a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

156
i A. Ü. ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ İKTİSAT ANABİLİM DALI YÜKSEKLİSANS TEZİ REFAH İKTİSADININ TEORİK TEMELLERİ: PİYASA VE REFAH İLİŞKİSİ ÖZLEM ALBAYRAK DANIŞMAN ABUZER PINAR ANKARA-2003

Upload: trinhdiep

Post on 29-Jan-2017

235 views

Category:

Documents


5 download

TRANSCRIPT

Page 1: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

i

A. Ü. ANKARA ÜNİVERSİTESİ

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ İKTİSAT ANABİLİM DALI

YÜKSEKLİSANS TEZİ

REFAH İKTİSADININ TEORİK TEMELLERİ: PİYASA VE REFAH

İLİŞKİSİ

ÖZLEM ALBAYRAK

DANIŞMAN

ABUZER PINAR

ANKARA-2003

Page 2: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

ii

İÇİNDEKİLER

GİRİŞ ....................................................................................................................... 1

Birinci Bölüm:...................................................................................................... 5

KLASİK REFAH İKTİSADI ................................................................................. 5

A. Refah İktisadının Kurucu Felsefesi: Faydacılık ............................................. 5

1. John Stuart Mill: Mutluluk Kuramı Olarak Faydacılık............................... 9

B. Refah İktisadının Temel Kavramları: Refah, Birey ve Piyasa....................... 12

1. Bir Kavram Olarak Refah .......................................................................... 12

2. Birey Tanımlaması: Metedolojik Bireycilik ............................................. 15

3. Piyasa ve Refah İlişkisi .............................................................................. 18

C. Refah İktisadının Tarihsel Oluşumu: A.C. Pigou ve L. Robbins ................. 20

1. Arthur Cecil Pigou ..................................................................................... 22

2. L. Robbins’in İtirazı: Refah İktisadında Yaşanan Dönüşüm .................... 24

D. Birinci Bölümün Genel Değerlendirmesi...................................................... 29

İkinci Bölüm: YENİ REFAH İKTİSADI ............................................................. 31

A. Refah İktisadının Temel Teorileri.................................................................. 32

1. Temel Refah Teoremleri ............................................................................ 32

2. Vilfredo Pareto: Fayda ya da Ophelimity................................................... 35

2.1. Pareto Optımumu: Üretim, Mübadele ve Genel Denge ......................... 41

3. Yeni Refah İktisadı: Pareto Optimumunun Yeni Boyutları ....................... 46

3.1. Tazmin Olasılığı Ölçütü.......................................................................... 46

3.2. Sosyal Refah Fonksiyonu........................................................................ 52

3.3. İkinci Eniyi Yaklaşımı: R. G. Lipsey ve K. Lancaster.......................... 57

B. Sosyal Seçim Teorisi ...................................................................................... 59

1. Olanaksızlık Teoremi: Kenneth Arrow..................................................... 59

2. Olanaksızlık Teoremi: Amartya K. Sen .................................................... 62

3. Amartya K. Sen’nin Olanıksızlık Teorisi Üzerine Tartışmalar ................. 65

C.Piyasa Merkezli Refah İktisadına Eleştirel Bir Bakış: Amartya K. Sen......... 70

1. Fayda Kavramının Sınırları ve Eylem Kapasitesi...................................... 73

2. Homo Economicus: Bir Sosyal Moron mu? ............................................. 77

D. Birinci ve İkinci Bölümün Genel Değerlendirmesi:...................................... 79

Üçüncü Bölüm: PİYASA AKSAKLIKLARI......................................................... 85

Page 3: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

iii

A. Dışsallıklar ................................................................................................... 86

1. Pigoucu klasik dışsallık yaklaşımı ............................................................. 89

2. Pigoucu yaklaşıma eleştiriler ..................................................................... 91

3. Olumsuz Dışsallıkların Fiyatlandırılması .................................................. 94

B. Kamu Malları (Ortak Mallar) ....................................................................... 96

1. Salt Kamu Malları ...................................................................................... 96

2. Karma Mallar ............................................................................................. 99

3. Vesayet Altındaki Mal ve Hizmetler........................................................ 100

C. Dışsallıklar Kamu Malı İlişkisi ................................................................... 101

D. Üçüncü Bölümün Genel Değerlendirmesi................................................... 104

Dördüncü Bölüm:............................................................................................. 106

REFAH DEVLETİ ve KRİZİ: EŞİTLİK SORUNSALINI DA İÇEREN SOSYAL

REFAH KAVRAYIŞINDAN ETKİNLİK AMACINA GERİ DÖNÜŞ................. 106

A. Refah Devleti ............................................................................................... 108

1. Refah Devletini Doğuran Tarihsel Koşullar ve J. M. Keynes ................. 108

2. Refah Devletine Farklı Yaklaşımlar......................................................... 110

3. Refah Devleti Rejimleri ........................................................................... 114

3.1. Esping-Andersen’in kavramlaştırmasına eleştiriler .............................. 118

4. Piyasa toplum çatışması ve Polanyi’nin refah devleti yaklaşımı ............. 120

B. 1980 Sonrasında Refah Devletinde Yaşanan Gelişmeler: Piyasa Merkezli

Refah Anlayışına Geri Dönüş .......................................................................... 123

C. Dördüncü Bölümün Genel Değerlendirmesi ............................................... 127

SONUÇ ................................................................................................................ 129

KAYNAKÇA....................................................................................................... 133

ABSTRACT......................................................................................................... 143

Ek 1: Paretocu Genel dengenin grafiksel anlatımı .......................................... 144

Şekil 1: Üretimde etkin noktalar .................................................................. 144

Şekil 2: Genel Denge ................................................................................... 146

Şekil 3: Optimum Optimorum ..................................................................... 147

Ek 2: Lipsey ve Lancester İkinci En İyi Modellinin Kanıtı ............................. 148

Ek 3: Sen Olanaksızlık Teoremi ...................................................................... 151

Page 4: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

iv

Bu çalışmanın tamamlanmasında değerli katkılarından dolayı Ahmet Haşim Köse'ye,

başta Annem olmak üzere aileme ve Neslihan Öztürk'e; ayrıca tez çalışmam boyunca

sunduğu değerli eleştiri ve önerileri için Abuzer Pınar'a teşekkürü borç bilirim.

Tezdeki muhtemel eksiklik ve hatalar bana aittir.

Page 5: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

1

GİRİŞ

İktisat kendini ayrı bir bilim olarak ortaya koyduğu tarihten beri zenginlik ya

da refah onun temel problemi olmuştur. İktisadın bağımsız bir disiplin olarak ortaya

çıkmasını sağlayan iktisatçı olarak kabul edilen Adam Smith ulusun zenginliğinin

kaynaklarını araştırmakta ve ekonomi politiğin amacını “halkı ve hükümdarı

zenginleştirmek” olarak ortaya koymaktadır1. İktisadın klasik tanımı “kıt

kaynaklarla sınırsız ihtiyaçların karşılanma yollarını araştırmak” olarak kabul

edilmektedir. İktisatta genel olarak refahın, bireylerin tercihlerinin karşılanması

olarak tanımlandığı hatırlandığında iktisadın bir bütün olarak refahın

oluşturulmasıyla ilgilendiğini söylemek hata olmayacaktır. İktisadın klasik dönemde

zenginlik bilimi olduğu ancak neoklasik okulla birlikte seçim kuramına dönüştüğü

tespit edilmektedir. Keynes de iktisadın zenginlik bilimi olduğuna inanmaktadır

(Buğra, 2001)

İktisadın temelinde refahın araştırılması saiki olmasına karşılık Arthur Cecil

Pigou ile birlikte birey ve toplum refahını araştıran ayrı bir disiplin, refah iktisadı,

ortaya çıkmıştır. Pigou’nun kitabını yayınladığı tarih 1920’dir. Kitap, I. Dünya

Savaşı’nın tüm dünyayı yıkıma sürüklediği ve 19. yüzyılın sonunda kendini gösteren

ekonomik krizin etkilerinin devam ettiği bir dönemde yazılmıştır. Pigou kitabının

ismini Refah İktisadı (The Economics of Welfare) olarak koymuş, ekonomik refahın

nasıl sağlanacağını araştırdığını vurgulamıştır. Pigou ile birlikte refahın temelde

ekonomik bir kavram olduğu kanısı iktisat bilimi içinde güçlenmiştir. Pigou’nun

ardından refah iktisadı Vilfredo Pareto’nun yaklaşımını temel almayı tercih etmiş ve

refah iktisadı yeni refah iktisadı altında Paretocu ilkelere bağlı bir dal haline gelmiş

ve piyasa refah bağlantısı bu yaklaşım ile güçlü biçimde kurulmuştur.

İktisadın yanıt aradığı temel sorulardan biri “refah nasıl, hangi koşullar

altında, hangi kurumlarla ençoklaştırılır?” sorusudur. Klasik (Marx dışında),

1 “[E]konomi politik, iki farklı hedef önerir; birincisi halk için bol miktarda gelir veya geçim imkanı sağlamak, veya daha doğrusu onların kendileri için böylesi bir gelir veya geçimlik sağlamalarını mümkün kılmaktır; ve ikinci olarak da devlete ve ulusa, kamu hizmetlerinin yapılmasını sağlayabilecek bir gelir temin etmektir. Ekonomik politik hem halkı hem de hükümdarı zenginleştirmeyi önerir.” (Smith, 2002: 13)

Page 6: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

2

neoklasik ve Avusturya okullarının bu soruya verdiği yanıt rekabetçi piyasa

mekanizmasının varlığı ve işlemesidir. Piyasa refah bağlantısı Smith gibi klasik

teorisyenlerden neoklasik ve Avusturya okuluna kadar ekonomik teorinin her

aşamasında yer almaktadır. Bununla birlikte bu ekollerin piyasa ile refah arasında

kurdukları bağlantının niteliği değişmektedir. Klasik iktisat piyasa ile refah arasında

dolaylı bağlantı kurarken, neoklasik gelenek ve Avusturya okulu yaptığı refah

tanımına bağlı olarak piyasayı refahı sağlayabilecek en etkin kurum olarak görmekte

ve doğrudan bir argüman geliştirmektedir (O’Neil, 2001:94-96).

Klasiklerin piyasa ile refah arasında kurduğu dolaylı bağlantı net olarak

Smith’te görülmektedir. Smith işbölümünün gelişmesi sonucu meydana gelen üretim

artışının ve bunun sonucunda oluşan genel zenginliğin mübadele ile halkın en alt

kesimlerine kadar ulaşabileceğini düşünmektedir. Zenginliğin artırılması için tarım

toplumuna alternatif olarak gördüğü ticaret toplumunu işaret eden Smith,

işbölümünün gelişmesinin kaynağında ise insandaki doğal takas eğiliminin yattığını

iddia etmektedir. Her işçi ihtiyacından fazlasını piyasaya sürmekte, karşılığında diğer

işçilerin ürettiklerini almakta ve böylece “genel bir bolluk, toplumun tüm kesimleri

arasında yayıl”maktadır (Smith, 2001: 23-25)

Piyasanın refah sağlayıcı özelliğine yapılan vurgu ise neoklasik teorinin

merkezinde yer almaktadır. Rekabetçi piyasa dengesi ile optimum kaynak tahsisi

arasında Pareto’nun kurduğu bağlantı bunun en güçlü yansımasıdır. Refahı

tercihlerin karşılanması olarak tanımlayan neoklasik geleneği takip eden Paretocu

refah iktisadının tanımladığı piyasa her ne kadar gerçek yaşamdaki piyasaları

yansıtmasa da, bu yaklaşımın politika önermesi gerçek hayattaki piyasaların

tanımlanan ideal piyasalara benzetilmesi gerektiği şeklindedir. Piyasalar ideal

piyasaya yeterince benzediği noktada bireylerin tercihlerini en etkin karşılayan

kurumdur ve etkinliğin sağlanması refahı ençoklaştırmaktadır. Piyasanın etkin

kaynak tahsisini sağlaması refah sonucu için yeterli görünmekte, etkin olarak üretilen

gelirin bölüşümü ideal piyasa tarafından adil dağıtılmaktadır. Adil dağılım

sorununun ortaya çıktığı durumlarda ise bu iktisadi alanının dışında, politik alana

ilişkin görünmektedir.

