ülke deneyimlerinin farklı özelliklerini gruplandırarak refah
devleti rejimlerine ulaşmaktadır. Bunu yaparken belli devletleri ve bu devletlerin
kimi özelliklerini de dışarıda bırakmaktadır. Fine, gruplandırma analizinde bütün
politika programlarının dahil edilmesi gerektiğini ileri sürerek, Esping-Andersen’in
refah kapitalizmi tanımında evrensel vatandaşlık, sosyal dayanışma, tam demokrasi,
sendikalaşma bilinci ve eğitimle ilgili hizmet sunumunun varlığına göre
değerlendirme yapılırken, sağlık hizmetlerinin analiz dışında bırakıldığına dikkat
çekmektedir. Bunu bir eksiklik olarak gören Fine’a göre, Esping-Andersen’in
yaklaşımında eğitim ve sağlığın rolü ikincil olarak görünmektedir. Buna karşılık
analiz temelde gelirin devamlılığı ve emek piyasaları uygulamalarına
odaklanmaktadır. Fine azgelişmiş ülkelerdeki refah devleti deneyimlerinin89 Esping-
Andersen’in sınıflandırmasına uymadığına da dikkat çekmektedir.
Esping-Andersen’in refah devleti rejimlerini sınıflandırırken kullandığı
kavramlardan tabakalaşmayı tanımlarken sadece sınıf farklılıklarını ele alması da
Fine tarafından eleştirilmektedir. Esping-Andersen , sadece sınıf farklılıklarını ele
alarak, toplumsal cinsiyet, bölgesel ve etnik farklılıkları göz ardı etmekte ve
küreselleşmenin sonuçlarına yeterince önem vermemektedir.
89 P. Davis’in Bangladeş üzerine yaptığı incelemede eğitim, sağlık, konut ve toprak politikaları ile finansal hizmetlerin fakir nüfusun yaşamını sürdürmesinde yetersiz nakit transferlerinden daha büyük etkiye sahip olduğu görülmektedir (Fine, 2002: 199).
119
Fine, Esping-Andersen’in refah devleti rejimlerini tanımlarken ve bunları
ülkelerle eşleştirirken kullandığı ampirik mantığın sıradan ve üstünkörü istatistiki
tekniklerin karışımı olarak görmektedir. Esping-Andersen’in yaklaşımının teoriyi
ikinci planda tutan, basit bir şekilde yapısal olarak farklı refah programlarının bir
araya getirilmesi sonucu oluşturulduğunu ileri sürmektedir.
Ferguson vd. (2002: 26-47) ise, Esping-Andersen’in “metasızlaşan emek”
kavramının genel metalaşan emek sistemine dayandığına dikkat çekmekte ve
toplumda genel olarak bir metalaşmamanın yaşanmadığını vurgulamaktadırlar. Diğer
bir deyişle söz konusu metalaşan sistem, vergi ve sigorta primi ödeyen çalışanların
kendilerini ve diğer insanları tam zamanlı çalışma olanağı bulamadıkları dönemlerde
desteklemeleri şeklinde çalışmaktadır. Yazarlar, hizmetlerin meta olmaktan çıkması
ve metalaşması kavramlarının tanımlarının da sorunlu olduğunu iddia etmektedir.
Refah hizmetlerinin özel kesimce sunulmasının hizmetlerin metalaşması, devlet
tarafından sunulmasının da metalaşmaması olarak görülmesini eleştiren yazarlar, bu
görüşün devleti ekonomik üretimin ihtiyaçlarından göreli olarak özerk
addedilmesinden kaynaklandığına dikkat çekmektedirler.
Yazarlara göre, “metalaşan” ve “metasızlaşan” hizmetler kavramlaştırması
metasızlaşan, millileştirilen refah sanayilerinin neredeyse “kapitalist denizde
sosyalist (ya da sosyal demokrat) bir ada olarak algılandığı politik yanlış anlamaya”
(2002: 32) neden olmaktadır. Zira hizmetin sunumundan ziyade hizmeti alanlara
yönelik perspektif (hizmet sunumunda sınıf eşitsizliği, ırkçılık ve cinsiyet ayrımcılığı
gibi) önemli olmaktadır. Esping-Andersen, hizmetlerin “metalaşmaması”nı daha
eşitlikçi ve ilerlemeci sosyal bir sistem için en önemli unsur olarak görmesine karşın,
Marksist yaklaşımı benimseyen yazarlara göre hem sosyalist hem de kapitalist
ülkelerde bu hizmetler insan ihtiyaçlarının karşılanması amacından ziyade sağlıklı,
eğitimli çalışanlar yaratma ve ideolojik olarak varolan sisteme insanları bağlama
amacını taşımaktadır. Yazarlar tüm bunlara rağmen devletin sunduğu refah
hizmetlerinin meta sistemi içerisinde bulunsa da çalışanlara ve ailelerine önemli
katkılar sağladığını teslim etmektedir. Yazarlara göre, refah harcamaları kolektif
tüketilen sosyal ücret olarak tanımlanabilir. Diğer bir deyişle sosyal ücret, bireysel
kapitalist tarafından doğrudan çalışana ödenmeyen ancak birey ya da ailelerden nakit
120
ya da ayni olarak toplanıp devlet aracılığıyla transfer edilen kolektif katkıların
toplamıdır.
4. Piyasa toplum çatışması ve Polanyi’nin refah devleti yaklaşımı
K. Polanyi (2000) ekonominin sosyal ve politik kurumlardan yalıtılmasına
yönelik her çabanın toplumu yıkacağını düşünmektedir. Büyük Dönüşüm adlı
eserinde 20. yüzyılın başında New Deal politikaları ile başlayan korumacı devlet
müdahalelerinin liberal politikalar ile nasıl ve neden yer değiştirdiğini anlatan
Polanyi’ye göre, ekonomi, toplumun yaşaması için topluma yerleşik olmalıdır.
Polanyi, sosyal politikayı sosyal ekonominin yeniden bütünleşmesi için gerekli bir
önkoşul olarak görmektedir. Polanyi’ye göre kendi kurallarına göre işleyen piyasa
ütopik bir fikirdir ve ilerlemesi gerçekçi bir biçimde toplumun kendini korumasıyla
durdurulmuştur. Çünkü, piyasanın meta olarak gördüğü emek, toprak ve para
gerçekte meta değildir. Meta kavramını piyasada satılmak üzere üretilen şeyler
olarak tanımlayan Polanyi, emek, toprak ve parayı hayali metalar olarak nitelemiştir.
Polanyi’ye göre “piyasa mekanizmasının insanların ve onların doğal çevresinin
kaderinin, hatta satın alma gücünün miktarı ve kullanımının tek yönlendiricisi
olmasına izin vermek, toplumun çöküşüyle sonuçlan”maktadır (Polanyi, 2000: 120).
Ancak, kendi kurallarına göre işleyen piyasaya müdahale etmek de aynı ölçüde
yıkıcıdır. Polanyi, buradan yola çıkarak 19. yüzyılın “ikili hareket” ile
oluşturulduğunu ileri sürmektedir. Hareketin bir kolunu kendi kurallarına göre
işleyen piyasayı amaç edinen ekonomik liberalizm oluştururken diğer kolu, kendi
kurallarına göre işleyen piyasanın yıkıcı etkilerine karşı toplumun kendini savunma
mekanizması olarak ortaya çıkan sosyal koruma ilkesi meydana getirmektedir90:
Bizim tezimiz, dengesini kendi sağlayan piyasa fikrinin düpedüz bir ütopya
olduğu. Böyle bir kurum, toplumun insani ve doğal özünü yok etmeden uzun
süre yaşayamazdı; insanı fiziksel olarak yok eder, çevresini de çöle çevirirdi.
Kaçınılmaz olarak, toplum kendini korumak için bazı önlemler aldı, ama alınan
önlemler piyasanın kendi yasalarını bozdular; çalışma yaşamını altüst ettiler ve
böylece toplumu başka bir biçimde tehlikeye sürüklediler. Piyasa sisteminin
90 Lacher (1999a), Polanyi’nin ikili hareketine “kapitalizmin liberalizm ile korumacılık arasındaki tarihsel diyalektiği” demektedir.
121
gelişmesini belirli bir yöne sürükleyen ve sonunda bu sisteme dayanan sosyal
düzeni yıkan bu ikilem oldu (2000:36).
Polanyi’nin piyasanın yıkıcı etkilerine karşı toplumun kendini korumaya
yönelik hareket ettiğine ilişkin tezi, Polanyi’nin refah devletinin kahini olarak
adlandırılmasına neden olmuştur. Fakat Polanyi için böylesi örgütlenmiş bir
kapitalizm ya da yönetilen piyasalar tarihsel olarak imkansızdır. Örgütlenmiş
kapitalizm “bırakınız yapsınlar” politikasını benimsemiş bir kapitalist sistemden
daha az kendi kendini yıkıcı değildir. Toplumun piyasaya karşı korumacılığa
başvurması piyasa sisteminin krizlerini daha da kötüleştirmekte ve onun
parçalanmasına katkıda bulunmaktadır. Korumacılık burada toplum ve insanlığın
sosyal ve kültürel bütünlüğünü koruma amacına sahip, piyasalar üzerine temellenen
ekonomik bir sürece toplumun ve devletin müdahalesi olarak tanımlanmaktadır.