Page 7: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

3

Bu tez çalışmasının amacı iktisatta piyasa ile refah arasında kurulan doğrudan

bağlantıyı refah iktisadı yazını içerisinden incelemektir. Bu amaca uygun olarak

çalışma dört bölüm olarak tasarlanmıştır. İlk iki bölümde refah iktisadının teorik

temelleri ve teorilerin üzerine kurulu olduğu temel kavramlar incelenmiştir. Bu

bölümlerde ortaya atılan temel tez, refah iktisadının Paretocu kimliği ile birey ve

bireylerden giderek ulaşılan toplum refahını sağlayan temel kurum olarak rekabetçi

piyasayı görmesidir. Refah iktisadının teorik temellerini ortaya koyabilmek için, ilk

bölümde öncülü sayılan faydacı felsefe incelenmiş, liberal teorinin bireyci ve öznel

yapısını sergileyen bu yaklaşımın refah iktisadına etkileri ele alınmıştır. Teorinin

kavramsal düşünme anlamına geldiği hatırlanarak, öncelikle refah iktisadının birey

ve refah algılayışı ayrı başlıklar altında ele alınmıştır. İzleyen bölümde refah

iktisadının tarihsel gelişim çizgisi etrafında temel teorileri anlatılmıştır. İkinci

bölümün son alt bölümünde ise refah iktisadı yazını içerisinden gelen ancak piyasa

merkezli refah argümanına ve genel olarak neoklasik iktisat yaklaşımına eleştirel

bakan iktisatçılardan Amartya Kumar Sen’e yer verilmiştir. Sen’in ayrıca ele

alınmasının nedeni bir bütün olarak yazarın duruşunun neoklasik refah iktisadının

temel kavramlarına ve Paretocu yapısına getirdiği eleştirilerin öneminden

kaynaklanmaktadır. Sen, refahın, insanın maddi zenginliğine indirgenemeyeceğini,

insanın özgürlük ve hakları ile bütünleşik bir kavram olduğunu hatırlatmıştır. Sen’in

bu yaklaşımı toplumu piyasa etrafında kurgulayan, dolayısıyla refahı da mübadele ile

artacağı varsayılan iktisadi bir kavram haline indirgeyen klasik (Marx dışında) ve

neoklasik yaklaşıma tezat oluşturmaktadır.

Üçüncü bölümde piyasanın ideal piyasalardan uzaklaşması halinde ne

yapılacağı sorusuna refah iktisadı yazını içerisinden verilen yanıtlar incelenmiştir.

Piyasa aksaklıkları başlığı altında ele alınan bu bölümde dışsallıklar ve kamu malları

durumlarında refahın nasıl sağlanacağı araştırılmıştır. Refah iktisadı, tam rekabetçi

piyasanın işlemediği durumlarda devletin piyasanın aksaklıklarını düzeltmek için

müdahalesine izin vermektedir. Ancak dünya genelinde yaşanan refah devleti

deneyimi piyasanın işleyişinden kaynaklanan bozuklukları düzelterek etkinliği ve

böylece refahı sağlayan bir kurum olmaktan öteye geçmiştir. Refah devleti deneyimi

etkin kaynak dağılımı yanında adil gelir dağılımını refahın bir parçası olarak kabul

ederek kurumlarını ve politikalarını oluşturmuştur. Dördüncü bölümde, refah

Page 8: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

4

devletinin etkinlik yanında adil bölüşümü de refah tanımına dahil ettiği ancak

1970’lerin ortasından itibaren yaşanan dönüşümle refah algılamasının tekrar piyasa

merkezli ve etkinlik temelli anlayışlara döndüğü savunulmaktadır.

Page 9: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

5

Birinci Bölüm:

KLASİK REFAH İKTİSADI

Bireyin ve toplumun refahının nasıl ölçüleceğini, nasıl artırılacağını ve

toplumun en yüksek refah düzeyine hangi şartlar altında ulaşabileceğini tanımlamaya

çalışan refah iktisadı, öncüleri tarafından “iktisadi politikanın ekonomi bilimi” olarak

tanımlanmıştır (Hicks, 1939: 696; Scitovsky, 1951: 303). Bağımsız bir disiplin

olarak refah iktisadının kurucusunun A. C. Pigou olduğu kabul edilir. Pigou, 1924

yılında yazdığı “Refah İktisadı” (The Economics of Welfare) kitabıyla klasik refah

iktisadının temellerini atmıştır. Pigou’nun öncü çalışmasını izleyen Refah iktisadı,

Vilfredo Pareto’nun yaklaşımını temel alarak “Yeni Refah İktisadı” adı altında

gelişimini sürdürmüştür (Little 1965; Nath 1975; Scitovsky, 1951).

Bu çalışmada, faydacı yaklaşımı benimseyen Pigou’nun temsil ettiği gelenek

klasik refah iktisadı olarak adlandırılmış ve Paretocu yaklaşımı temel alan yeni refah

iktisadından ayrı olarak incelenmiştir. Pigou ile yeni refah iktisadı arasındaki temel

ayrım, faydacı felsefenin faydaların ölçülebilirliği ve karşılaştırılabilirliğinden

vazgeçilmesidir. Bu dönüşüm L. Robbins’in Pigou’nun bireyler arası fayda

karşılaştırmasının yapılabilirliğine ilişkin “bilimsel” olmadığı iddiası ile itiraz

etmesinin ardından yaşanmıştır. Ancak, Pigou ile Pareto’da faydacılıktan miras kalan

“refahın ençoklaştırılması” amacı değişmemiştir.

Bu bölümün izleyen ilk alt bölümünde, refah iktisadının teorik öncülü kabul

edilen faydacılık yaklaşımı ele alınacaktır. Ardından refah tanımına ilişkin alternatif

yaklaşımlar sunulacak, Pigou’dan başlayarak refah iktisadının gelişim çizgisi ana

hatlarıyla izlenmeye çalışılacaktır.

A. Refah İktisadının Kurucu Felsefesi: Faydacılık

Refah iktisadının temel düşünsel öncülünün faydacılık (utilitarianism)

yaklaşımı olduğu kabul edilmektedir (Atkinson, 2001: 194; Sen, 1999). Klasik

Page 10: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

6

faydacılara göre, faydacılık bir ahlak teorisidir.2 Jeremy Bentham tarafından

temelleri atılan faydacı felsefe, John Stuart Mill, William Stanley Jevons, Henry

Sidgwick, Francis Edgeworth, A. Marshall ve A. C. Pigou gibi öncüler tarafından

takip edilmiş ve geliştirilmiştir. Faydacılık, bir yüzyıldan fazla baskın ahlak teorisi ve

aynı zamanda en etkili adalet teorisi olmuş; geleneksel refah ve kamu politikası

iktisadı, uzun süre bu yaklaşımın egemenliği altında kalmıştır. Zaman içerisinde,

faydacı yaklaşımın temel kavramları teorik planda kimi değişikliklere uğrasa da

varlığını korumuş ve ilkeleri uygulanan iktisadi politikalar ve kurumların ahlaki

olarak doğruluklarının değerlendirilmesinde “nesnel” bir anlayış olarak kullanılmaya

devam etmiştir (Hausmann ve McPherson, 1997: 102; Sen, 2001: 58).

Faydacılığın temel amacı, toplumda üretilen zenginliğin (mallar, hizmetler,

haklar, özgürlükler ve politik güç) onu oluşturan üyelerinin toplam faydasını

ençoklaştıracak biçimde dağıtılmasıdır. Buna göre toplumun refahı, mallar (zenginlik

ve özgürlük) etkin bir şekilde üretilip, eşit bir şekilde dağıtıldığında en

çoklaştırılabilmektedir. Bireylerin gelirlerinin marjinal faydasının birbirine eşit

olması ve faydaların sayal (kardinal) olarak ölçülebilmesi şartları altında faydacılık

devletin yeniden dağıtım faaliyetini meşru kabul etmektedir (Barr, 1987: 47).

Klasik faydacılık, faydayı mutluluk ya da zevk olarak tanımlamış ve faydanın

ölçülebilirliğini varsayan sayal fayda teorisine dayanmıştır. Sayal fayda teorisi, farklı

bireylerin faydalarının toplanabileceğini ve karşılaştırılabileceğini kabul etmektedir

(Bulutay, 1979; Harsanyi, 1955; Hausman ve McPherson, 1997: 30-32). Faydacı

teorinin, sayal faydaya dayanması, faydanın ölçülebilir kabul edilmesi Sidgwick’de

net olarak görülmektedir:

Varsayımımız, zevkler tüm acılarıyla birlikte nicel olarak karşılaştırılabilir;

cazibesi açısından böylesi her duygu belli bir miktar yoğunluğuna sahiptir ve bu

miktar bazı açılardan bilinebilir; dolayısıyla herbiri en azından diğerine karşı

2 Faydacı teorinin diğer önemli öncüllerinden biri sayılan Sidgwick klasik faydacılığı şöyle ele almaktadır: “Faydacılık ahlaki (etik) teori anlamındadır. Ahlaki teori, her veri durumda, nesnel olarak doğru olan, herkesin mutluluğunu en çoklaştıracak olan davranıştır. Böylelikle, mutluluğu herhangi bir eylemden etkilenen herkesi hesaba katar” (aktaran: Albert ve Hahnel, age: Bölüm1: 1). Albert ve Hahnel’in eseri www.zmag.org/books/quiet.htm internet adresinden edinilmiştir. Bu kaynağa referans verilirken yıl yerine (age) ifadesi kullanılacaktır. Faydacı teori geleneği için bkz. (Hausman ve McPherson, 1997; Little, 1951; Mill, 1946; Sen, 1979).

Page 11: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

7

ağırlıklandırılabilir. Bu varsayım azami mutluluk fikrini içerir (aktaran: Albert

ve Hahnel, age: Bölüm 1: 2).

Sidgwick’in de belirttiği gibi, “en çok toplam mutluluk” ilkesi

mantıken, zevklerin ya da faydaların ölçülebilirliğini ve toplanabilirliğini

varsaymaktadır. Sayal yaklaşıma göre bireylerin sahip olduğu farklı zevkler

nicel olarak toplanabilir ve karşılaştırılabilir. Hatta farklı bireylerin farklı

zevklerinin ve farklı kuşakların zevklerinin nicel olarak toplanabildiği ve

karşılaştırabildiği de kabul edilmektedir.

Genel olarak faydacı felsefenin tanımladığı insan, doğası gereği, zevklerini

maksimize etmeye, acılarını minimize etmeye çalışan bir varlıktır. Faydacı teorinin

temel ilkesiyse, Bentham’ın belirttiği gibi, “en çok sayıda insan için en fazla

mutluluk” olarak tanımlanmaktadır. Bentham, toplumun mutluluğunu, toplumdaki

bütün bireylerin mutluluğunun toplamına eşit olduğu kabul etmektedir. Bentham’a

göre doğru eylem, ”en çok mutluluk ilkesi”dir. Fayda, Bentham’ın algılamasında

doyum yaratan bir güç, kişinin mutluluğu ise doyumlarının toplamı olarak

belirmektedir. Analiz bu şekilde sürdürüldüğünde, en iyi ahlaki ilke faydanın en

çoklaştırılması olarak ortaya çıkmaktadır. “Kişinin faydasını ençoklaştırmalı mı

ençoklaştırmamalı mı?” sorusu Bentham için anlamsız görünmekte, bir eylemin

doğru eylem olduğunu söylemek için her halükârda faydayı ençoklaştırması

gerekmektedir. Bentham’a göre bir değişim mutlulukta artış yaratıyorsa iyidir. Ençok

mutluluk ilkesi, iktisadın sorunlarına türevsel matematiğin yoğun olarak

uygulanmasına yol açmıştır. Refah teorisi gelişimini, büyük ölçüde Bentham

felsefesinin sonucu olan niceliksel ahlaki kavramlara matematiğin uygulanmasına

borçludur (Little 1957: 77-79)3.