Polanyi’nin çalışmasının merkezindeki bu argüman göz ardı edilerek Polanyi’nin
refah devletini piyasanın topluma zarar veren yapısını ehlileştirecek bir yapı olarak
gördüğü değerlendirmeleri yapılmıştır (Lacher, 1999a: 313). Buradan yola çıkarak
Polanyi’nin Altın Çağ döneminde yanıldığı değerlendirmeleri yapılsa da refah
devletine karşı 80’den sonra yönelen, onun kurumlarının tasfiyesine yönelik
girişimler Polanyi’nin piyasanın işleyişine müdahalenin kriz yaratıcı olduğu tezini
haklı çıkarmaktadır (Lacher, 1999b: 347).
Polanyi’nin yaklaşımını temel alan analizler refah devletini ekonominin
toplum yanında ikincil olması yönünde sistematik bir girişim olmaktan ziyade piyasa
ekonomisinin ihlaline yönelik anlık tepkinin bir parçası olarak görmektedir. Polanyi,
toplumun bütünüyle kurtulması için ekonominin topluma gömülü hale gelmesi
gerektiğini ileri sürmektedir. Gömülülük ise hayali metaların meta olmaktan çıkması
ile mümkündür. Ancak refah devleti emekte kısmi bir metalaşmama getirdiği ve
toprak ve paranın meta karakterini değiştirmediği ve refah devleti döneminde
insanların ve toplumun yeniden üretimi piyasaya bağımlı olmaya devam ettiği için
ekonominin topluma gömülü hale gelmesini sağlayamamaktadır (Lacher, 1999b).
Offe (1975:119-129) refah devletinin yarattığı kısmi metalaşmamayı
“yeniden metalaştırma (recommodification)” olarak tanımlamıştır. Toplumdaki her
değer biriminin sahibi değerini başarılı biçimde mübadele edebildiği sürece, devletin
122
özel ekonomik karar verme sürecine müdahale etmesine, maddi kaynaklara sahip
olmasına gerek kalmamakta; devletin birikim sürecini sürdürme sorunu ortaya
çıkmamakta; ve son olarak metalar dünyasının varlığını korumak için politik elitin
meşruiyet ya da konsensüs aramasına gerek kalmamaktadır. Ancak devlet meta
formunu ve mübadele süreçlerini politik ve idari araçlarla istikrara kavuşturma ve
evrenselleştirme amacıyla, piyasada mübadele edilme yeteneği kalmayan yani meta
olmaktan çıkan (eskiyen) değerleri (emek ya da sermaye) çeşitli politikalarla yeniden
yapay olarak meta haline getirmek durumunda kalmaktadır. Aslında hayatlarını
sürdürmek için piyasa (mübadele süreçleri) yerine devlete bağımlılıkları arttığı için
bu değerler meta olmaktan çıkmaktadır. Offe’nin idari yeniden metalaştırıcı
politikalar (administrative recommodification policies) olarak nitelediği devlet
politikaları, işgücünün piyasada gücünü artıran eğitim, mesleki eğitim hizmetleri ve
transfer ödemeleri gibi önlemleri içerirken; sermayeye yönelik genel olarak üretim
maliyetlerinin toplumsallaştırılması olarak adlandırabileceğimiz, altyapı yatırımları,
sübvansiyon, araştırma-geliştirme, belli sektörlerin ayakta kalmasını sağlama ve
bölgesel kalkınma gibi politikalardan oluşmaktadır. Ayrıca devlet koyduğu kural ve
sınırlamalarla piyasadaki aktörlerin rakiplerini yok etmelerine de izin
vermemektedir. Böylece bu politikalar sayesinde hem emek hem de sermaye için
maksimum mübadele fırsatları sağlanmakta ve her iki sınıfın bireyleri de kapitalist
üretim ilişkilerine girme şansını elde edebilmektedir. “Devlet politikaları günlük
hayatı sözleşme yerine politik statüleri ve “mülkiyet hakları” yerine “vatandaş
hakları”nı getirerek dikkate alınacak ölçüde metasızlaştırmaktadır” (Keane, 1993:
18).
Ancak, meta formunu ve mübadele süreçlerini politik ve idari araçlarla
istikrara kavuşturma ve evrenselleştirme çabaları devlet kapitalizmi toplumlarında
çok sayıda toplumsal çatışma ve politik mücadeleye dönüşen yapısal çelişkiye neden
olmaktadır. Offe’ye göre ekonomik düzeyde, mübadele ilişkilerini genişletme ve
sürdürmeye yönelik devlet politikaları bu ilişkilerin sürdürülmesini tehdit edici
etkiler yaratmaktadır.
Offe (1982:263) Polanyi’ye referansla refah kurumlarının işgücünün
metalaşması için bir önkoşul olduğuna işaret etmektedir. Offe’ye göre refahla
123
kapitalizm çelişkilidir: Modern kapitalist koşullar altında metasızlaştırıcı kurumlar
işgücünden bir meta gibi yararlanan ekonomik sistem için gereklidir. Bu çelişki
sosyal politika uygulayan tekelci devlet tarafından derinleştirilmektedir. Sosyal
politikalar kapitalizm öncesi toplumlarda aile, kilise, gibi geleneksel yollarla yerine
getirilmektedir. Metasızlaştırıcı destek sistemleri artarak politize olmuş yani özel,
bölgesel ve hayırsever örgütlenmeler devlet aygıtlarına dönüşmüştür. Refah sağlayıcı
yöntemlerin bu şekilde politize olması büyük ölçüde üç politik gelişme tarafından
hızlandırılmıştır: Hükümetin parlamento tarafından belirlenmesi, oy hakkının
genelleşmesi ve sendikaların çıkarlarının ve veto güçlerinin resmi olarak kabul
edilmesi.
Ancak daha önce de vurgulandığı gibi bu politikalar kısmi bir metalaşmama
getirmekte ve refah devletinin Polanyi’nin ekonominin topluma gömülü olduğu
toplum şeklini oluşturma potansiyeli söz konusu olmamaktadır. Lacher (1999b)’e
göre toplumun yeniden üretimi için piyasa temel kurum olarak kaldığı sürece
toplumun kendi kendini belirleme özgürlüğü üzerinde sınırlar bulunmaktadır. Hayali
metalar sayesinde meta ilişkilerinin iktisadi mantığı toplum üzerinde egemen olmaya
devam etmektedir. “Çünkü refah devleti döneminde, daha önce hiçbir toplum bu
kadar doğrudan şekilde ekonominin ihtiyaçlarına uydurulmamıştır. İnsanlar kitlesel
üretimin gereklerine uygun olarak kitlesel tüketim için yönlendirilmiştir” (Lacher,
1999b: 352).
B. 1980 Sonrasında Refah Devletinde Yaşanan Gelişmeler: Piyasa
Merkezli Refah Anlayışına Geri Dönüş
1970’lerde ve 80’lerde Keynesyen politikalardan radikal bir dönüşüm
yaşanmış ve piyasalar modern toplumları örgütlemede tekrar en etkin araç olarak
görülmeye başlamıştır. Bu düşünsel kaymaya destek veren unsurlardan biri ise
Keynesyen politikaların 1950’lerdeki sonuçları vermemesidir (Drache, 1996).
1970’lerin ortasında yaşanan krizle birlikte devletlerin borç ve açıklarının vergiler
artırılarak değil reel sosyal harcamalar düşürülerek azaltılması yoluna gidilmiştir.
124
Çünkü krizin nedeni devletin ekonomiye aşırı müdahalesi91 ve sosyal yükümlülükleri
nedeniyle oluşan harcamalarda görülmektedir. Bu nedenle sosyal refah
programlarında ve sosyal hizmet sunumunda ciddi kısıntılara gidilmiştir (Mishra,
1996:316). Varolan sosyal programlar sermaye birikimi için bir engel olarak
görülmüş, işsizlik ödemelerinin emek hareketliliğini engellediği, gelir desteği
programlarının kaldırılamaz bir yük getirdiği düşünülmüştür. Bu sorunların
çözümüne yönelik piyasa yanlısı, üretim yönelimli yaklaşımlar önerilmiştir. Temelde
bu, devletin refahı sağlamaya yönelik faaliyetlerinin, kamu sektörünün ve dolayısıyla
vergi yükünün daraltılması92; evrenselliğin terk edilerek hizmet ve katkıların ihtiyacı
olan nüfusa yönlendirilmesi; özel kesim ya da işveren tarafından sağlanan yararların
teşvik edilmesi; ve sosyal refahın arzına özelleştirme ve kâr güdülü faaliyetler
aracılığıyla daha çok rekabetin sokulması anlamına gelmektedir (Mishra, 1996: 319;
Snower, 1993: 700-701). Tüm bu politika değişiklikleri ekonominin kamusal
kontrolden çıkarılması amacını gütmektedir (Mishra, 1996: 328). Piyasalar en etkin
bölüşüm mekanizması olarak kabul görürken, piyasalara herhangi bir müdahalenin
kısa dönem kriz olasılığını artıracak olan sistemik dengesizliklere yol açtığı
savunulmaktadır (Ferguson vd., 2002: 136). Sonuç olarak, refah devletinin yeniden
dağıtımcı rolünün azaldığı gözlenmekte; bunun yanında devlet, piyasanın yol açtığı
risklere karşı koruma sağlama konusunda daha az etkin hale gelmektedir (Clayton ve
Pontusson: 1998). Offe’nin refah devleti deneyimini refahın politikleşmesi olarak
değerlendirdiği hatırlanırsa, bu dönemde “çağdaş iktisat kuramı, siyaseti etkisiz
kılmak konusunda 18. yüzyıl ve 19. yüzyıl başındaki kadar kararlıdır” (Buğra, 2003:
205)93. Bu kararlılık refahın algılanışında piyasa merkezli ekonomizme94 geri dönüşü
yansıtmaktadır.
91 Ekonomik teşviklerde ve kişisel özgürlüklerde erozyon yaşandığı da iddia edilmektedir (Snower, 1993: 700). 92 Vergi yükünün azaltılmasının gerekçesi, ekonomik teşvikleri artırma amacı olarak konulmaktadır (Snower, 1993: 700). 93 Buğra (2003: 204-206), 1980’den sonra yaşanan ve Keynesyen uzlaşma olarak adlandırdığı refah devleti uygulamalarından kopuşun teorik argümanlarının sadece devlet müdahalesinin akıldışı niteliğine vurgu yapmadığına dikkat çekmektedir. Yeni politik iktisat ve yeni kurumsal iktisat alanlarındaki teorik gelişmelerle daha iktisadi bir yaklaşım egemen olmuştur. Bu yaklaşıma göre akılcı birey tipi insanın tamamen yerini almakta ve devlet adamlarının da diğer insanlar gibi sadece kendi ekonomik ve siyasi çıkarları için hareket ettikleri kabul edilmektedir. Buradan yola çıkılarak, özellikle siyasi çıkarlarını ençoklaştırmaya çalışan devlet adamlarının kontrolündeki devlet müdahalesinin ekonominin kötü işlemesine neden olacağı ileri sürülmektedir. Çözüm ekonominin işleyişini siyasetten arındırmak ve teknikerlere teslim etmekte görülmektedir. Ekonomik etkinlik adına
125
1970’lerin ortalarından itibaren tam istihdam devletlerin politika
amaçlarından biri olmaktan çıkmış işsizlik oranları da bu eğilime paralel olarak
artmıştır95. Vergi oranları, özellikle şirketlerin ve yüksek gelirlilerin, düşürülmüştür.
Sosyal harcamalara bütçeden ayrılan paylar kısılırken, refah devletinin bazı
bölümleri özelleştirilmiştir. OECD ülkelerinde hükümetlerin nihai tüketim
harcamaları 1960 ile 1994 arasında sürekli düşme eğiliminde olmuştur96. Yine
OECD ülkelerinde sosyal harcamaların fakirlere oranındaki artış, kişi başına reel
GDP büyüme oranının çok altında kalmakta, bu oranı yakalayamamaktadır. Bunun
sonucu olarak 1980 ile 1991 arasında İsveç, Almanya, İngiltere ve ABD’de
yoksulluk dikkat çekici biçimde artmıştır97. Ayrıca, yoksullara yönelik sağlık ve
hizmetlerinin kalitesinde düşme yaşanmış, bu hizmetlerin bir hak olduğu ve tüm
vatandaşlara götürülmesi gereğinden uzaklaşılmış, evsizlerin ve uyuşturucu
bağımlılarının sayısı artmıştır (Snower, 1993: 700).
Sosyal harcamaların dağılımında da değişme yaşanmıştır. İngiltere ve İsveç’te
sosyal harcamalardan transfer ödemelerine kayış olmuştur. Transfer harcamalarında
ise sosyal sigorta harcamalarından sosyal yardım harcamalarına bir kayma meydana
gelmiştir. İsveç’te 1980’lerin ortalarından beri evrensel programlara ulaşamayan ve
sosyal yardım hizmetlerine bağlı kalanların sayısı toplam nüfusun içinde önemli
ölçüde artmıştır (Clayton ve Potusson, 1998). Yoksulluğun arttığı hatırlanırsa bu
dönüşüm, yoksulluğun nedenlerine inerek engellenmesinden ziyade yardımlar
yoluyla azaltılması yönteminin benimsendiğini göstermektedir. Piyasanın eşitsizlik
insanların geçim olanaklarını etkileyen kararlara siyasi katılım yoluyla müdahale etme şansı ortadan kaldırılmaktadır. 94 Sönmez, rekabetçi piyasa ile refah arasında doğrudan bağlantı kuran Paretocu denge yaklaşımının refahı ekonomizm çerçevesinde tanımladığını vurgulamaktadır (Sönmez, 1987: 76). 95 1960 ile 1997 arasında OECD ülkelerinde işsizlik oranlarında ciddi artışlar yaşanmıştır. İsviçre’de 1960-73 arasında 1.9 olan toplam işgücüne oranla ölçülen ortalama işsizlik oranı 1990-97 arasında üç kat artarak 6.2’ye ulaşmıştır. İngiltere’de 1960-73 arası 1.9 olan işsizlik oranı 8.3’e; Fransa’da 2.0’dan 11.1’e; Japonya’da 1.3’ten 2.7’ye; ABD’de ise 4.8’den 6.0’a çıkmıştır (OECD, 1999). 96 OECD ülkelerinde 1960-1973 arasında hükümetlerin nihai tüketim harcamalarının ortalama yıllık büyüme oranı 3.6 iken bu oran 1973-79 arasında 2.8’e, 1979-89 arasında 2.4’e, 1989-1994 arasında da 1.2’ye gerilemiştir (Clayton ve Potusson, 1998). 97 Ortalama hanehalkı gelirinin % 40’ından daha az geliri olanlar yoksul olarak nitelendirilmektedir. Yoksulluktaki artış için bkz. (Clayton ve Potusson, 1998).
126
yaratan etkilerine müdahale etmemeyi temel alan bu yaklaşım Dünya Bankası’nın
yoksullukla mücadele programlarında da görülmektedir98.
Bu yaklaşıma paralel olarak işsizlik ödemeleri azaltılmış, emek piyasaları
esnekleştirilmiştir. Sosyal programların evrenselliği daraltılırken, sosyal hizmetler de
azaltılmıştır. Orta ve yüksek gelir grubundakiler vergi yükünden dolayı bu
hizmetlerin özelleştirilmesini talep etmeye başlamıştır. Tüm bu politika
değişimleriyle ücretlerdeki artan kutuplaşma99 birleşince kaçınılmaz olarak
1970’lerden beri gelir eşitsizliğinde artış yaşanmıştır (Clayton ve Pontusson, 1998;
Mishra, 1996: 326-327). Birleşmiş Milletler 1998 İnsani Kalkınma Raporu’na göre
dünyadaki en zengin 225 insanın geliri 1 trilyon doların üzerindedir. Bu rakam dünya
nüfusunun en yoksul yüzde 47’sinin yani yaklaşık 2,5 milyar insanın yıllık gelirine
eşittir. Son 20 yıl, zenginliğin belli ellerde yoğunlaşmasının artması ile yoksulluk
artışının birlikte gerçekleşmesine tanık olmuştur. Yukarda da gösterildiği gibi
gelişmiş ülkelerde de gelir dağılımı eşitsizlikleri ve yoksulluk oranları son 20 yılda
artmıştır (Ferguson vd., 2002: 12-13).
1980 sonrası yaklaşım gerçekte sosyal refahı özelleştirerek, devletin rolünü
artık devlet konumuna düşürmeyi amaçlamaktadır100. Yani devletin faaliyet alanı
piyasa aksaklıklarını gidererek piyasanın etkin kaynak tahsisi ve bölüşümü sağlaması
için gerekli düzenlemeleri yapmakla sınırlandırılmıştır. Devlet, ekonomik etkinliği
sağlama adına gelir farklılıklarına izin vermektedir (Snower, 1993: 701). Mishra bu
trendin sürmesi halinde İkinci Dünya Savaşı öncesindeki güvensizlik ve eşitsizlik
koşullarına dönüleceği uyarısında bulunmaktadır (1996: 317). Nitekim İsveç
98 Yoksulluk, 1980’den sonra yaşanan küreselleşme sürecinin en önemli sonucu olarak bütün dünyada gözlenmiştir. Gelişmiş ülkelerde 1980 öncesi ile karşılaştırıldığında göreli olarak gözlemlenen bu süreç, azgelişmiş ülkelerde şiddetli biçimde yaşanmıştır. Dünya Bankası’nın yoksullukla mücadele programları daha çok azgelişmiş ülkelere ve eski Doğu Bloku’nda bulunan piyasa ekonomisine geçiş sürecinde olan ülkelere yöneliktir. Küresel düzeyde yaşanan yoksulluk ve ülkeler arası örgütlerin yoksulluğa getirdikleri çözüm yöntemleri için bkz. (İnsel, 1989; Oruç, 1989). 99 OECD ülkelerinde tam gün çalışanlar arasındaki ücret eşitsizliğinde 1970’lerin sonları ile 1990’ların ortasına kadarki dönemde yaşanan keskin artış için bkz. (Clayton ve Potusson, 1998) 100 Esping-Andersen’in sosyal demokrat refah devleti olarak tanımladığı İsveç kurumsal olarak korporatist refah devleti kategorisindeki Almanya’ya benzer hale gelirken, İngiltere ABD’ye benzer hale gelmiştir. Genel olarak evrensel hizmet temelli refah devletleri artık refah devletlerinden daha fazla değişim geçirmiştir. Sosyal demokrat refah devletlerinin bulunduğu İskandinav ülkelerinde hizmetlerin ihtiyacı olandan ziyade toplumdaki tüm vatandaşlara sunulması anlamındaki evrensellikten vazgeçilerek, artık refah devleti yaklaşımına uygun olarak, sosyal sigorta sistemi istihdama bağlı olarak yeniden yapılandırılmıştır (Clayton ve Potusson, 1998).
127
hükümetinin işsizlik sigortasını yenileme oranı 1990’ların ilk yarısında %90’dan
%75’e düşmüştür ve bu eğilim devam etmektedir. İşsizlikteki önemli artış göz önüne
alındığında bu düşme refah devletinin refaha yönelik taahhütlerinde ciddi bir
değişme yaşandığını göstermektedir (Clayton ve Potusson, 1998).