Bu açıdan değerlendirildiğinde faydacı yaklaşım genel olarak üç ana kavram

üzerine temellenmektedir (Sen, 2001: 58-60): sonuçculuk, refahçılık (welfarism) ve

toplam-sıralama (sum-ranking). Sonuçculuk bütün seçimlerin (eylemlerin,

3 Pareto’nun Benthamcı faydacılık temelinde marjinal fayda kavramını kullanması ve tüketici davranışını ençoklaştırma sorunu olarak görmesi, matematiksel dilin (türevsel yöntemin) iktisadi analize doğrudan ve yoğun biçimde girdiğine işaret etmektedir. Yani genelde faydacı felsefenin marjinalizmle birleştirilmesi optimizasyon ve maksimizasyon analizlerine geçişi sağlamıştır (Çeçen, 2003: 232-233).

Page 12: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

8

kuralların, kurumların) neden oldukları sonuçlara bağlı kalınarak değerlendirilmesi

gerektiğini belirtmektedir. İkinci kavram olan refahçılığa göre, olaylar (state of

affairs) neden oldukları faydalarla sınırlı olarak değerlendirilmektedir. Buna

göre faydacı yaklaşım, hakların, sorumlulukların ve diğer başka şeylerin yerine

getirilmesi ya da ihlaline doğrudan önem vermemektedir. Refah kuramı sonuçculuk

kavramıyla birlikte değerlendirildiğinde, her seçimin/tercihin kendi faydası ile

değerlendirilmesi gerekliliğine ulaşılmaktadır. Üçüncü kavram, toplam-sıralama, ise

bireysel faydaları toplama yöntemidir. Buna göre farklı insanların faydaları toplam

değerlerini elde etmek için basitçe toplanmaktadır. Bu işlem yapılırken, toplamın

dağılımına bakılmamaktadır.4

Klasik faydacı yaklaşımın mutluluk ya da zevke yaptığı vurgu, modern

faydacı yaklaşımların bazılarında terkedilmiştir. Faydayı arzuların karşılanması

(desire fulfillment) olarak tanımlamayı tercih eden bu yaklaşımlara göre önemli olan

meydana gelen mutluluk yoğunluğu değil, tatmin edilen arzuların gücüdür. Soyut

tanımlamalar olan mutluluk ya da arzuyu ölçmek kolay olmadığı için, fayda modern

ekonomik analizlerde kişinin gözlenebilir seçimlerinin sayısal gösterimi olarak

tanımlanır: Kişi y yerine x’i seçerse, kişi x’ten, y’den elde edebileceğine oranla daha

fazla fayda elde eder (Sen, 2001: 60).

Klasik faydacı yaklaşımın temel algılayışları korunarak faydacı yaklaşım

sınıflandırılmıştır. Nitekim, Sen (1979), üç ayrı faydacı yaklaşımın varlığına işaret

etmektedir: eylem faydacılığı (act utilitarianism), kural faydacılığı (rule

utilitarianism) ve güdü faydacılığı (motive utilitarianism). Eylem faydacılığı, ahlak

bilimidir. Çeşitli alternatif eylemler arasından birini seçerken, en az, herhangi bir

alternatif eylem kadar yüksek toplam fayda üreten eylem seçilmelidir. Sen, bunun

eylem sonuçculuğu ve sonuç faydacılığı ilkelerinin birleştirilmesi ile türetildiğini

ifade etmektedir. Eylem sonuçculuğuna göre, a eyleminin sonucu olan x durumu, en

4 Sen, toplam faydanın, fayda dağılımındaki eşitsizliklere bakılmadan ençoklaştırıldığına dikkat çekerek, bu üç unsurun birlikte, her seçimin bu seçimlerin yol açtığı faydaların toplamına göre değerlendirilmesi anlamındaki klasik faydacı formülü ürettiğini belirtmektedir Sen’e göre, toplam sıralama fayda eşitsizliğine bütünüyle duyarsızdır (Sen, 1979: 468). Sen’in faydacılığın eşitsizliğe duyarsız olduğuna ilişkin eleştirisine, azalan marjinal fayda yaklaşımı üzerinden bir yanıt için bkz. (Yunker, 1986). Yunker, aynı zamanda bireysel eylemlerin ve sosyo ekonomik politikaların değerlendirilmesinde faydacılığın kullanılabileceğini de ileri sürmektedir.

Page 13: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

9

az diğer alternatif eylemlerden çıkan durumların her biri kadar iyi ise, a doğru bir

eylemdir. Sonuç faydacılığına göre ise herhangi bir eylemin sonucu olarak x

durumunun alternatif y durumundan daha iyi olmasının koşulu, y’den daha fazla

fayda yaratabilmesidir. Sonuç faydacılığı bir eylem, politika ya da olayın istenirliğini

değerlendirme yöntemi olarak kullanılmaktadır. Sonuç faydacılığı farklı faydacılık

türleri için ortak olduğu için, sonuç faydacılığını eleştirmek bütün faydacılığın

eleştirisini beraberinde getirmektedir (Sen, 1979: 468).

Faydacı yazında tartışılan diğer faydacılık türü R. M. Adams (1976)’ın

tanımladığı güdüsel faydacılıktır. Adams’a göre, bir insani güdü ahlaki olarak daha

fazla fayda sağladığı ölçüde, bir başka güdüden daha iyidir. Sen (1979: 468), güdü

faydacılığının da sonuçcu karakterine dikkat çekmekte ve Adams’ın güdüsel

faydacılık tanımını sorunlu bulmaktadır. Adams, ahlaki olarak mükemmel insan

tanımı yapmakta ve bu insanın en yararlı arzulara, en “yararlı” şiddette sahip

olduğunu ifade etmektedir. Ayrıca bu güdüler sonuçta getirdiği yararlara göre, ahlaki

olarak insanların sıralanmasına da olanak tanımaktadır. Ancak Adams, insanları bu

şekilde sıralamanın “ahlaki olarak mükemmel insanı tanımlamayacağını” da teslim

etmektedir.

Sen de “ahlaki mükemmeliyet” kavramı üzerinden insanları sıralamak için

güdüsel faydacılığın kullanımında iki ayrı zorluğun belirdiğini kabul etmektedir. İlki,

yararlı güdülerin seçiminin insanın kontrolü dışında olabileceği gerçeği iken, ikincisi

ahlaki olarak mükemmel olmak için gerekli güdüler kontrol edilebilse dahi ortaya

çıkmaktadır. Birey güdülerini kontrol edebilse de, bunları kendi çıkarı için

kullanamayabilir.

1. John Stuart Mill: Mutluluk Kuramı Olarak Faydacılık

Liberal teorinin önemli isimlerinden olan Mill, mutluluk kuramı olarak

adlandırdığı faydacılığı, bir ahlak teorisi olarak, bireyci yapısı nedeniyle

“ahlaksızlık”la suçlayan muhafazakarlara karşı savunmuştur. Teorisinde bireye

yüklediği önemle liberal yaklaşımın birey egemenliği varsayımına önemli bir

dayanak oluşturan Mill’in fikirleri, faydacılığın ve bu felsefeyi temel alan liberal

Page 14: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

10

öğretinin anlaşılmasına çok yönlü olanaklar sunmaktadır. Bu nedenle daha ayrıntılı

olarak ele alınması uygun görülmüştür.

Klasik faydacı geleneğin en önemli isimlerinden biri olan Mill Faydacılık

(1946) adlı çalışmasında faydacılığın birey kavrayışını ve ahlak anlayışını açıkça

tanımlamaktadır. Fayda veya en büyük mutluluk ilkesini ahlakın temeli olarak kabul

eden Mill, eylemleri vermekte oldukları mutluluk oranında iyi sayarak, faydacılığın

sonuçculuk karakterine vurgu yapmaktadır. Bentham’ı izleyerek faydayı, mutluluğu

temel alıp haz ve acı muhasebesine dayandırarak tanımlayan Mill, hazların

önemlerine göre hem nicelik ve hem de nitelik açısından sıralanabileceğini

savunmaktadır:

...[E]ğer iki hazdan birisi, hiçbir ahlak sorumluluğu duygusuna bağlı olmaksızın

tercih edilirse, bu tercih edilen haz en çok arzuya değer olanıdır. Bu iki hazdan

birisi yetkili kimseler tarafından erişilmesi zor olmakla beraber diğerinden pek

çok üstün tutuluyorsa ve ötekinin herhangi bir derecesi için ondan

vazgeçilemiyorsa, birinci haz, nicelik yönünden diğerinden eksik de olsa, nitelik

bakımından onun çok üstündedir (1946: 17-18).

Mill (1946: 60), bir şeyin istenir, arzuya değer olduğunu ispat için bütün

insanlar tarafından arzu edildiğini söylemekten başka bir kanıtın bulunmadığını öne

sürerken, faydacı felsefenin, refah teorisinin de benimsediği, bireyin öznel

değerlendirmelerine yaptığı vurguyu öne çıkarmaktadır. O’na göre toplumsal refah

bireylerin mutluluğu üzerine temellenmektedir:

Kamu saadetinin ‘istenir’, ‘arzuya değer’ olduğunu gösteren bir sebep ortaya

konamaz. Yalnızca herkesin kendi saadetini arzuladığı söylenebilir. Bu bir

gerçektir. Bu suretle mümkün olan biricik kanıt elimizdedir: Saadet bir

hayırdır, bir iyiliktir, herkesin saadeti de kendisi için bir hayırdır, iyiliktir.

Kamu saadeti de herkes için bir iyilik, bir hayırdır. Böylece saadet, insanın

yaşayış amaçlarından ve bundan dolayı ahlakın ölçütlerinden...birisi olduğunu

kanıtlamıştır (Mill, 1946: 61).

Mill’e göre, insanlar faydacı yaradılışta olup bireyciliğin özü insanın

doğasında bulunmaktadır:

Page 15: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

11

...[İ]nsan tabiatı saadetin bir parçasından veya saadete götüren bir araçtan başka

bir şey arzu etmeyecek şekilde yaratılmışsa yalnız saadetin istenir olduğuna

inanmak için başka bir kanıta ne sahibiz, ne de böyle bir kanıtı arzu ederiz. Eğer

böyle ise saadet insan karakterinin biricik amacı, gayesidir, insanların gidişi

hakkında hüküm verebilmek için üzerine dayanılacak tek prensiptir. Bunun

sonucu olarak da ahlakın ölçütüdür. Çünkü parça bütünün içindedir (Mill, 1946:

67).

Bu sözleriyle Mill, faydacı yaklaşımın bireysel refahların toplamından toplum

refahına ulaşılabileceği fikrini de sergilemektedir. İzleyen bölümde ele alınacağı gibi

Pigou sonrası refah kuramı faydacılığı bir bütün olarak kabul ettiğini reddetse de

toplumu bir bütün olarak kavramak yerine, bireysel refahlara referansla toplumsal

refahı tanımlama tutumunu ısrarla korumuştur.

Mill, faydacılığı savunurken, ahlaka ilişkin genel fikirlerini de

sergilemektedir. Mill’in algılayışında fayda veya mutluluk insan davranışlarının

amacı, onları yöneltme kuralıdır. Dolayısıyla ahlakın da temel ölçütüdür. Ahlakın

görevi, toplumdaki bireylerin ödevlerinin neler olduğunu ve hiç olmazsa onları nasıl

tanıyabileceğimizi göstermektir. Mill (1946: 44)’e göre, mutluluk ahlakın sonu ve

amacıdır. Bu açıdan ahlak birtakım hareket kural ve düsturlarıdır. Bu kurallar ve

düsturlara uyulduğu ölçüde ahlak tüm insanlığa ve “bütün duygulu mahluklara” bir

hayat sağlayabilir (1946: 24).

Mill, toplam mutluluğu artırmayan fedakârlığın faydasız olduğunu

vurgulayarak, faydacı ahlakın sadece bireysel çıkar üzerine oturmadığını iddia

etmektedir.5 Mill, bireyin ve toplumun mutluluğunun en yüksek seviyeye

çıkarılabilmesi için, her bireyin çıkarını mümkün olduğu kadar toplumun genel çıkarı

ile uyumlu hale getirmesi gerektiğini, diğer taraftan da toplumdaki genel terbiye ve

geleneklerin bireyin mutluluğu ile toplumun mutluluğu arasında uyum yaratması ve

toplumun mutluluğu için konulan kurallar ile bireyin mutluluğu arasında bir

çatışmanın çıkmamasını sağlaması gerektiğini ifade etmektedir. Ancak bu şartlar

5 Mill (1946: 33), bu savunusunu güçlendirmek için Nasıra’lı İsa’nın şu sözlerine başvurur: [B]aşkasının size yapmasını istediğiniz şeyi başkasına yapmak, komşunuzu kendiniz gibi sevmek.