C. Dördüncü Bölümün Genel Değerlendirmesi
Refahın iki kaynağı vardır: İlki üretim, ikincisi ise üretilenin adil olarak
bölüşümüdür. İktisat bu iki sorunla ilgilenegelmiştir. Adam Smith, adil dağılımın
sağlanması gerektiğine inanmaktadır. Ricardo bölüşüm problemi ile başlamaktadır
çalışmasına.
Neoklasik refah iktisadı üretimde etkinliğin sağlanarak gelirin
ençoklaştırılması amacına odaklanmış, bilimsellikten uzaklaşılacağı iddiasıyla
bölüşüm sorununu analiz dışında bırakmıştır. Piyasa merkezli refah anlayışı,
rekabetçi piyasa koşullarında üretim ve dolayısıyla geliri artırarak refahı
ençoklaştırma yöntemini benimsemiştir. Faydacı felsefenin bireysel faydaların
toplamı olarak hesaplanan toplam faydayı ençoklaştırma amacı, refah iktisadında da
korunmuş, üretimde etkinliğin sağlanması sonucu ençoklaştırılan üretim miktarı ile
refahın da ençoklaştırılacağı düşünülmüştür. Pareto, bölüşüm sorununun çözülmüş
kabul edildiğini, üretim sorununa yoğunlaştığını açık biçimde dile getirmiştir
(Sönmez, 1987: 56).
Gelir dağılımı adaletsizliğini refah yargılarında dışarıda bırakan bu yaklaşım
teorik tartışmalarda kalmış, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından hayata geçirilen refah
devleti uygulamasında Keynesyen iktisat anlayışıyla birlikte ekonomik merkezli ele
alınan refah sosyal refaha dönüşmüştür. Refah devletinde, devlet piyasa
aksaklıklarını gidererek etkin kaynak tahsisi ve üretimde etkinliği sağlamaya yönelik
müdahalelerin yanı sıra daha adil bölüşümü sağlayacak hizmetler sunmuş, haklar
yaratmıştır. Bu önlemlerle işgücünün hayatını idame ettirmesi için piyasaya olan
bağımlılığında kısmi bir zayıflık (kısmi metalaşmama) meydana gelmiş, böylece
bireyler piyasanın eşitsizlik üreten yapısından korunmuştur. Ancak, 1980’lerden
sonra yaşanan krizin nedeni olarak devletin adil bölüşüm amaçlı yüklendiği
harcamalar gösterilmiştir (Mishra, 1996). Hatta Lindbeck (1993) refah devletinin
128
transfer devlet haline geldiğini ve bu nedenle kriz yaşadığını ileri sürmüştür. Bunun
sonucunda 70’lerin ortasından itibaren refah devletinin metalaşmamayı sağlayan
kurumlarının tasfiyesine yönelinmiş, sosyal harcamaların miktarı azaltılmıştır ve bu
politikalara bağlı olarak dünya genelinde eşitsizliklerde ve yoksullukta artış
yaşanmıştır. Bu gelişmeler piyasa merkezli refah anlayışına dönüldüğünü
göstermektedir. 1970’lerin ortasından itibaren refahı artırmak için üretim ve toplam
gelirin artırılması amacına dönülmüş, gelir dağılımında artan eşitsizliğin geleneksel
yardım mekanizmaları ile çözüme kavuşturulması yoluna gidilmiştir.
129
SONUÇ
Yeni Refah İktisadı’nın kavramsal çerçevesi, genel anlamda, bir kimsenin
faydasının başka bir kimsenin faydası azaltılmaksızın artırılmasının imkansız olduğu
bir durum olarak tanımlanan Pareto Optimum ve en azından bir kişinin faydasını
artıran ve kimsenin faydasında azalma meydana getirmeyen bir değişme olarak
tanımlanan Pareto İyileşme (refah artırıcı değişme) kavramları üzerine
temellenmektedir. Yeni refah iktisadı, rekabetçi piyasaların etkin kaynak dağıtım
koşullarını ortaya koyan Pareto’yu temel alarak, piyasa etkinliği ile refah arasında
doğrudan bağlantı kurmaktadır. Bu nedenle, tanımlanan iktisadi optimumlar
toplumun refahını ençoklaştıran kaynak dağılımları olarak görülmekte ve toplum
açısından sorun çok sayıdaki optimum nokta arasından birini seçmek olarak ortaya
konulmaktadır. Neoklasik Paretocu refah iktisadı, rekabetçi piyasaların sağladığı çok
sayıdaki Pareto optimum nokta arasından yapılacak seçim konusunda temel bir ölçüt
sunmamakta, seçim sorununa “sosyal seçim teorisi” çerçevesinde yanıt aramaktadır.
Piyasa ile refah arasında kurulan bağlantının kapitalizmle birlikte piyasayı
toplumun merkezi olarak gören liberal teorinin ve onun iktisattaki yansıması klasik
ve neoklasik teorinin yaklaşımına dayandığı öne sürülmüştür. Piyasa, toplumun
merkezi addedildiğinde bu alanda dengenin sağlanması birey ve ondan gidilerek
ölçülen toplumun refahı için de önkoşul haline gelmektedir. Bağlantı piyasadan
topluma kurulmakta, piyasanın şartları toplumun refahını tayin etmektedir.
Piyasadaki belirleyici aktör bireydir. Piyasa bireysel aktörlerin kararlarıyla işleyen
kurumsal bir mekanizma iken, toplum da bireylerin toplamından ayrı bir varlık
olarak kabul edilmemektedir. Bireyden yola çıkarak toplumu açıklayan bu kavrayış,
bireyin özgür davranışını olanaklı kılan piyasa ve onun işleyişine göre toplumu
açıklama olanağını getirmektedir. Toplum da, devlet de bireylerin toplamı olarak
kabul edildiğinde, toplumsal refah da bireysel refahlardan yola çıkılarak açıklanan
bir kavram haline gelmektedir.
Toplumu bireyler üzerinden tanımlamak için, piyasa dışındaki insanlar arası
etkileşimler yok varsayılmakta ve böylece insanların yaşamını ve refahını belirleyen
piyasa dışındaki kurumlar ve toplumsal değerler analiz dışında bırakılabilmektedir.
130
Zira piyasadaki tek davranış biçimi çıkarların ençoklaştırılmasıdır ve bu insanın
doğasına içkindir. Bu şekilde analiz basitleştirildiğinde iktisadi alanın dışındaki
toplumsal ve siyasal alanlara ait kurumlar ve değerlerin refah üzerindeki etkileri göz
ardı edilebilmektedir. Piyasanın müdahalesiz kendiliğinden işleyişi aynı zamanda
bireysel özgürlük ortamını yaratmakta, liberalizmin temel idealine de piyasanın
işleyişi ile ulaşılabilmektedir. Oysa toplumsal değerler ve diğer kurumsal yapılar
bireyi biçimlendiren en önemli unsurlar olmaktadır. Sen’in refah yerine önerdiği
yapabilirlik kavramı bu açıdan önem kazanmaktadır. Sen, toplumdan topluma
değişen değerlerin bireylerin refahını gelir düzeyleri eşit olsa dahi nasıl etkilediğine
ve birey egemenliği varsayımının gerçekliği yansıtmadığına dikkat çekmektedir.
Tam rekabetçi piyasadaki Pareto anlamında etkin kaynak tahsisini sağlayan
denge durumu aracılığı ile refah arasında Paretocu refah iktisadının kurduğu ilişki,
veri kaynak dağılımı altında yapılmaktadır. Pareto, üretimin etkinleşmesi üzerine
yoğunlaşmış ve Paretocu refah iktisadı da faydacı felsefeyi takip eden Pigou’nun
eşitlikçi argümanlarını terk edip üretim etkinliği ile ilgilenerek bölüşüm sorununu
liberal teorinin ayrıştırdığı politik alana bırakmıştır.
Dışsallıklar ve kamu malları, rekabetçi piyasanın kendiliğinden işleyişini
bozan iki aksaklık durumudur. Paretocu denge teorisi bu iki durumu yok sayarak
dengeye ulaşabilmekte ve kaynak tahsisinde optimum sağlanabilmektedir. Bu iki
durumun varlığında optimumun sağlanabilmesi için ya devletin müdahalesi önerilmiş
ya da dışsallıklar ve kamu malları başlıkları altında ele alınan durumların fiyat
sistemi içerisinde nasıl ortadan kaldırılacağı araştırılmıştır. Dışsallıkların varlığı söz
konusu ise Pigoucu geleneksel çözüm, devletin olumlu dışsallığı yaratan kesimi
sübvanse etmesi; olumsuz dışsallık yaratan kesimi vergilemesini önermektedir.
Böylece, piyasa tarafından fiyatlanamayan dışsallıkların etkileri devlet tarafından
telafi edilmekte, dışsallıklara bir çeşit dolaylı fiyat belirlenmektedir. Buna karşılık
devletin müdahalesi dışsallıkların ekonomik birimler arasında içselleştirilmesi ya da
dışsallıklar için bir piyasa oluşturularak bunların da fiyat sistemi içerisinde çözülmesi
ile gereksiz hale gelebilmektedir.
A. K. Sen refahın, insanın maddi zenginliğine indirgenemeyeceğini, insanın
özgürlük ve hakları ile bütünleşik bir kavram olduğunu hatırlatmıştır. Sen’in bu
131
yaklaşımı toplumu piyasa etrafında kurgulayan, dolayısıyla refahı da mübadele ile
artacağı varsayılan iktisadi bir kavram haline indirgeyen klasik (Marx dışında) ve
neoklasik yaklaşıma tezat oluşturmaktadır. Bu tez çalışmasında Sen’in refah
algılayışı benimsenerek, refah iktisadının piyasa ile refah arasında kurduğu bağlantı
izlenmeye çalışılmış; daha sonra gerçeklikte refah algılayışında piyasadan
uzaklaşılan dönemler ile piyasaya dönülen dönemler incelenmiştir.