Page 16: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

12

yerine getirildiğinde, insanlar genel iyiliğe uymayan kişisel bir mutluluk fikrini

tasavvur bile edememektedirler (1946: 33).

B. Refah İktisadının Temel Kavramları: Refah, Birey ve Piyasa

1. Bir Kavram Olarak Refah

Refah kavramının tanımı konusunda ortak bir kabulün olduğunu söylemek

güçtür. Bu açıdan uyarıda bulunan Little (1965: 3) refahın tanımı ve teorisi

konusunda çok az iktisatçının net olduğuna dikkat çekmiştir. Bu bölümde refah

yazınının önde gelen iktisatçıları başta olmak üzere, genel olarak, iktisat biliminin

refah kavramını ele alış tarzlarına ve tanımlarına yer verilecektir.

Bir genel yaklaşım olarak refah teorileri, formel ve tözel (substantive) teoriler

olarak sınıflandırılabilir (Hausman ve McPherson, 1997). Genel olarak bu alanda

katkı sağlayan iktisatçıların formel tanıma bağlı kaldıkları gözlenmektedir. Formel

refah teorisine göre ise refah tercihlerin karşılanmasıdır. Formel yaklaşım, bireyler

için neyin iyi olduğundan ziyade, iyinin nasıl bulunacağını söylemektedir. Diğer

taraftan tözel yaklaşımsa, insanlar için gerçekten neyin iyi olduğunu ifade

etmektedir. Hedonizm refahın tözel teorisine bir örnektir. Buna göre, refah mutluluk

ya da zevktir. Formel teoriler tözel teorilerle uyumlu olabilir. Örneğin mutluluk

tercihin nihai amacı olduğunda, refahı tercihlerin doyumu olarak da mutluluk olarak

da tanımlayan kavrayışların her ikisi de doğru olabilmektedir.

Hausman ve McPherson‘a göre, iktisatçıların formel teorileri tercih nedeni

bu yaklaşımların daha az “felsefi” içeriğe sahip olmasıdır. İktisatçılar, insanlar için

neyin iyi neyin kötü olduğuna ilişkin tözel iddialarda bulunmak konusunda

isteksizdirler. Bireysel çıkarlarını takip eden bireyler (self-interested), yanlızca

herhangi bir durumun (x’in) kendileri için bir başka durumdan (y’den) daha iyi

olacağını düşündüklerinde x’i y’ye tercih edeceklerdir. Bu tercihi doğru kılan koşul

bireylerin “tam bilgiye” sahip olduğu varsayımıdır. Dolayısıyla, refahı bireyin

tercihlerinin tatmini şeklinde kabul etmek doğru bir yaklaşım olarak görülmektedir.

Hausman ve McPherson gerçekte insanların bireysel çıkar güdüsüyle hareket

etmediğine, bazen diğerkam (alturistic) ve çoğu zaman da pek çok konuda bilgisiz

Page 17: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

13

olduklarına dikkat çekerek, insanların kendileri için kötü olan tercihler

yapabileceklerini vurgulamaktadırlar. Bu gerçeklere rağmen yazarlar, iktisatçıların

neden formel refah tanımına bağlı kaldıklarını sormakta ve aşağıdaki yanıtı

vermektedirler:

Standart akılcı görüş ve pozitif iktisadın standart idealizasyonları kabul edilirse,

bu kabulleri, kişi için iyi olan şeyin onun tercih ettiği şey, olduğu önermesi

takip eder. İktisatçılar gerçekte refahın tercihlerin karşılanması olarak

tanımlanamayacağını bilmelerine rağmen, teori ve gerçeklik arasında ayrıntıda

farklılık bulunduğunu söyleyerek durumlarını açıklamaya çalışırlar. İnsan

refahının gerçekten ne olduğuna bakmaksızın, tercihler doyurulduğu ölçüde en

iyi refah ölçüsüdür (Hausman ve McPherson, 1996: 72-75)6.

Tüm refah tanımlarında ortak nokta, birey egemenliğidir. Birey, kendi refahı

(tercihleri, seçimleri ve faydası) hakkında karar vermeye yetkili yegane öznedir.

Dolayısıyla, refahın, tercih tatmini ya da kişinin mallardan elde ettiği doyum olarak

tanımlanması bireyin karar verici konumunu değiştirmemektedir. Bu açıdan Little’ın

yorumu uyarıcıdır: Bireylerin istediklerine sahip olmaları ve ne istediğini en iyi

bilen olmaları güzel bir şeydir.7

Refah iktisadının kurucusu kabul edilen Pigou (1951, 1962) ilgisini ekonomik

refah kavramıyla sınırlayarak, parayla ölçülen ilişkiler olarak tanımladığı ekonomik

refahı öne çıkarmıştır. Pigou, ekonomik refahın genel olarak refahın sadece bir

parçası olduğunu ve ekonomik refah değişmezken genel refahın değişebileceğini

ifade etmektedir. Pigou’ya göre, refah ya kişinin ruh halinin iyiliği (mutluluk) ya da

kişinin doyumu olarak ele alınmalıdır. Refahı doyum olarak ele almayı tercih eden

Pigou, kişinin refahının doyumlardan oluştuğunu, doyumun da basitçe mutluluk ya

da zevk değil, istekler veri olduğunda, bu isteklerin gerçekleşme derecesine bağlı

olduğunu ifade etmektedir. Pigou, ayrıca, kişinin gelirini ya da sahip olduklarını

maddi refah olarak tanımlayarak; maddi refahın, refah için ancak araç olabileceğini,

refahın kendisini oluşturamayacağını öne sürmektedir (Pigou, 1951: 288; Pigou,

1962: 12).

6 Fayda, refah, tercih, seçim, akılcılık kavramları üzerine yazında yapılan metodolojik tartışmalar için bkz. (Hausman ve McPherson, 1996).

Page 18: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

14

Pigou’nun yaklaşımından da anlaşılacağı gibi refah kavramı bireyin

önceliklerinin karşılanmasıyla ilişkilendirilmektedir. Neoklasik iktisat geleneği ve

refah iktisadında bireyin tutarlı önceliklere ve bu anlamda akılcı davranışlara sahip

olduğu varsayılarak, bireyin önceliklerinin geçişliliği (transitivity) kabul

edilmektedir. Bu yaklaşıma göre kişi için belli bir öncelik ne kadar güçlüyse, söz

konusu öncelik tatmin edildiği zaman kişinin refah artışı o kadar fazla olmaktadır.

Bir kişi için belli bir malın ne ölçüde öncelikli olduğu ise kişinin bu önceliğin tatmini

için yapmak istediği marjinal ödemeyle ölçülmektedir. Buna göre, bir malın önceliği,

kişinin veri doyum ya da zevki kaybetmemek için ödemeye razı olduğu para

miktarıdır.8

Bireysel refah ile toplumsal refah tanımları arasındaki ayrımın önemini

vurgulayan Mishan (1969b: 25-26) ise “bireyin refahının arttığını nasıl bilebiliriz?”

sorusuna basitçe “kişi refahının arttığına inandığında kişinin refahı artar” yanıtını

vermektedir. Bireysel refahtan toplum refahına geçebilmek için değer yargıları

yapılmasının zorunlu olduğunu vurgulayan Mishan’a göre, örtük ya da açık olarak

yapılan bu değer yargılarının ilki Pareto anlamında bir iyileşmeye karşılık

gelmektedir. Buna göre herkes mevcut olandan daha iyi bir duruma gelebiliyorsa

sosyal refah artmaktadır. Bu açıdan ikinci değer yargısı refahın dağılımına vurgu

yapmakta ve toplumsal refah bireyler arasında eşit olarak dağıldıkça sosyal refahın

arttığı öne sürülmektedir. Bu ikinci yaklaşım birden fazla Pareto optimum durumun

varlığına işaret ederek, daha eşitlikçi dağılıma sahip durumun tercih edilmesi

gerektiğini ifade etmektedir. Mishan’a göre, formel refah teorisinin kapsamına giren

ilk değer yargısının temelinde “metodolojik bireycilik” yatmaktadır. Toplumu

oluşturan her bir birey daha iyi duruma geldiğinde toplumun da daha iyi duruma

geleceğini iddia eden metodolojik bireyci yaklaşımının reddi ise toplumun bütüncül9

yorumunu gerekmektedir. Refah analizinin sadece birey düzeyinde sürdürülmesi,

Mishan’a göre, herkesin daha iyi olduğu durumun ifadesi, direk olarak toplumun da

7 Little’dan akt. (Albert ve Hahnel, age: Bölüm 1: 2) 8 Pigou, Marshall’ın iktisadı, bu ölçüm tarzına sahip olduğu için diğer sosyal bilimlerden üstün gördüğünü aktarmaktadır (Pigou, 1951: 289). 9 Bütüncül yaklaşım, toplum ya da diğer kolektif yapıları temel analiz birimi kabul ederek, refah iktisadının da benimsediği metodolojik bireycilikten ayrılmaktadır. Bütüncül yöntemde bütünleştirme yani bireylerden topluma geçme sorunu yoktur. Dolayısıyla bu yaklaşım “toplumun tek tek bireylerin toplamından daha fazla bir bütün” olarak kabul eder (Çeçen, 2003: 234).

Page 19: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

15

daha iyi olacağı şeklinde bir yoruma yol açmaktadır Mishan, refahın eşitlikçi

dağılımını öne çıkaran ikinci önerme içinse, Pareto iyileşmenin, ılımlı bir değer

önermesi olarak görülebileceğini ancak, refahın dağılımı ile bağlantı kurulduğunda

pek çok sorun çıktığını hatırlatmaktadır.

2. Birey Tanımlaması: Metedolojik Bireycilik

Neoklasik refah teorisinde “yalıtılmış, atomistik birey zevki, faydayı veya bir

nesnenin tercih edilebilirliğini tayin etmeye muktedir yegane yargıç” (Hunt,1980:

239) olarak kabul edilirken, mübadele aracılığıyla ihtiyaçlarını gerçekleştiren bireye

dış (toplum ya da devlet tarafından) müdahalenin (toplum içindeki diğer bireylerle

iletişim dahil) onun özgürlüğünü kısıtlamak10 anlamına geldiği de öne sürülmektedir

(Dobb, 1969; Hayek, 1999; Holton, 1992). Holton, birey egemenliği varsayımının,

bireyin toplumu önceleyen (pre-social) bir varlık olarak tanımlanmasından

kaynaklandığını ifade etmektedir. Holton’a göre, birey egemenliğini yerine getirme

kapasitesi insanın doğasından gelmektedir. Dolayısıyla, toplum içinde yaşayan

bireyden ziyade tek başına yaşayan bireyin davranışına ilişkin varsayımlar

yapılmaktadır (Holton, 1992: 54-55).

Neoklasik iktisadın yöntemsel bireyciliğinin başlangıç noktası, bütün sosyal

etkileşimlerin bireyler arasındaki etkileşimlerden kaynaklandığı fikrine

dayanmaktadır. Piyasa bir iktisatçıya insanlar arası etkileşimin gerçekleştiği bir

sosyal kurum olarak görünmekte ve bireyler onun analizi ve tanımında vazgeçilmez

bir bölüm olarak düşünülmektedir.

Toplumdaki ya da ekonomideki birey kimyadaki atom gibidir: Her şey nihai

olarak bireyler cinsinden açıklanabilmektedir (Arrow, 1994: 3).

10 Başta devlet olmak üzere (rekabetin varlığı varsayımı altında) birey davranışlarını etkileyecek müdahalelere tepki gösteren ve yaşadığı dönemde planlamacılığın yaygınlığına tepki olarak bireyin özgürce isteklerini karşılayabileceği en etkin alan olarak piyasa kurumunu, fiyat ve rekabet mekanizmasını işaret eden Hayek ise bireyciliği şu şekilde ifade etmektedir: “Muayyen sınırlar dahilinde, ferdi başkalarının kıymet ölçeklerine uymaya mecbur etmektense kendi kıymet ölçülerine göre hareket etmekte serbest bırakmalı, bu saha dahilinde ferdin kendi gayeleri hükümran olmalı ve başkalarının diktatörlüğünden masun kalmalıdır. Ferdi kendi kararlarının nihai hakimi olarak kabul etmek, ferdin hareketlerine imkan nispetinde kendi şahsi kanaatlarının hakim olması lazım geldiğine inanmak: işte ferdiyetçiliğin ruhu budur.” (Hayek, 1999: 83).

Page 20: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

16

Dolayısıyla, teorinin temel aktörü olan bireyin nasıl tanımlandığı önem

kazanmaktadır. Analiz gereği birey, bireysel çıkarını ençoklaştırma güdüsü ile

hareket etmektedir. Adam Smith’in işbölümünün ortaya çıktığı bir toplumda insanın,

ihtiyaçlarını karşılayabilmesi için karşısındakinin bencilliğine seslenmesi gerektiğine

ilişkin fikri, neoklasik iktisadın bireyin bireysel çıkarını takip ettiği, diğerkam

davranışa sahip olmadığına ilişkin varsayımının temelini oluşturur. Adam Smith,

Ulusların Zenginliği kitabındaki şu ünlü sözleriyle neoklasik refah iktisadının

bireyini11 de tanımlayan temel özelliği betimlemektedir:

Yemeğimizi kasabın, biracının ya da fırıncının yardımseverliğinden dolayı

değil, onların kendi çıkarlarını gözetmeleri nedeniyle elde ederiz. Onların

insancıllıklarına değil, bencilliklerine sesleniriz ve hiçbir zaman kendi

ihtiyaçlarımızdan değil, onların kazançlarından söz ederiz (Smith, 2001: 26).12

Holton sadece neoklasik refah teorisyenlerinin değil genel olarak ekonomik

liberalizmi tercih eden iktisatçıların bireysel çıkar varsayımını tercih etmelerinin

nedeninin Smith’i takip ederek bunu insanın doğası olarak algılamalarından

kaynaklandığını dile getirmektedir. Bu tercihte ısrarın tarihdışı (ahistorical) ve

basitleştirici olduğunu vurgulayan Holton, bireysel çıkarın ençoklaştırılması

düşüncesiyle ilişkilendirildiğini hatırlatmaktadır.

Neoklasik refah iktisadının bireyinin diğer bir özelliği akılcılığıdır13. Birey

çoğu aza tercih etme anlamında akılcıdır.14 “Kişinin doyum miktarı kısmen

11 Refah iktisadında bireysel çıkar güdüsüyle hareket eden birey varsayımı her dönem tartışma konusu olmuş, bireyin diğerkam davranışlarının da dikkate alınması gerektiği ifade edilmiştir. Son dönemde bunu vurgulayan iktisatçılar arasında A. K. Sen ve A. Etzioni sayılabilir. Etzioni, insan davranışlarının tek boyutlu değil çok boyutlu olduğunu ifade etmektedir. bkz.(Holton, 1992: 78). Ancak, olumlu ya da olumsuz dışsallıklar geleneksel refah teorisinde analiz dışı bırakılmaktadır. 12 Polanyi (2000: 86), Smith’in işbölümünü, piyasanın büyüklüğüne ve insanların takas eğilimine bağlı olarak görmesinin ekonomik insanı yarattığını belirterek, işbölümünün toplum kadar eski bir olgu iken, Smith’ten yüzyıl sonra bu eğilimin başat hale geldiğini, dolayısıyla insanların takas eğilimi içerisinde oldukları iddiasının doğru olmadığını ifade etmektedir. 13 M. Weber’e referansla akılcılık, araç-amaç akılcılığı ve değer akılcılığı olarak sınıflandırılmaktadır. Amaç-araç akılcılığına göre istenen sonuçlara etkin yöntemlerle ulaşılmaktadır. Değer temelli akılcı eylem ise başarı şansına, etkinliğine, maliyetine bakılmaksızın değerince yönlendirilmekte, eylemin temel özellikleri önem kazanmaktadır. Weber’e göre, bütün insanlar hem araçsal hem de değer-temelli akılcılık eğilimine (capacity) sahiptir ve araçsal akılcılığın herhangi bir üstünlüğü yoktur. Weber’in yaklaşımı ve daha ayrıntılı tartışmalar için bkz. (Çeçen, 2003; Hausmann ve McPherson, 1997; Redmond, 2000). 14 Refah iktisadının temel normatif ilkesi üç farklı şekilde ifade edilebilir: (i) Etik olarak daha çok zevk daha az olandan daha iyidir (Benthamcı versiyon). (ii) Daha çok fayda etik olarak daha az

Page 21: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

17

arzularının durumuna ve kısmen onun ulaşabileceği mal miktarına bağlıdır.

Arzularının durumu sabitse15, bütün olağan durumlarda sahip olduğu mal ne kadar

çoksa faydası o kadar çok olacaktır” (Pigou, 1951: 293). Akılcılığın tanımında

etkinliğin rolü büyüktür. Birey her eyleminde fayda-maliyet dengesini gözeterek

akılcı davranmış olur. “Ucuza alıp pahalıya satmak rasyoneldir çünkü bu gelir ve

kârları ençoklaştırır” (Holton, 1992: 57)16. Tersini yapmak ise akılcı değildir.

Kendi istek ve tercihlerini dış müdahalelerden bağımsız belirleyebilen,

bireysel çıkar saiki ve kâr ya da fayda ençoklaştırılması güdüsüyle hareket eden

akılcı bireyin adı ekonomik insan (homo oeconomicus)’dır:

Ekonomik insan, ekonomik çıkarlar tarafından hükmedilen ve rasyonel olarak

hesaplanan bireysel çıkarı takip eden insandır. Ekonomik insanın istekleri ve

temel kişisel yapısı “veri” unsurlar olarak alınır. Bu unsurlar topluma girmeden

önce de vardır. Bu toplumdan önce gelme vurgusu bireysel isteklere sosyal

etkileşimden bağımsız olarak varıldığı varsayımında kendini gösterir ve bu

istekler bireylerce özgür şekilde yapılan seçimleri gösterir. Buna göre, tek

gerçek sınır, bireyler topluma girdiğinde oluşur (Holton, 1992: 70-71).

Toplumu önceleyen insanın sadece tüketen bir canlı olarak algılanması doğal

olarak insan davranışını da tüketici davranışına indirgemeye neden olmaktadır.

Faydacı temeldeki bütün insan davranışı, malların mübadelesi ya da kullanımı

sonucunda elde edilecek faydanın ençoklaştırılmasına yönelik çabalara

indirgenmektedir (Hunt, 1980). Birey egemenliği açısından, gerçekliğe hükmetme,

uygun olmayan seçimlere sapmadan sakınmayı sağlayan piyasaların hakimiyetini

ima etmektedir. Böylece, ekonomik seçimler tüketicinin doğru çıkarlarını ve

tercihlerini yansıtmaktadır (Redmund, 2000: 178). Rasyonel seçim yaklaşımı,

neoklasik mikro ekonomi teorisinin temeli olan metodolojik bireycilikte vücut

bulmaktadır. Bu yaklaşıma göre bireysel eylemin amacı faydayı ençoklaştırmaktır.

olandan daha iyidir (Geç 19.yy neoklasik versiyon). (iii) Bir kişinin tercih sıralamasındaki tercih edilmiş bir konum etik olarak daha az tercih edilen konumdan daha iyidir (çağdaş neoklasik versiyon). (Hunt, 1980: 239). 15 Pigou, diğer neoklasik refah iktisatçıları gibi birkaç cümle sonra analiz boyunca zevkleri sabit kabul ettiğini açıklayacaktır. 16 Akılcılık üzerine yapılan çalışmaların kısa bir özeti için bkz (Holton 1992: 56-58).

Page 22: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

18

Ulaşılan fayda, kararlılık (stability) ve geçişlilik özelliklerine sahip tercih

fonksiyonlarınca belirlenmektedir.

3. Piyasa ve Refah İlişkisi

Piyasa ekonomisi, “malların düzenli olarak üretildiği, dağıtıldığı ve para ve

mallar üzerindeki mülkiyet haklarının aktörler arasında transfer edildiği sözleşmeye

dayalı değiş tokuş biçimlerine tabi olan toplumsal ve kurumsal düzenlemelerdir”

(O’Neil, 2001: 16). Tanımda vurgulanması gereken unsurlardan biri mülkiyet hakları

unsurudur. Özel mülkiyet hakları tüm liberal ekonomik teorilerde olduğu gibi refah

iktisadında da önemli bir kurumdur. Özel mülkiyet hakları, bir taraftan refah

iktisadının seçimlerini özgürce, hiçbir dış etki altında kalmaksızın verebilen bireyini

çıkarını takibe yönelten motive edici yapı iken, diğer taraftan ekonomik etkinlik için

temel araçtır. Özel mülkiyet hakları, egemen bireylerin isteklerini karşılamak

amacıyla ekonomik kaynaklar üzerinde hakim olmalarını sağlayan temel araçlar

olarak görülmektedir. Özel hakların önemi diğer insanlara eylemlerinden dolayı

hesap vermeksizin insanın kendi amaçlarını takip etmesi, kendi bireysel çıkarını öne

sürme olanağını sağlamasındadır. Özel haklar sistemi altında bireyler kendilerine ait

olanla hoşlandıkları şeyleri yapma hakkına sahip olmaktadır. Genel (ortak) haklar

altında ise, toplum bireylerin kişisel amaçlarından önce gelen bir hakka sahip

olmaktadır. Özel mülkiyet hakları insanları bireysel çıkarlarına uygun amaçlarını

takip etmek yönünde kişisel çıkar ödülü ile motive etmektedir. Bu tür bir motivasyon

özel mülkiyet haklarının bulunduğu yerlerde kaynakların optimal kullanımı ve

etkinliğini sağlamaktadır. Toplumsal hakların kişisel olarak ödülü olmadığı için

kişisel çabayı cesaretlendirmediği iddia edilmektedir (Holton, 1992: 60).

Piyasa ekonomisi için merkezi argümanlardan biri, piyasanın insanın refahını

sağlayacak en iyi kurumsal düzenleme olduğu yönünde iken diğeri de özerklik ve

özgürlüğün en iyi piyasalar tarafından gerçekleştirildiğidir. Piyasa fiyat

mekanizması17 aracılığıyla akılcı kararı kolaylaştırdığı için de akılcı ekonomik insan

17 Hayek (1999: 68), fiyat mekanizmasının önemini şu şekilde açıklar: “..muhtelif emtianın arz ve talebi üzerinde mütemadiyen tesir yapmakta bulunan değişikliklerin bütün teferruatını tamamiyle bilecek; bu bilgileri kafi derecede süratle toplayıp yapabilecek bir ‘merkez’ mevcut olamayacağına göre, ferdi faaliyetlerin tesirlerini otomatik olarak kaydeden ve verdiği malumat ferdi kararların hem muhassalası, hem de rehberi olan bir cihaza ihtiyaç vardır...İşte rekabet rejiminde fiyat sisteminin

Page 23: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

19

için de en uygun kurumdur. Ayrıca, piyasalar insan doğasına uyumlu oldukları için

işleyen kurumlardır (O’Neil, 2001: 18-20).

Piyasa, Smith’ten beri iktisadi düşüncede etkin olan “kendiliğinden –doğal-

düzen” fikrinin temel taşıdır. Piyasa “insanın insan üzerindeki hakimiyet ilişkilerinin

kalktığı, ekonomi dışı zor kullanımına gerek kalmaksızın işleyen bir ekonomik

sistem” (Buğra, 2001: 88-89) için temel kurum olmaktadır. Refah iktisadında da

piyasa mekanizması ile refah arasında dolaysız bir ilişki kurulmaktadır. Refahın,

bireyin ihtiyaçlarının karşılanması ile ortaya çıkan doyum, mutluluk, iyilik olarak

tanımlanması durumunda, insan ihtiyaçlarını en iyi karşılayan kurum olarak

piyasanın varlığı refahı sağlamanın önkoşullarından biri olarak ortaya çıkmaktadır.