Refah devleti, hem iktisadi hem de toplumsal ve siyasal krizi aşma projesi
olarak hayata geçirilmiştir. Refah devletinden önceki dönem rekabetçi piyasaya
dayalı bir iktisadi ve toplumsal düzen idealinin egemen olduğu bir dönemdir ve bu
dönem sadece piyasanın aksadığı durumlarda piyasanın işleyişini ideal olana
yaklaştırmak amacıyla müdahaleyi meşru görmektedir. Refah devleti ile birlikte
piyasa kurumunun ve fiyat mekanizmasının sayesinde ulaşılan etkin üretimin refahı
sağlamak için yeterli olmadığı fark edilmiş iktisadi hayatın etkinleştirilmesi için
devletin düzenleyiciliğine başvurulmuş; bunun yanında toplum üyelerinin
hoşnutsuzluklarını gidermek için üretilen değerin adil bölüşümü de refahın unsurları
arasına dahil edilmiştir. Sağlanan sosyal hak ve hizmetler ile piyasaya olan
bağımlılıklarda kısmi bir bağımsızlaşma sağlanmış ve böylece mübadele ve
dolayısıyla piyasa refahı sağlayan tek eylem ve kurum olmaktan görece
uzaklaşmıştır. İktisadi refahın sağlanmasından sosyal refahın oluşturulmasına geçilen
bu dönemde gelir dağılımı eşitsizliklerinin de azaldığı gözlenmiştir.
1970’lerin ortası yeni bir iktisadi ve toplumsal krize işaret etmektedir. Bu kriz
piyasanın yeniden göreve çağrıldığı bir dönemi başlatmıştır. Etkinlik tekrar tek
gösterge haline gelmiştir. Devletin üretimde ve üretilenin yeniden dağıtımında neden
olduğu savunulan etkinsizlikler krizin kaynağı olarak algılanmış ve sosyal refahın
temel kurumları ve mekanizmalarının bir kısmının tamamen ortadan kaldırılmasına
bir kısmının ise yeniden yapılandırılmasına başlanmıştır. Etkinlik ile eşitlik arasında
var olduğuna düşünülen ters ilişki (trade-off) bu dönemde tekrar gündeme getirilmiş
ve gelir dağılımı eşitsizlikleri ve bunun doğal sonucu yoksulluk gelişmiş ülkeleri de
içine alarak tüm dünyada artmıştır. Refah devletinin krizi olarak da görülen bu
dönemi piyasa merkezli iktisadi refah algılayışının yeniden başat hale geldiği dönem
olarak görmekteyiz. Bu dönemde iktisadi alan ile siyasal alanın ayrıştırılması
132
gereğine yapılan vurgu bütün iktisadi politikaların temel argümanı haline gelmiştir.
Pareto’nun analiz gereği basitleştirme olarak gördüğü iktisadi alanın bilgisinin diğer
alanlardan yalıtılarak incelenmesi etkinlik amacına uygun olarak politika önermesi
haline gelmiştir. Anayasal iktisat yaklaşımı bu görüşün en berrak görüldüğü teori
olarak ortaya çıkmaktadır.
İktisat teorisi ve pratik arasında belli tarih dilimlerinde uyuşmazlık ortaya
çıktığı görülmektedir. Teorinin tanımladığı, dışsallıkların olmadığı, tam bilginin var
olduğu, bireylerin sadece bireysel çıkar takibi güdüsüyle hareket ettiği, piyasada arz
ve talebin fiyat sistemi aracılığıyla sürtünmesiz anlık olarak birbirine intibak ettiği,
müdahalesiz kurulan ve kendiliğinden dengeye ulaşan ideal tam rekabetçi piyasa
gerçeklikte hiçbir zaman olmamıştır. Serbest piyasa Polanyi’nin vurguladığı gibi
bizzat devlet müdahalesiyle yani dışardan etki ile kurulmuş, kurulduktan sonra da
kendiliğinden işleyişine her zaman farklılaşan düzeylerde etkide bulunulmuştur.
Refah iktisadının piyasa ile refah arasında kurduğu bağlantı da kendiliğinden işleyen
tam rekabetçi piyasaya dayanmaktadır. Ancak refah devleti deneyiminde de
görüldüğü gibi refahın piyasa sonuçlarına bırakılmadığı durumlarda refah düzeyinin
artırılabildiği görülmüştür. Ancak, 1970’lerin ortasından itibaren teorinin öngördüğü
yönde piyasadaki etkinliğe dayalı bir değişim yaşanmıştır. Bu tez çalışmasında bu
tespitler yapılmakla birlikte, teori ile pratik arasında görülen farklılığın kaynağı bir
soru olarak kalmaktadır. Tarihin belli dilimlerinde teorinin politik öngörülerine
uygun reel politikalar hayata geçirilirken, belli dönemlerinde bu öngörülerden ciddi
sapmalar yaşanmaktadır. Bu durumun bir sapma olup olmadığı; sapma ise
nedenlerinin araştırılması gerekmektedir. Ancak bu tez çalışması teorik olarak
toplumumuzdaki temel kurumsal yapı addedilen piyasa ile bireysel ve toplumsal
refah arasında kurulan bağlantıyı incelemiş; piyasanın aksadığı durumlarda denge
koşullarının hangi şartlar altında ve nasıl kurulacağını ele almış; ve son olarak
teoriden bir sapma olarak nitelenebilecek piyasa dışı refah kurumlarının varlığı ile
karakterize olan bir dönemi ele almış ve günümüzdeki, teori ile uyumlu olgusal
gözlemleri sergilemiştir. Tez çalışmasının yanıtlanmamış bıraktığı sorular bu tez
çalışmasının sınırlarının dışında kaldığından daha sonraki çalışmalarda daha farklı
yazınların da yardımıyla ele alınması gerektiği düşünülmektedir.
133
KAYNAKÇA
Albert, M. ve Hahnel, R., A Quiet Revolution in Welfare Economics,
www.zmag.org/books/quiet.htm
Anderson, E., (2001), “Unstrapping The Straitjacket Of ‘Preference’: A
Comment On Amartya Sen’s Contributions To Philosophy And Economics”,
Economics And Philosophy, Cilt: 17, 21
Arrow, K. J., (1950), “A Difficulty in the Concept of Social Welfare”,
The Journal of Political Economy, Cilt: 58, Ağustos, 328-346 ve Arrow ve
Scitovsky (der) içinde, 147-169
Arrow, K., J. ve Scitovsky, T., (der), (1969), Readings in Welfare
Economics, Geoege Allen and Unwin Ltd, Londra
Arrow, K. J., (1994), “Methodological Individualism and Social
Knowledge”, American Economic Review, Cilt: 84, Mayıs, 1-9
Atkinson, A., B., (2001), “The Strange Disappearance of Welfare
Economics”, Kyklos, Cilt: 54, 193-206
Bator, Francis M., (1957), “The Simple Analytics of Welfare
Maximization”, American Economic Review, Mart
Bengül, N., (1963), İktisadi Refah Teorisinin Başlıca Meseleleri, AÜ
SBF Yayınları
Bergson, A., (1938), “A Reformulation of Certain Aspects of Welfare
Economics”, The Quarterly Journal of Economics, Cilt:.52, 310-334 ve Arrow ve
Scitovsky (der) içinde, 7-26
Bergson, A., (1983), “Pareto on Social Welfare”, Journal of economic
Literature, Cilt: 21, 40-46
Baumol, W., J., (1965), Economic Theory and Operations Analysis,
Prentice-Hall, Inc. Englewood Cliffs, New Jersey
134
Barr, N., (1987), The Economics of Welfare State, Stanford University
Press, Stanford, California
Barr, N., (1992), “Economic Theory and the Welfare State: A Survey and
Interpretation”, Journal of Economic Literature, Cilt: 30, Temmuz, 741-803
Bator, F., M., (1957), “The Simple Analytics of Welfare Maximization”
American Economic Review -March’1957
Boyer, R., (1996), “State and the Market: A New Engagement for the
Twenty-First Centure?”, 84-117, Boyer ve Drache içinde
Boyer, R., ve Drache, D., (1996), (der) States against Markets,
Routledge, Londra
Briggs, A., (1969), “The Welfare State in Historical Perspective”, Castles
ve Pierson (der) içinde, 18-32
Bulutay, T., (1979), Genel Denge Kuramı, AÜ SBF Yayınları
Buğra, A., (2001), İktisatçılar ve İnsanlar, İletişim Yayınları
Buğra, A., (2003), “Bir Toplumsal Dönüşümü Anlama Çabalarına Katkı:
Bugün Türkiye’de E. P. Thompson’ı Okumak”, Köse vd. (der) içinde, 191-218
Buchanan, J., M., ve Stubblebine, Wm., C., “Externality”, Economica,
Cilt: 29, 371-384 ve Arrow ve Scitovsky (der) içinde, 199-212
Buchanan, J., M.., (1966), “Joint Supply, Externality and Optimality”,
Economica, Cilt: 33, 404-415
Castles, F., G., ve Pierson, C., (der), (2000), The Welfare State Reader,
Polity Press
Clayton, R., ve Pontusson, J., (1998), “Welfare State Retrenchment
Revisited”, Castles ve Pierson (der) içinde, 320-334
135
Clerc, J., O., (1942), “Walras and Pareto: Their Approach to Applied
Economics and Social Economics”, The Canadian Journal of Economics and
Political Science, Cilt: 8, Ekim, 584-594
Çeçen, A., (2003), “Rasyonel Eylem, Aksiyomatik Bilgi ve Homo
Economicus”, Köse vd. (der) içinde, 219-247
Dasgupta, P., (2000), “Positive Freedom, Markets, and the Welfare State”,
Helm (der) içinde, 110-125
Davis, A., D. ve Whinston, A., (1962), “Externalities, Welfare, and The
Theory of Games”, The Journal of Political Economy, Ciltl. 70, Haziran, 241-262