Kamu malları ve dışsallıklar durumunda piyasanın Pareto optimal anlamda dengeye

gelemeyerek, refahı ençoklaştıramayacağı durumlarda yani piyasanın etkinliğini

kaybettiği durumlarda kendi kendine işleyen piyasaya, piyasa koşullarını sağlamak

için müdahale edilebilmektedir. Ancak bunun dışında, piyasa bireysel davranışların

planlanmamış sonuçları ile fiyat mekanizması sayesinde kendiliğinden Pareto

anlamda dengeye gelmekte ve bireyler amaçlarına ulaşmakta, faydalarını (kârlarını)

dolayısıyla refahlarını ençoklaştırmış olmaktadırlar. Piyasalar “ideal piyasalara

yeterince benzer oldukları noktada insanın iyi yaşamını ‘etkin şekilde’

karşılayacaklardır” (O’Neill, 2001: 95).

Hayek ise piyasa refah bağlantısı konusunda nettir. O’na göre piyasa, her

bireyin kendi amaçlarının peşinden koşabilmesi için bireylerin faaliyetlerini

eşgüdümlemelerini mümkün kılmaktadır. Piyasa, hangi amaçların takip edileceği

konusunda insanlar arası bir uzlaşmanın sağlanması zorunluluğunu gereksiz hale

getirmektedir. İnsanlar bireysel çıkarlarını takip etmekte ve başarıya ulaşmaktadırlar.

Bundan dolayı piyasa, toplumdaki bireylerin “genel refah” koşulu olmaktadır

(Butler, 2001: 59).

yaptığı budur...bu fiyat sistemi, ancak rekabetin hakim olması şartıyla, yani her müstahsil fiyat tahavvüllerine intibak etmek zorunda bulunduğu ve fiyatlara hakim olamadığı takdirde, bu fonksiyonu ifa edebilir. İktisadi hayat kül halinde mudilleştiği nispette, fertler arasındaki bu ‘bilgi bölümü’ zaruri bir hal alır; fertlerin münferit gayretleri, malumat nakleden gayri şahsi bir mekanizma sayesinde ahenkleşir: Bu mekanizmaya ‘fiyat sistemi’ adını veriyoruz.”

Page 24: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

20

C. Refah İktisadının Tarihsel Oluşumu: A.C. Pigou ve L. Robbins

Refah iktisadının miladı, Pigou’nun 1920 yılında ilk baskısı yapılan The

Economics of Welfare adlı öncü çalışması ile başlatılmaktadır. Pigou’nun

çalışmasının ardından mikro ekonomi teorisinin araçları ile gelişimini sürdüren refah

iktisadında iki ana çizgi oluşmuştur. İlki, disiplinin kurucusu Pigou’nun yaklaşımının

üzerine inşa edilirken, ikinci çizgi Pareto’yu temel almıştır. Ancak, bu iki çizginin

analitik yapısının aynı olduğu kabul edilmektedir (Nath, 1969: 5). Refah iktisadı,

iktisat biliminin yöntemsel tartışmalarının en yoğun yaşandığı alt disiplinidir.

Disiplinin Pigou’dan koparak Paretocu yaklaşımı benimsemesinin nedenlerinden

biri, değer yargılarından uzaklaşarak “bilimsel” olana yaklaşma kaygısıdır. Bu açıdan

Tibor Scitovsky (1951: 303), refah iktisadında değer yargıları ve bilimsellik arasında

kurulan ikilemin, Pigou sonrası Paretocu yaklaşımın bölüşüm problemini dışlayarak,

etkinlik problemi etrafında argümanlar geliştirmesine neden olduğunu öne

sürmektedir.

Scitovsky’ye göre iktisatçı, politikacının yetenekli işçisi olarak, sadece

politikacılara belirledikleri amaçlara nasıl ulaşacağını söylemektedir. Refah iktisadı

ise iktisatçıya –ve politikacıya- politikaları formüle etme ve değerlendirme

konusunda yardım edecek standartlar sunmaktadır. Dolayısıyla iktisatçı bir politikayı

savunduğunda refah önermesi yapıyor demektir (Scitovsky, 1951: 303). Nath (1969:

2) ise refah iktisadının iktisat politikayla ilgilenmesi nedeniyle değer yargılarından

uzak kalmasının mümkün olmadığını vurgulamaktadır.

Refah iktisadı yazınında değer yargıları ve bilimsellik ikilemi etrafında

yaşanan tartışmalar ve disiplinin Paretocu kimliğe bürünmesi, Pigou’nun faydacı

yaklaşımı ve bireyler arası fayda karşılaştırmaları yapılabileceğine ilişkin

değerlendirmelerine Robbins (1938)’in itirazının ardından gerçekleşmiştir.

Robbins’in itirazıyla birlikte iktisadın bir bilim olabilmek için kendini ahlaki değer

yargılarından uzak tutması gerektiği düşünülmüştür. Robbins’le birlikte faydanın

Page 25: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

21

sıral doğası ve kişiler arası fayda karşılaştırmalarının imkansızlığı18 genel kabul

gören aksiyomlar haline gelmiştir (Nath, 1975: 14-16; Scitovsky, 1951: 303-304).

Albert ve Hahnel (age: Bölüm1: 13), Robbins ilkesinin refah iktisadının

gelişimindeki önemini şu şekilde ifade etmektedir: Neoklasik refah iktisadının

bireyin kutsallığını korumaya dönük ana siperi, bazen ahlaki olarak nötr kalma

anlamında da kullanılan Robbins ilkesidir. Bu ilke, iktisatçıları bireyin tercihlerini

ekonomik sistemlerin ve politikaların değerlendirilmesinde temel veri olarak kabul

etmeye ve bu tercihlerin değeri ve kökenlerini sorgulanamaz ve incelenemez

bırakmaya yönlendirir.

Paretocu refah iktisadı, ordinal (sıral) fayda teorisine geçişle19 birlikte,

faydayı/refahı tercihlerin karşılanması olarak tanımlamaya yönelse de, faydacılığın -

kişinin faydasını artıran eylem ve şeylerin iyi olduğuna ilişkin - temel yargısını ve

onun sonuçcu (consequentialism) karakterini korumuştur. Ancak bu yöntemsel

değişiklik refah iktisadının hedonistik yapısında değişiklik yaratmamış ve sayal

olarak ölçülebilen fayda veya ordinal olarak ölçülebilen tercihler aynı psikolojik ve

ahlaki temellere sahip olmuştur (Hunt, 1980: 239).

Yeni refah iktisadı, faydacı geleneği sürdüren Pigou’yu faydanın ölçülemez

ve toplanamaz olduğunu öne sürerek terk etmekte (Little, 1951) ve Edgeworth’ün

başlattığı ordinal fayda teorisi ve kayıtsızlık eğrileri benimsemiş olan Pareto’nun

analizini temel almaktadır. Faydaların sadece sıralanabileceği, ölçülemeyeceği ve

karşılaştırılamayacağı kabul edildiğinde, maksimum toplumsal refah gelir

bölüşümünden bağımsız olarak genel denge analizinde tanımlanabilmektedir

(Kazgan, 2000: 138).

18 Bireyler arası fayda karşılaştırmalarına ilişkin ayrıntılı bilgi için bkz.(Elster ve Roemer, 1991). Faydacılığa ilişkin daha geniş bilgi ve sayal fayda sıral fayda tartışmaları için bkz. (Foot, 1985; Yunker, 1986). 19 O. Lange ve I, Fisher, normatif bir bilim olarak refah iktisadının amaçlarına yönelik olarak, sayal faydanın gerekli olduğunu düşünmektedirler. Özellikle bireyler arası karşılaştırma yapabilmek için sayal faydaya ihtiyaç olduğu ifade edilmektedir. Ancak, Samuelson bireyler arası karşılaştırma yapabilmek için, açıkça ortaya konulmuş refah yargılarının varlığının yeterli olacağını ileri sürmektedir bkz. (Samuelson, 1958: 173). Ayrıca bkz. (Harsanyi, 1955).

Page 26: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

22

1. Arthur Cecil Pigou

Pigou, faydacı geleneği sürdürerek refah iktisadının temellerini atmıştır.

Pigou kitabında ahlaki faydacılığı kabul etmez görünmesine rağmen toplum refahını,

tüketilen mal ve hizmetlerden elde edilen doyumların toplanması ile ulaşılan

bireylerin refahının toplamı olarak gören Bentamcı doktrini kullanmaktadır (Little,

1951: 79). Little, Pigou’nun nihai konumunun pratik olarak ahlaki faydacılardan

farklı olmadığı kanısına varmaktadır. Faydacılar, bu konuma iyiliğin analizini

varsayarak gelirken, Pigou iyi olanı bildiğini varsayarak ulaşmıştır.

Pigou (1962: 89), iktisadi politikanın amacını toplumsal gelirin reel değerini

ençoklaştırmak olarak koyarak, önerdiği reçeteleri de buna göre formüle etmektedir

(Hicks, 1939: 697)20. Bir ekonominin toplumun refahını ençoklaştıracak şekilde

düzenlenmesi gerektiğine inanan Pigou, ayrıca farklı insanların benzer karakterlere

sahip olduğunu varsaymıştır. Ekonomik refahın, insanların sahip olduğu gelire değil,

tükettikleri gelir miktarına bağlı olduğunu kabul eden Pigou, göreli olarak zengin

olandan fakir olana gelir transferinin, daha yoğun istekleri daha az yoğun istekler

pahasına karşıladığı için toplam doyumu artıracağını iddia etmektedir. Pigou, Azalan

Marjinal Fayda Kanunu’nun “yoksulların elindeki reel gelirin mutlak payını artıran

herhangi bir neden, ulusal gelirin büyüklüğünde herhangi bir daralma yaratmadığı

sürece, genelde ekonomik refahı artıracaktır” önermesine yol açtığını hatırlatarak,

teorisinin faydacı yapısını gözler önüne sermektedir.

Pigou, ulusal gelirin bölüşümünün yoksul lehine değişmesiyle, toplumun

genel üretici güçleri veri iken, fakirlerin zenginler aleyhine gelirlerini (ya da

tüketimlerini) artırmalarını, zenginlerin ise istedikleri mal ya da hizmetlerden daha

azını elde etmelerini kastetmektedir. İlk bakışta bunun ancak zenginden fakire

yapılacak bir satın alma gücü transferi ile gerçekleştirilebileceği düşünülse de her iki

grubun satın alma gücünde değişiklik olmaksızın da ulusal gelir yoksullar lehine

değiştirilebilmektedir. Pigou (1962: 88-89)’ya göre, yoksulların tükettiği malların

20 Radomysler (1969: 90), Pigou’nun reçete formüle etmediğini, refahın nasıl artırılabileceğini dolayısıyla refahın nedenlerini araştırdığını düşünmektedir. O’na göre Pigou, Kaldor ve Hicks gibi kendisinden sonra katkı sunanların aksine “ne olmalı” sorusuna yanıt vermemekte, dolayısıyla normatif değil pozitif bir analiz yapmaktadır. Bu anlamda nesneldir.

Page 27: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

23

teknolojisinde bir gelişme olurken, zenginlerin tükettiği mallarda olmaz ise bu satın

alma gücü transferinden çok daha eşitlikçi bölüşüm sonuçları üretebilmektedir.

Ekonomik refahın, ulusal gelirin büyüklüğü ve bunun toplum üyeleri arasında

bölüşümünden etkilendiğini belirten Pigou, Paretocu refah iktisadının bölüşüm

sorununu bir tarafa bırakan ya da kaynakların veri başlangıç dağılımına göre üretim

ve tüketimde optimumu sergileyen yapısına ters düşmektedir (Pigou, 1962:128,

Sönmez, 1987:56).

Ancak, Nath (1969) Pigou yaklaşımının analitik yapısının Paretocu

yaklaşımla örtüştüğünü düşünmektedir. Pigou’nun tanımladığı “ideal çıktı” (ideal

output) kavramı, bir tür Pareto optimum olarak algılanabilmektedir. Pigou faydanın

ölçülebilirliğine ve karşılaştırılabilirliğine ek olarak, sosyal politikanın amacının

refahı büyütmek olduğunu varsaymaktadır. Kaynak dağılımının etkin olduğu ve

gelirin doğru bölüşüldüğü noktada tek bir sosyal optimum tanımlamaya

çalışmaktadır. Ancak, Pigou’nun ideal dağılım ya da ideal çıktı kavramı genel Pareto

optimumu kavramına benzemektedir.

Pigou’ya göre herhangi bir kaynağın fiziksel ürününün parasal değeri, bütün

kullanım alanlarında aynı ise kaynak dağılımında ideal olana ulaşılmaktadır.

Analizinde parasal gelirin dağılımıyla ilgilenmeyen Pigou’nun ideal dağılım

kuralından Pareto optimumu için marjinal koşullar çıkarılabilmektedir. Pareto ve

Pigou yaklaşımlarının arasındaki en önemli farksa21 Pigou’nun dışsallıklara yaptığı

vurguda görülmektedir (Nath, 1969: 35-37).

Paretocu refah iktisadı, sıral fayda yaklaşımı ile birlikte, Pareto’yu22 temel

alarak faydanın ölçülemezliği ve bireyler arası fayda karşılaştırmalarının

imkansızlığını savunmuştur. Refah iktisadı, toplumun toplam ekonomik refahını

21 Pigou ile anılan eski refah iktisadı ile Pareto’yu takip eden Yeni Refah İktisadı’nın arasındaki en önemli fark, ilkinin bireyler arası karşılaştırmaların yapılabilirliğine ilişkin yaptığı varsayımda yatmaktadır. Samuelson, Paretocu yaklaşımın Pigoucu yaklaşımı içerebileceğini ancak tersinin söz konusu olamayacağını ifade etmiştir (Samuelson, 1958: 249) 22 Pareto’ya göre iki teori sınıfı vardır. Politik iktisadın takip ettiği ilk teori, bir bireyin farklı durumlara ilişkin duygularını karşılaştırmak ve bu durumlardan hangilerini seçeceğini belirlemekle ilgilenmektedir. İkinci teori sınıfı ise farklı bireyler arasında duygu karşılaştırmaları yapmaktadır. Bu inceleme tarzı sosyal bilimlerin en eksik yönlerinden biridir (Pareto, 1971: 105-106).

Page 28: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

24

belirleyen koşullarla ilgilenmektedir. Geleneksel teoride, toplumun toplam refahı

toplumu oluşturan bireylerin refahının (faydasının) toplamı olarak kabul

edilmektedir. Toplam refahın ençoklaştırılması problemi farklı bireylerin fayda kayıp

ve kazançlarının karşılıklı ağırlıklandırılmasını içermekte, bireyler arası fayda

karşılaştırmalarına işaret etmektedir (Lange, 1969: 26). Geleneksel yaklaşımı

paylaşan Pigou’ya göre de farklı bireyler arasında fayda karşılaştırmaları yapılabilir.

Seçim testinin bireyler arası karşılaştırmalarda birey içi karşılaştırmalarda

kullanıldığı gibi kullanılamayacağını kabul eden Pigou, benzerlik, gözlem, ilişki

temelinde bireyler arası karşılaştırmaların yapılabileceğini ifade etmektedir (Pigou,

1962: 850). Kaldı ki Pigou’nun The Economics of Welfare kitabı bireylerarası fayda

karşılaştırmalarına ilişkin 1930’larda yapılan tartışmalara bir yanıt niteliğindedir.

(Mishan, 1960: 203).

Pigou’nun Azalan Marjinal Fayda İlkesi’ne dayanarak, zenginden fakire

yapılacak bir gelir transferinin toplam refahı artış yönünde etkileyeceğine ilişkin

fikirleri şu önermelere dayanmaktadır (Nath, 1975: 13-14): i) Bir bireyin gelirinden,

boş zamanından ve servetinden elde ettiği fayda sayal olarak ölçülebilir; ii) Farklı

bireylerin faydalarının ölçülmesinde kullanılan birimler aynıdır; iii) Bütün bireyler

benzer zevklere sahiptir ve parasal gelir eğrisinin marjinal faydası her birey için

aynıdır – tabii ki farklı parasal gelire sahip bireyler eğrinin farklı noktalarında

bulunmaktadır; iv) Toplumsal fayda ya da tüm toplumun faydası, bireysel faydaların

toplamıdır; v) Toplumsal faydanın artırılması arzu edilir.

2. L. Robbins’in İtirazı: Refah İktisadında Yaşanan Dönüşüm

Robbins, İktisadın Doğası ve Anlamı Üzerine Bir Deneme adlı 1932’de

yayınlanan çalışmasında Pigou’nun farklı bireylerin benzer zevklere sahip olduğu

varsayımına karşı çıkmaktadır. Robbins, bu varsayımın farklı bireylere sağlanacak ek

gelirin verdiği yarar ya da tatminin kıyaslanabileceği sonucunu doğurduğunu

düşünmekte ve bu tür kıyaslamaların bilimsel değil, ahlaki veya normatif olduklarını

ileri sürmektedir. Robbins’in Pigou ile çeliştiği temel nokta bireyler arası fayda

karşılaştırmalarının yapılıp yapılamayacağı konusunda düğümlenmektedir.

Page 29: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

25

Robbins’den sonra refah iktisadı bireyler arası fayda karşılaştırmalarından vazgeçmiş

ve bu onun içerik açısından fakirleşmesine, alanının daralmasına yol açmıştır.23

Robbins sonrası refah iktisadında iki süreç gelişmiştir, bunlardan ilki

“...iktisat politikalarının değerlendirilmesinde tartışmasız bir yeterli ölçüt önermek

biçimini almıştır. İkincisi ise ‘etkinlik’, ‘optimallik’, ‘ideal üretim’ veya ‘optimal

genel denge noktası’ gibi eski terimlerin tozunu alıp, hafif cilalayarak, bunları değer

yargısından ‘az çok’ bağımsız önermeler şeklinde açıklamak olarak kendini

göstermiştir. Her iki süreç de ....ekonomik ve sosyal problemlerin incelenmesinde...”

zararlı etkilerde bulunmuştur (Nath, 1975: 18).

Paretocu refah iktisadı değer yargılarından kaçınmaya çalışmasına rağmen,

kaynak dağılımına ilişkin “optimum”, “iyi” gibi önermelerde bulunduğu için

tartışmalı değer yargıları üzerine oturmaktadır. Bireyi, “zevki, faydayı veya bir

nesnenin tercih edilebilirliğini tayin etmeye muktedir yegane yargıç” olarak ele alan

ve “birey kendi refahının en iyi hakemidir” şeklinde de ifade edilen ilk değer yargısı,

hareket noktası olarak bireyi alan metodolojik bireycilikten kaynaklanmaktadır.

Fakat refah iktisadı aslında toplum refahıyla ilgilendiği için, ek ahlaki yargılara

ihtiyaç duyulmaktadır. Pareto ilkesi, sosyal refaha bireysel yaklaşımla

biçimlenmektedir. Bu tür bir ele alış kendini bireysel fayda fonksiyonları üzerinden

tanımlanan sosyal refah fonksiyonunda göstermektedir. Dolayısıyla ikinci değer

yargısına göre, toplum refahı devlet ya da toplumdan ziyade kendini oluşturan

bireylerin refahına bağlıdır. Bu ifadenin matematiksel karşılığı Bergson’ın sosyal

refah fonksiyonlarıdır. Paretocu yaklaşımın üçüncü değer yargısı, bireysel refahı

etkileyen iktisadi olmayan nedenlerin göz ardı edilmesidir. Geleneksel Paretocu

refah iktisadında dışsallıkların olmadığı varsayılır. Bireysel refah sadece bireyin

refahına, servetine, boş zamanına, diğer bir deyişle piyasada alınıp satılan mal ve

hizmetlere bağlıdır. Son değer yargısı ise en azından tek bir kişinin refahı (ya da

gerçek geliri) artıyor, başka kimsenin geliri azalmıyorsa toplum refahı artacaktır,

şeklindeki Pareto iyileşme tanımıdır.24

23 bkz. (İnsel, 2000: 13; Lange, 1969: 26; Nath, 1975: 14). 24 Bu konuda ayrıntılı bilgi için, bkz., (Hunt,1980: 239; Nath, 1975: 18; Nath, 1969: 8-9; Mishan, 1960: 199; Peacock ve Rowley, 1972: 478; Sönmez, 1987: 54)

Page 30: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

26

Nath (1975: 19-20), Paretocu refah iktisatçılarının bu yargıların büyük ölçüde

kabul edilebilir ve dolayısıyla tartışmasız olduğunu iddia ettiklerine dikkat

çekmektedir. Bu temeller üzerinde (ve dışsallıkların önemsizliği, bireysel refahın

sadece “ekonomik” değişkenlere bağlı olduğu varsayımlarıyla) politika

değerlendirmeleri için belli “optimalite” teoremleri ve yeterlilik ölçütleri formüle

edilmiştir. Ancak, şartlar ve yeterlilik ölçütleri ile dolu optimalite teoremleri her

zaman tutarlı önermeler vermemektedir. Nath, bu sürecin yazın içinde şu türden

itirazlara neden olduğunu vurgulamaktadır:

Birincisi, söz konusu ahlaki yargıların her birinin her toplumda mevcut olan

alternatif değer yargılarından gerçekten daha kabul edilebilir olup olmadığı

belirlenemez. İkincisi, a priori25 refah iktisadının ‘daha çok ya da az nesnel normatif

önermelerinin genellikle olgulara uygulanabileceği varsayılır. Ancak aynı ahlaki

yargıların farklı toplumlarda “eşit ölçüde kabul edilebilir” olup olmadığı şüphelidir.

Üçüncüsü, iktisadın normatif bölümü olarak görülen refah iktisadının alanının bu

şekilde büyük ölçüde kabul edilebilir ahlaki yargıları takip ederek daraltılması var

olan iktisadi koşullar ve kurumların lehine bir eğilim oluşmasına neden olmuştur.

O’na göre, değer yargıları konusunda Paretocu pozisyon Pigou’nun pozisyonuna

göre bir ilerleme sağlamamıştır.

Robbins’in eleştirileriyle birlikte, iktisatçılar bilimsel olma kaygısıyla, refah

iktisadından uzaklaşmışlardır. Refah iktisadına olan ilginin artmasıysa 1929

bunalımına mevcut iktisat teorisinin yanıt verememesi ve Keynes’in Genel

Teorisi’nin etkisi ile yaşanmıştır (Scitovsky, 1951: 305). Bu ilginin sonucunda yazın

içerisinde iki okul ortaya çıkmıştır. Okullardan birincisi Kaldor, Hicks ve

Hotelling’le anılan yeni refah iktisadı iken, ikincisi Bergson ve Samuelson’un Sosyal

Refah Fonksiyonu yaklaşımıdır.

Yeni refah iktisadı ismine rağmen çok az yenilik içermektedir (Scitovsky

1951: 307). Pareto’nun farklı insanların doyumlarının birbirlerinden bağımsızlığı ve

dışsallıkların yokluğunu kabul eden basitleştirici varsayımlarına dayanan yeni refah

iktisadı, bu varsayımlar aracılığıyla optimum refah koşullarını etkinlik ve eşitlik

Page 31: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

27

başlıkları altında birbirinden tecrit edebilmiş ve ayrı ayrı ele alabilmiştir. Pareto’ya

ait olduğu bilinen bu araç tam olarak Oscar Lange tarafından geliştirilmiş ve açık

olarak ifade edilmiştir.

Lange (1969), iktisat politikaları ve bu politikaları uygulayan kurumlardaki

bütün değişmelerin gerçekten hem iktisadi sistemin etkinliğini hem de refahın

dağılımını etkileyeceği için, büyük iktisadi değişmelerin hem etkinlik hem eşitlik

standartları ile yargılanması gerektiğini düşünmektedir. Yeni refah iktisadı ise

iktisatçının sadece etkinlik temelinde politika önerileri yapması gerektiğine

inanmaktadır.