Desai, M., (2001), “Amartya Sen’s Contribution to Development
Economics”, Oxford Development Studies, Cilt: 29, 213-223
Devereux, S., (2001), “Sen’s Entitlement Approach: Critiques and Counter
Critiques”, Oxford Development Studies, Cilt: 29, 243-263
Dobb, M., (1969), Welfare Economics and the Economics of Socialism,
Cambridge University Press
Drache, D., (1996), “From Keynes to K-Mart: Competitiveness in a
Corporate Age”, 31-62, Boyer ve Drache (der) içinde
Eatwell, J., vd., (1989), General Equilibrium, The Macmillan Press Ltd., New
York
Engels, F. (1995), Anti-Dühring, Sol Yayınları, Ankara
Elster, J. ve Roemer, J. E., (1991), Interpersonal Comparisons of Well-Being
Eroğul, C., (1999), Devlet Nedir?, İmge Kitabevi, Ankara
Esping-Andersen, G., (1991), The Three Worlds of Welfare Capitalism,
Polity Press
136
Ferguson, I., vd., (2002), Rethinking Welfare: A Critical Perspective, Sage
Publications, Londra
Fine, B., (1975), “Individual Liberalism in a Paretian Society”, Journal of
Political Econumy, Cilt: 83, 1277
Fine, B., (2002), The World of Consumption, Routledge, İkinci Baskı,
Londra
Foot, P. (1985 ), “Utilitarianism and Virtues”, Mind, New Series, Cilt: 94,
Nisan, 196-209
Gough, I., (1996), “Social Welfare and Competitiveness”, Castles ve Pierson
(der) içinde, 234-254
Harsanyi, J. C., (1955), “Cardinal Welfare, İndividualistic Eticks, and
İnterpersonal Comparisons of Utility”, Journal of Political Economy, Cilt:63, 309-
321 ve Arrow ve Scitovsky (der) içinde, 46-61
Hausmann, D. M. ve McPherson, M. S., (1997), Economic Analysis and
Moral Philosophy, Cambridge University Press,
Hardt, M. ve Negri, A., (2003), Dionysos’un Emeği: Devlet Biçiminin Bir
Eleştirisi, İletişim Yayınları, İstanbul
Helm, D., (der), (2000), The Economic Borders of the Sate, Oxford
University Press
Hicks, J., R., (1939), “Foundations of Welfare Ecomomics”, The Economic
Journal, Cilt: 49, Ocak, 696-712
Hicks, J., R., (1941), “The Rehabilitation of Consumer’s Surplus”, The
Review of Economic Studies, Şubat, Cilt 8, 108-116
Holterman, S. E., (1972), “Externalities and Public Goods”, Economica, Cilt:
39, Ţubat, 78-87
137
Holton, R. J., (1992), Economy and Society, Routledge, Londra
Hunt, E. K., (1980), “A Radikal Critiuqe of Welfare Economics”, Edward J.
Nell (ed) “Growth, Profits and Property” içinde, Cambridge University Press
İnsel, A., (2000), “Özgürlük etiği Karşısında İktisat Kuramı: Amartya Sen’in
Etik İktisat Önerisi”, Toplum ve Bilim, Sayı: 86, 7-21
İnsel, A., (2001), “İki Yoksulluk Tanımı ve Bir Öneri”, Toplum ve Bilim,
Sayı: 89, Yaz, 62-73
Kaldor, N., (1939), “Welfare Propositions of Economics and Interpersonal
Comparisons of Utility”, Economic Journal, 196, Aralık
Keane, J., (1993), “Introduction”, Keane (der) içinde, 11-35
Keane, J., (der), (1993), Contradictions of the Welafe State, The MIT Press,
Cambridge
Köse, A. H., Şenses, F. ve Yeldan, E., (2003), İktisat Üzerine Yazılar I;
Küresel Düzen: Birikim, Devlet ve Sınıflar; Korkut Boratav’a Armağan, İletişim
Yayınları, İstanbul
Köse , A. H., ve Öncü, A., (2003), “İktisadın Piyasası, Kapitalizmin
Ekonomisi”, Köse vd. (der) içinde, 93-143
Lange, O., (1969), “The Foundations of Welfare Economics”, Arrow ve
Scitovsky (der) içinde, 26-39
Lacher, H., (1999a), “The Politics of the Market: Re-reading Karl Polanyi”,
Global Society: Journal of Interdisciplinary International Relations, Cilt: 13,
Temmuz, 313-323
Lacher, H., (1999b), “Embedded Liberalism, Disembedded Markets:
Reconceptualising The Pax Americana”, New Political Economy, Kasım, Cilt: 4,
343-357
138
Lindbeck, A., (1993), The Welfare State, Edward Elgar Publishing Ltd.,
England
Little, I. M. D., (1957), A Critique of Welfare Economics, Oxford
University Press, 2. baskı
Maddison, A. (1982), Phases of Capitalist Development, Oxford
University Press, New York
Marx, K., Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Sol Yayınları, 5. Baskı
McKenzie, L., W., (1989), “General Eqilibrium”, Eatwell vd. (der) içinde, 1-
35
Meade, J., E., (1952), “External Economies and Diseconomies in a
Competitive Stituation”, The Economiz Journal, Cilt: 62, 54-67 ve Arrow ve
Scitovsky (der) içinde, 185-198
Mill, J. S., (1946), Faydacılık, Ar Basımevi, Ankara
Mishan, E., J., (1960), “A Survey of Welfare Economics, 1939-1959”, The
Economic Journal-June
Mishan, E., J., (1969a), “The Relationship between Joint Products, Collective
Goods and External Effects”, The Journal of Political Economy, Cilt: 77, Mayıs-
Haziran, 329-348
Mishan, E., J., (1969b), Welfare Economics, North-Holland Publishing
Company, Amsterdam
Mishra, R., (1996), “The Welfare of Nations”, Boyer ve Drache (der) içinde,
316-333
Musgrave, R., A., (1959), The Theory of Public Finance, McGraw-Hill
Book Company
139
Nath, S. K., (1975), A Reappraisal of Welfare Economics,
Routledge&Kegan Paul, Londra
Nath, S. K., (1969), A Perspective of Welfare Economics, Macmillan
Press Ltd., Londra
Negri, A., (1967), “Keynes ve Kapitalist Devlet Teorisi”, Hardt ve Negri
içinde, 43-87
Ng, Y., K., (1971), “The Possibility of a Paretian Liberal: Impossibility
Theorems and Cardinal Utility”, The Journal of Political Economy, Cilt:. 79, 1397-
1402
Ng, Y., K., (1979), Welfare Economics, Macmillan Press Ltd, Londra
OECD, (1999), Historical Statistics, Paris
Offe, C., (1982), “Some Contradictions of the Modern Welfare State”,
Castles ve Pierson (der) içinde, 67-77 ve Keane (der) içinde, 147-162
Offe, C., (1975), “Theses on the theory of the welfare state”, Keane (der)
içinde, 119-130
Offe, C., (1982), “Reflections on the Welfare State and the Future of
Socialism, An Interview”, Keane (der) içinde, 252-299
O’Neill J., (2001), Piyasa, Ayrıntı Yayınları, 2001
Oruç, Y. M., (2001), “Küresel Yoksulluk ve Birleşmiş Milletler“, Toplum
ve Bilim, Sayı: 89, Yaz, 73-123
Pareto, V., (1971), Manual of Political Economy, Augustus M. Kelley
Publishers, Newyork
Patinkin, D., (1989), “Walras’s Law”, Eatwell vd. (der) içinde, 328-339
140
Peacock, A. T. ve Rowley, C. K., (1972), “Pareto Optimality and the
Political Economy of Liberalism”, The Journal of Political Economy, Mayıs-
haziran, Cilt: 80, 476-490
Pigou, A., C., (1951), “Some Aspects of Welfare Economics”, American
Economic Review, cilt 41, s.287-302
Pigou, A., C., (1962), The Economics of Welfare, 4. baskı, Macmillian,
Londra,
Polanyi, K., (2000), Büyük Dönüşüm, İletişim Yayınları
Pressman, S., (2000), “The Economic Contributions of Amartya Sen”,
Review of Political Economy, January, Cilt:.12, 89
Price, C. M., (1977), Welfare Economics in Theory and Practice,
Macmillan Press Ltd., Londra
Radomysler, A., (1946), “Welfare Economics and Economic Policy”,
Economica, 13, 190-204 ve Arrow ve Scitovsky (der) içinde, 81-94
Redmond, W. H., (2000 ), “Consumer Rationality and Consumer
Sovereignty”, Review of Social Economy, Cilt: LVIII No. 2, June
Robbins, J., (1934), “Euler’s Theorem and The Problem of Distribution”,
The Economic Journal, Eylül, 398-414
Robbins, L., (1950), “Interpersonal Comparisons of Utility:A Comment”,
Economic Journal, December, 635
Rowley, C. K. ve Peacock, A. T., (1975), Welfare Economics-A Liberal
Restatement, Martin Robertson, Londra
Samuelson, P. A., (1954), “The Pure Theory of Public Expenditure”,
Review of Economics and Statistics, Cilt:. 36, Kasım, 387-389
141
Samuelson, P. A., (1955), “Diagramatic Exposition of a Theory of Public
Expenditure”, Review of Economics and Statistics, Cilt:. 37, Kasım, 350-356
Samuelson, P. A., (1958), “Aspects of Public Expenditure Theories”,
Review of Economics and Statistics, Cilt:. 40, Kasım, 332-338
Samuelson, P., A., (1958), Foundations of Economic Analysis, Cambridge
Harward University Press
Scitovsky, T., (1951), “The State of Welfare Economics”, American
Economic Review, cilt:41, 303-315
Scitovsky, T., (1941), “A Note on Welfare Propositions”, Arrow ve
Scitovsky (der) içinde, 390-401
Sen, A. K., (1970), “Impossibility of a Paretian Liberal”, Journal of Political
Economy, Cilt: 78, 152
Sen, A. K., (1977), “Rational Fools: A Critique of the Behavioral
Foundations of Economic Theory”, Philosophy and Public Affairs, Cilt: 6,
Summer, 317-344
Sen, A. K., (1979), “Utilitarianism and Welfarism”, The Journal of
Philosophy, Cilt: 74, 463-489
Sen, A. K., (1979), “Personal Utilities and Public Judgements: Or What’s
Wrong With Welfare Economics”, The Economic Journal, Cilt: 89, Eylül , 537
Sen, A. K., (1993), “Markets and Freedoms: Achievments and Limitations
of the Market Mecanism in Promoting İndividual Freedoms”, Oxford Economic
Papers, Cilt: 45, Ekim, 519
Sen, A. K., (1997a), On Ecomomic Inequality, Clarendon Press Oxford
Sen, A. K., (1997b), “Inequality, Unemployment and Contemporary
Europe”, International Labour Review, Cilt:136, No.2, Yaz, 155-170
142
Sen, A. K., (1999), “The Possibility of Social Choice”, American Economic
Review, Cilt:89, 349
Sen, A., K., (2000), “The Moral Standing of the Market”, Helm (der) içinde,
94-109
Sen, A. K., (2001), Development as Freedom, Alfred A. Knoph, Newyork
Silberberg, E. ve Suen, W., (2001), The Structure of Economics: a
Mathematical Analysis, McGraw-Hill Book, New York
Smith, A., (2001), Ulusların Zenginliği, Alan Yayıncılık, İstanbul
Smith, A., (2002), Ulusların Zenginliği (Cilt 2), Alan Yayıncılık, İstanbul
Snower, D., J., (1993), “The Future of the Welfare State”, The Economis
Journal, Cilt: 103, Mayıs, 700-717
Sönmez, S., (1987), Kamu Ekonomisi Teorisi, Teori Yayınları, Ankara
Tarascio, V., J., (1969), “Paretian Welfare Theory: Some Neglected
Aspects”, The Journal of Political Economy, Cilt: 77, Ocak-Şubat, 1-20
Titmuss, R., (1967), “Universalism versus Selection”, Castles ve Pierson
(der) içinde, 42-51
Tybout, A., T., (1972), “Pricing Pollution and Other Negative
Externalities”, The Bell Journal of Economics and Management Science”, Cilt 3,
Güz, 252-266
Varian, H., R., (1992), Microeconomic Analysis, W.W. Norton&Company,
New York
Wallerstein, I., (1997), Sosyal Bilimleri Düşünmemek, Avesta Yayınları
Yunker, J. A., (1986), “In Defense of Utilitarianism: An Economist’s
Viewpoint”, Review of Social Economy, Nisan, Cilt:44, No.1, 57-79
143
ABSTRACT
The main purpose of this thesis is to inquire the link between market
mechanism and welfare in the light of the literature on welfare economics. The first
and second chapters of the thesis are about classical and neoclassical welfare theory.
The outcome documented in the conclusion is that new welfare economics has
foreseen the perfect competitive market as a fundamental institution, providing
individual well-being and social welfare achieved through individual welfare.
A. K. Sen has recalled that welfare is a concept which can not be reduced to
material wealth of a human-being. In his analysis, welfare is integrated with the
concepts of freedom and rights of individual. Sen’s approach is contradicted with the
classical (without Marx) and the neoclassical approaches which constructed a society
under the hiphothetical assumption of perfectly competitive markets where welfare is
reduced to an economic conception, which was assumed to increase with exchange
between individuals. Conforming with Sen’s perspective, this essay has tried to
investigate the relationship between market mechanism and welfare.
In the third chapter of the thesis, which is focused on market failures, the
answers provided to the critical question in the welfare economics “what to do
provide individual and social welfare if markets are far from the ideal one” is
investigated. Welfare economics also allowed state interventions if perfect
competitive markets don’t work. But welfare state experience observed in the all of
the world has gone far beyond the institution which provides efficiency and welfare
by overcoming the market failures.
Welfare state has constructed its institutions and politics by accepting both
even income distribution and efficient resource allocation which are the part of
welfare. In the fourth chapter, it is argued that welfare has been described again
through market rules and efficiency conception since 1970s, despite of welfare state
characteristics.
144
Ek 1: Paretocu Genel dengenin grafiksel anlatımı101
U1 = f1 (X1, Y1) birinci bireyin ordinal tercih fonksiyonu iken, U2 = f2 (X2,
Y2) ikinci bireyin ordinal tercih fonksiyonudur. Fonsiyonlar farksızlık eğrileri ile
gösterilmektedir.
X= Fx (Kx, Lx) ve Y= Fy (Ky, Ly) üretim fonksiyonlarıdır ve eşürün eğrileri ile
temsil edilmektedirler.
Üretimde etkinliğe ulaşmak için ilk etapta üretim faktörleri kullanımında
etkinlik sağlanmalıdır. Buna X ve Y mallarına ait eşürün eğrilerinin teğet olması ile
ulaşılmaktadır. Eşürün eğrilerinin eğimi X ve Y malı üretiminde kullanılan
faktörlerin marjinal teknik ikame oranlarını (MRST) göstermektedir. Şekil 1’de
çizilen Edgeworth kutusunda yatay ve dikey eksenlerde veri K ve L üretim faktörleri
bulunmaktadır. Ox, X malı için orjin, Oy y malı için orjin noktasıdır. Eşürün
eğrilerinin kesiştiği noktalar üzerinden çizilen FF sözleşme eğrisi, etkin üretim
noktalarını sergilemektedir. Bu doğru üzerinde X malının (Y malının) üretimini
artırmak için Y malının (X malının) üretiminin azaltılması gerekmektedir.
Şekil 1: Üretimde etkin noktalar
101Grafiksel anlatım (Bator, 1957; Ng, 1979; Sönmez, 1987)’den yapılmıştır.
Y
X X1
X2
X3
Y1
Y2
Y3
LY
KX
OY
OX
F
F
145
FF sözleşme eğrisinden X ve Y’nin elde edilebilir maksimum bileşimlerini
alıp üretim olanakları eğrisine (ÜOE) geçilebilir. ÜOE’nin her noktadaki eğimi
marjinal dönüşüm haddini (MRT) yansıtır. MRT, MRST eşitliği sağlandığı sürece
ÜOE, her malın üretiminde kullanılan girdilerin optimal yeniden dağılımı koşulu ile
elmadan toprak ve emek transfer edilerek ne kadar fındığın üretilebileceğini
göstermektedir.
ÜOE ve tüketimde etkinliği sergileyen Edgeworth kutusunun birlikte çizildiği
Şekil 2, üretim ve tüketimde birlikte dengeyi sergilemektedir. ÜOE içine tüketimde
etkinliğin sağlandığı noktaları gösteren, eksenlerde toplumu sahip olduğu malların
miktarlarının yer aldığı Edgeworth kutusu yerleştirilmiştir. 0D doğrusu sözleşme
eğrisidir ve sözleşme eğrisi üzerinde bir bireyin faydasını artırmak için diğer bireyin
faydasının azaltılması gerekmektedir. Sözleşme eğrisi bireylere ait farksızlık
eğrilerinin kesiştiği noktaların birleştirilmesi ile oluşmakta farksızlık eğrilerinin
eğimi ise her bir bireyin iki mal için marjinal ikame oranını göstermektedir.
Farksızlık eğrilerinin kesiştiği noktalarda eğrilerin eğimleri ve dolayısıyla marjinal
ikame oranları birbirlerine eşitlenmekte, tüketimde etkinlik sağlanmaktadır.
Üretim ve tüketimde etkinliğin sağlanabilmesi için mallar arasındaki
MRT’nin, bireylerin MRS’sine eşit olması gerekmektedir. ÜOE eğrisi üzerindeki D
noktasında bu koşul yerine getirilmektedir. ÜOE’nin D noktasındaki eğimi yani
MRT, sözleşme eğrisi üzerindeki A noktasında iki bireyin farksızlık eğrilerinin
eğimine , MRS’ye eşittir. Dahası, ÜOE’nin ve A noktasında farksızlık eğrisilerinin
eğimi aynı zamanda X ve Y malı fiyatlarının oranına eşittir (α= Px/PY).
146
Şekil 2: Genel Denge
Ancak, şekilden de görülebileceği gibi üretim olanakları eğrisi üzerinde her
nokta farklı bir mal bileşimine denk düşmekte ve bu noktalarda eğrinin eğimi
değişeceğinden mallar arasındaki MRT de değişmektedir. Üretim olanakları eğrisi
üzerindeki her noktaya karşılık gelen mal bileşimine uygun olarak tüketimde de
denge değişmektedir. Dolayısıyla birden fazla Pareto optimal nokta vardır. Bu
noktalar arasından yapılacak seçim için sosyal refah fonksiyonları kullanılmaktadır.
Y
X
0 Y0
X0
A
D
X1
Y1
U12
U11
U13
U23
U22
U21 α α
147
Şekil 3: Optimum Optimorum
Şekil 3’de PP, Pareto etkin girdi çıktı bileşimlerine dayanan Fayda Olanağı
Eğrisidir. Bu eğri, etkin üretim ve mübadele noktalarından türetilmiştir. Wi (i= 1, 2,
3, 4) ’ler ise sosyal refah fonksiyonlarını temsil eden toplumsal kayıtsızlık
eğrileridir102 ve toplumun, farklı X ve Y malı bileşimlerini tüketmek konusundaki
tercih sıralamasını vermektedir. O noktasında, W1 sosyal refah fonksiyonu fayda
olanağı sınırına teğettir. Bu nokta, optimum optimorum103 noktasıdır. Sönmez (1987:
84-85), Pareto ölçütünün farklı ekonomik durumlar arasında tek tek karşılaştırmakta
yapmaktan kaçınarak kısmi sıralamaya gittiğini sosyal refah fonksiyonunun ise tüm
ekonomik durumlara ilişkin herhangi iki nokta arasında karşılaştırma olanağı
sağlayarak, tam sıralama yapılmasının koşullarını yarattığını vurgulamaktadır.
102 Toplumsal Farksızlık Eğrileri, Scitovsky (1942) tarafından ortaya atılmıştır. 103 Bator (1957), bu noktaya zoraki mutluluk noktası (constrained bliss point) demektedir.
W3
W2
W4
X
Y
P
P
0
O
W1
148
Sönmez, Paretocu kısmi sıralama ile SRF analizinin işaret ettiği tam sıralama
arasında uyuşmazlık çıktığını göstermiştir. Toplumsal farksızlık eğrileri üzerindeki
bazı noktalardan eksenlere paralel olan teğetler geçtiği durumda sosyal refah
fonksiyonu Paretocu kısmi sıralamayla bağdaşmamaktadır.
Ek 2: Lipsey ve Lancester İkinci En İyi Modellinin Kanıtı
Lipsey ve Lancaster Modeli’nin matematiksel anlatımı genel olarak
şöyledir:104
Lipsey ve Lancaster (1957), F(x1, x2,... xn) şeklinde n değişkeni bulunan bir
fayda fonksiyonu düşünmüşlerdir. Bu fayda fonksiyonu, φ(x1, x2,... xn)=0 kısıtı
altında maksimize (minimize) edilmektedir. Bu ilişkide Xi, tüketilen i malı
miktarıdır. φ ise üretim olanakları sınırıdır.
Bu problemin çözümü için yani Pareto optimuma ulaşmak için, Ωi(x1, x2,...
xn)=0 olduğu varsayılmaktadır. Sistemde n-1 sayıda denklem vardır (i=1, 2, ..., n-1).
Sistemin eş anlı çözümü sağlanıldığında, genel denge varsayımının sonucu olarak, n.
Denklem de kendiliğinden çözülmektedir (Walras Yasası).105
İkinci en iyi teoremine i=j için Ωi≠ 0 türü ek kısıtlama getirilirse, F
fonksiyonunun maksimizasyonu (minimizasyonu) φ ve Ωi≠ 0 kısıtları altında olacak
ve hala ulaşılabilir olan Pareto koşullarından Ωi =0 ve i≠ j sağlanamamaktadır
İkinci sınırlamanın yokluğunda orijinal maksimizasyon (minimizasyon)
probleminin çözümü Lagrange yöntemi ile yapılabilir.
n denklem sözkonusu iken Paretocu koşullar şöyledir:
Fi-λφ i = 0 i=1...n (1)
L(x1, .... xn, λ) = F(x1, x2,... xn) - λ φ(x1, x2,... xn)
L’nin maksimizasyonu sonucu elde edilen birinci sıra koşullardan;
104 Anlatım Lipsey ve Lancaster(1957: 26-31), Price (1977: 42-45), Sönmez (1987: 91-96) üzerinden yapılacaktır.
149
-λ = (∂ F/∂ xi)/ (∂ F/∂ xn)= (∂ φ/∂ xi)/ (∂ φ/∂ xn), dolayısıyla;
(∂ F/∂ xi)/ (∂ F/∂ xn)= (∂ φ/∂ xi)/ (∂ φ/∂ xn)
Buradan;
Fi=(∂ F/∂ xi) ve φi=(∂ φ/∂ xi)
Sonuçta
Fi /Fn= φi/φn i=1...n-1 (2)
Yukardaki denklemde tüketimde marjinal ikame oranının üretimdeki marjinal
dönüşüm oranına eşit olduğu görülmektedir. Yani Pareto optimumu elde edilmiştir.
İkinci En İyi
n’inci mal nümerer olarak seçilmiştir. Pareto koşullarını engelleyen sınırlama
(i=j için Ωi≠ 0 ) getirilmiş olsun;
F1 /Fn= k(φ1/φn) k≠ 1 (k sabit) (3)
Ya da Pareto koşullardan birinin yerine getirilmediğini belirtirsek (örneğin
i=1 ise)
F1 /Fn= φ1/φn≠ 0
Yani
F1 /Fn= k(φ1/φn)=0
Ek kısıtlama ile fonksiyon şu şekilde maksimize (minimize) edilir:
F- λ’Φ-μ [F1/Fn - k (Φ1/Φn)] (4)
λ’, μ Lagrange sabitleridir.
105 Walras Yasası için bkz. (Patinkin, 1989)
150
Bu açıklamanın maksimizasyon koşulu şu şekildedir:
Fi- λ’Φ-μ [(FnF1i- F1Fni)/Fn2 - k(ΦnΦ1i- Φ1Φni)/ Φn
2 ] =0 i=1,2,...n (5)
(FnF1i- F1Fni)/Fn2 = ϕi
(ΦnΦ1i- Φ1Φni)/ Φn2 =Ri ile gösterilirse ve
Fi= λ’Φi-μ (ϕi-kRi) ise
(5) nolu koşul aşağıdaki gibi yazılabilir:
Fi/Fn= (Φi/Φn)[1+μ /λ’(ϕi-kRi)]/ [1+μ /λ’(ϕn-kRn)] (6)106
Bu koşullar (3) nolu kısıt veri iken, (2) nolu Paretocu koşullarla
karşılaştırmalı olarak açıklanan ikinci en iyiye ulaşma koşullarıdır.
[Φi+μ /λ’ (ϕi-kRi)]/ [Φn+μ /λ’ (ϕn-kRn)]= Φi/Φn yani
ΦnΦi+Φn(μ /λ’)( ϕi-kRi) = ΦiΦn+Φi( ∂ /λ’) (ϕn-kRn),
yani
Φi/Φn=(ϕi-kRi)/ (ϕn-kRn), ya da
Φi/Φn=[F1/Fn- k(Φ1/Φn) ]i/ [F1/Fn- k(Φ1/Φn) ]n (7)
Lipsey ve Lancaster ikinci en iyi versiyonu;
[1+ ( ∂ /λ’)( ϕi-kRi)]/ [1+ (μ /λ’)( ϕn-kRn)]=1
Genel olarak (7) nolu eşitliğin tuttuğunu varsaymak için bir neden yoktur ve
dolayısıyla gerçekte bir ikinci en iyi konuma ulaşmak için Paretocu koşullardan
ayrılma gereklidir.
106 Price, (6) nolu denklemin yanlış olduğunu ancak bu hatanın genel koşulları değiştirmediğini göstermiştir.
151
Ek 3: Sen Olanaksızlık Teoremi
Teorem 2’nin kanıtı:
Koşul L*’da sunulan bireyler 1 ve 2 ve seçenek çiftleri (x,y) ve (z,w) olsun.
(x,y) ve (z,w) Kişiler ortak bir seçeneğe sahipler: x=z
1 x’i y’ye tercih etsin, 2 w’yu z (=x)’ye. Toplumdaki herkes 1 ve 2 dahil y’yi
w’ya tercih etsin. Kimse için 1 ve 2 için bile herhangi bir tutarsızlık yoktur. 1. ve 2.
bireylerin sıralamaları:
1: xPy ve yPw(=x)
2: yPw ve wPx(=z)
Koşul U’dan bu sosyal karar mekanizmasının alanında olmalıdır. Koşul L*’a
göre ise x y’ye tercih edilmeli ve w, x (=z)’e tercih edilmek zorundadır, Pareto
ilkesine göre y w’ya tercih edilmek zorundadır. Dolayısıyla (x=z, y, w) seti içinde
sosyal tercih anlamında en iyi unsur yoktur ve her alternatif diğerinden daha kötüdür.
Dolayısıyla toplum için bir seçim fonksiyonu olamaz.
x, y, z, w farklı olsun.
1: xPy,
2: zPw
toplumdaki herkes de wPx ve yPz tercihlerini yapar.
1 ve 2 için çatışma yoktur.
1 basitçe wPx ve xPy ve yPz
2: yPz, zPw ve wPx tercihlerini yapar.
Koşul U’ya göre bireysel tercihlerin bu düzeni bir sosyal seçim fonksiyonu
üretmek zorundadır. Fakat koşul L*’a göre toplum x’i y’ye ve z’yi w’ya tercih etmeli,
Pareto ilkesine göre, toplum w’yu x’e, y’yi z’ye tercih etmelidir.
152
Bu şu anlama gelmektedir: Bu set için hiçbir en iyi alternatif yoktur ve bir
seçim fonksiyonu bu dört alternatifi de içeren herhangi bir set için yoktur.
Dolayısıyla Koşul U, P, L*’ı sağlayan sosyal seçim fonksiyonu yoktur.