Kaldor ve Hicks tarafından geliştirilen hipotetik “tazmin ölçütü” yaklaşımı da

refah iktisadının etkinlik sorununa eğilmesi gerektiğini vurgulamaktadır. Kaldor

iktisadi politikayı etkileyen her kararın iki parçadan oluştuğunu düşünür: ekonomik

karar ve politik karar. Ekonomik karar, değişimin yapılıp yapılamayacağına yönelik

verilir. Politik kararsa uygulamaya konulan herhangi bir politika sonucunda

toplumun bazı kesimleri kayıplar yaşaması durumunda, bu kayıpların tazmin edilip

edilemeyeceğine karar verir. Kaldor, iktisatçıların ekonomik karar üzerinde

durmaları ve önerilerini sadece etkinlik düşüncesi üzerinden yapmaları gerektiğini

savunmaktadır. Çünkü iktisatçı, sorunun bölüşümle ilgili alanlarında politikacılara

bağımlıdır. Yani Kaldor, politik temsilcilerin dağılım problemi konusunda tam olarak

bilinçli olduklarını ve eşit gelir dağılımını sürdürme sorumluluğunu tam olarak

üzerlerine aldıklarını düşünmektedir. Bu özelliklere sahip politikacıların yaşadığı bir

toplumda iktisatçı sadece etkinlik önermeleri yapabilir. Çünkü iktisatçı, önerdiği

politikaların sonucu olarak gelir dağılımında toplumun onaylamayacağı bir değişim

yaşandığında, bu durumun telafi sistemi aracılığıyla düzeltileceğine güvenebilir.

Yani iktisatçı politikacılar bölüşüm problemiyle ilgilenme konusunda istekli olduğu

zaman bu problemi alanı dışında tutma hakkına sahiptir (Kaldor, 1939: 550,

Scitovsky, 1951: 309).

Bergson ve Samuelson tarafından geliştirilen sosyal refah fonksiyonları da

25 Nath, a priori refah iktisadı derken, Yeni Refah İktisadı olarak bilinen, Paretocu refah iktisadını kastetmektedir. bkz. (Nath, 1969)

Page 32: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

28

bölüşüm sorununu refah iktisadının dışında bırakma ve onu etkinlik sorunuyla

sınırlama isteğine yardımcı olmuştur. Tanımlanan fonksiyon bireysel fayda

fonksiyonlarından yola çıkılarak tanımlanmaktadır. Fonksiyonun ençoklaştırılması

toplumsal refahın ençoklaştırılmasını getirmektedir. Scitovsky, (1951: 311-314)

sosyal refah fonksiyonlarının “refahın arzu edilir dağılımı nedir?” sorusunu gereksiz

hale getirdiğine yani refah iktisadının sanki temel problemini çözmüş gibi

göründüğüne dikkat çekmektedir. Sosyal refah fonksiyonunu ençoklaştıran koşulları

bulmanın tüm sorunları çözeceği düşüncesinin onu oluşturma problemiyle ortadan

kalktığını dile getiren Scitovsky, sorunun sosyal refah fonksiyonunun şeklini

belirleme ve onun bireysel refaha tam bağlılığından kaynaklandığını belirtmektedir.

Scitovsky, ilk bakışta bu fonksiyon aracılığıyla iktisatçının değer yargısından

kurtulduğunun ancak, fonksiyonun alacağı şekli belirlemenin, (bireylere eşit ağırlık

verilip verilmeyeceği sorusu dolayısıyla) hala bir değer yargısı içerdiğinin altını

çizmektedir.

Paretocu yaklaşımın teorik refah iktisadındaki hakimiyeti çok güçlüdür.

Sovyetler ve Doğu Bloku’ndaki sosyalist planlama deneyimleri, toplumun refahını

sağlamak için hangi ekonomik sistemin daha etkin olduğu sorusunun ortaya

atılmasına neden olmuştur. Bu soruya yanıt bulmak amacıyla da Paretocu refah

iktisadının analiz araçları kullanılmıştır. Paretocu yaklaşımın etkinlik temelli

analizleri, planlamayı savunan, piyasanın kendiliğindenliğinin kontrol edilmesi

gerektiğini düşünen iktisatçılarca da kullanılmıştır. A. P. Lerner’in The Economics of

Control (1944) adlı çalışması bu anlamda önemlidir.

Lerner, adı geçen çalışmasında refahı ençoklaştırmayı sağlayan en önemli

aracın, marjinal maliyetlerle fiyatların eşitlik koşulu olduğunu vurgulamaktadır.

Üretimde optimumun bu şartının kontrol edilen, kolektivist bir ekonomide kolayca

yerine getirilebileceğini düşünen Lerner, tam rekabeti de hem özel mülkiyet hem de

kamu mülkiyeti temelli bir ekonomi için sağlanması gerekli önemli bir koşul olarak

görmektedir (Radomysler, 1969: 81-83).

K. Arrow (1950) ise, ikiden çok alternatif arasında seçim yapmak durumunda

kalındığında, bireysel tercihleri doğru temsil edebilen ve aynı zamanda tutarlı bir

sosyal sıralama verecek şekilde sosyal refah fonksiyonunun oluşturulamayacağını

Page 33: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

29

iddia etmiştir. Arrow, bireysel tercihlerden toplumsal tercihlere geçilemeyeceğini

ortaya koyarak, Paretocu değer yargılarıyla (özellikle birey egemenliğine yapılan

vurguyla) uyumlu sosyal refah fonksiyonlarının, politik iradenin belirlediği

toplumsal amaca uygun olarak tanımlandığında işlevsel olabileceğini göstermiştir

(Nath, 1969).

D. Birinci Bölümün Genel Değerlendirmesi

Faydacı felsefenin temel ilkesi ve birey kavramlaştırması, sadece klasik refah

iktisadını değil, izleyen bölümde inceleyeceğimiz yeni refah iktisadını ve bir bütün

olarak neoklasik iktisat geleneğini etkilemiştir. Bu açıdan faydacılığın refah iktisadı

üzerindeki etkisini Pigoucu klasik refah teorisi ile sınırlamak hata olacaktır.

Faydacı felsefenin birey tanımını betimleyen kişisel çıkar güdüsü ve çıkar

uyumuna göre kendiliğinden işleyen düzen fikri, Smith tarafından doğal yasa

felsefesi unsurlarıyla temellendirilmiş bir sistem içine oturtulmuştur. Faydacı

felsefenin tanımladığı insan da “doğası gereği” zevklerini ençoklaştırmaya, acılarını

minimize etmeye çalışan bir varlıktır. Doğal olana yapılan bu vurgu faydacılığın

temelindeki çağrışımcı psikolojiden kaynaklanmaktadır (Buğra, 2001:136-139).

Kökenleri eski Yunan düşüncesi ile, Hobbes, Locke ve Hume gibi İngiliz klasik

geleneğine dayanan çağrışımcı felsefe 18. yüzyılda Hartkey tarafından

sistemleştirilmiştir. Çağrışımcı felsefe 19. yüzyılda Bentham, Mill tarafından

geliştirilerek, kullanılmıştır. Bu yaklaşıma göre, insan bilgisi, duyularla algılanan

deneyimlere dayanmaktadır. İnsanın karşılaştığı her yeni durum, eski deneyimleri ve

eski deneyimlerden kaynaklanan fikirleri çağrıştırır, bu çağrışımlar yardımıyla

değerlendirilir. Dolayısıyla, insanların belli durumlarda nasıl davranacakları da bu

çağrışımlar kanalıyla belirlenir. Yani alışkanlık, gelenek, ahlaki kurallar gibi öğeler,

insan davranışlarının açıklayıcı unsurları olmaktan çıkmaktadır. Bu tür bir ele alış

faydacılığın ve neoklasik refah iktisadının toplumdan önce gelen, “yalıtılmış” birey

varsayımını desteklemektedir.

Buğra (2001), faydacı felsefenin, iktisadın temelindeki değer yargılarının

bilimsel bir görünüm altında sunulabilmesine imkan tanıdığı için son derece çekici

olduğunu vurgulamaktadır. Faydacılara göre, davranışların yol açtığı tepkiler, ahlaklı

Page 34: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

30

davranışların zevk, ahlaksız davranışların ise acı vermesi sonucunu doğurmaktadır.

Zevk ve acı deneyimlerinin insanları ahlaklı davranmaya ittiğine inanılmaktadır.

Böylece ahlak, toplumsal alanın dışına taşınmış, bireysel duyu deneyimlerine

indirgenmiştir. Buğra, ekonomik davranışlara faydacı felsefeden yola çıkarak

yaklaşan iktisatçıların da toplumsal ahlak kurallarından bağımsız bir ekonomi

alanından söz edebildiklerini ve bunun gerektirdiği yöntemsel bireyciliği

uygulayabilecek duruma geldiklerini vurgulamaktadır. İktisat bir seçim kuramı

haline gelirken, faydacı felsefeyle bağlarını inkar etmiş ancak insan davranışlarını

açıklayan toplumsal unsurları aynı ölçüde dışlayan başka bir yapı kurmuştur. Buğra

tespitlerini şöyle sürdürmektedir:

Siyasal iktisat insanı, psikolojik özelliklerinden ötürü daha çok zenginliği daha

azına tercih eden bir varlık olarak tanımlıyordu. Faydacı kuram çerçevesinde,

toplum düzeyinde buna tekabül eden görüş, toplumsal amacın “daha çok sayıda

insana daha çok mutluluk sağlamak” olarak belirlendiğiydi. Herkesin sahip

olduğu zenginliğin, mutluluk araçlarının artmasıyla hem bireysel hem de

toplumsal düzeyde insan amaçlarının gerçekleşeceği söylenebilir. Ama böyle

bir yaklaşım, zenginlik artışını insani ve toplumsal tek amaç olarak ele almak

durumundadır. Örneğin eşitliğin toplumsal bir amaç olarak ortaya çıktığı her

durumda, faydacı önermeyle faydacı ilke arasındaki uyum kaybolur (Buğra,

2001:142).

Pigou, kendini ekonomik refahla sınırlamış ve faydacı felsefenin sayal fayda

geleneğini sürdürerek faydaların ölçülebilir ve karşılaştırılabilir olduğunu kabul

etmiştir. Pigou ulusal gelirin ençoklaştırılmasını amaç edinmiş ancak bunun yanında

bireylerin eşit zevklere sahip olduğu varsayımına dayanarak, eşitlikçi bir gelir

dağılımına da vurgu yapmıştır. Pigou, ekonomik refahla kendini sınırlayarak, ilerde

yakından inceleneceği gibi Pareto’nun ekonomik alanın bilgisini diğer alanların

bilgisinden yalıtarak inceleme yöntemini de benimsemiştir. Bu anlamda neoklasik

geleneği takip etmiştir.

Page 35: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

31

İkinci Bölüm: YENİ REFAH İKTİSADI

Paretocu refah teorisi, Pareto optimumu olarak nitelendirilen sosyal refahın

ençok olduğu noktaya ulaşmayı sağlayan fiyat sistemini oluşturan koşulların ne

olduğunu ve adem-i merkeziyetçi kararlara dayalı fiyat mekanizmasının söz konusu

optimumu gerçekleştirebilmesi için hangi ek varsayımlara ihtiyaç olduğunu ortaya

koymaktadır. Bir başka deyişle bu teori, bazı koşullar altında rekabetçi piyasa

dengesinin Pareto optimum olduğuna işaret etmektedir. Yani dengeye ulaşıldığında

herhangi bir bireyin refahındaki artışın en az bir diğerinin refahı azalmaksızın

olanaksızdır (Sönmez, 1987: 52). Pareto, açıkça bir durumun ne zaman diğerinden

daha iyi olabileceğini söylememiştir. Pareto sadece bir bireyin durumunu

“kötüleştirmeden” diğerininkini “iyileştirme”nin imkansız olduğu noktada, yerine

getirilmesi zorunlu olan gerekli koşulları sıralamıştır (Little, 1957: 84).

Yeni Refah İktisadı’nın kavramsal çerçevesi, genel anlamda, herhangi bir

kimsenin faydasının başka bir kimsenin faydası azaltılmaksızın artırılmasının

imkansız olduğu bir durum olarak tanımlanan Pareto Optimum ve en azından bir

kişinin faydasını artıran ve kimsenin faydasında azalma meydana getirmeyen bir

değişme olarak tanımlanan Pareto İyileşme (refah artırıcı değişme) kavramları

üzerine temellenmektedir.26 Pareto’yu takip ederek, toplum refahını ençoklaştıran

iktisadi optimuma nasıl ve hangi şartlar altında ulaşılacağını konu edinen refah

iktisadı, Kaldor ve Hicks tarafından geliştirilen telafi testleri, Bergson ve

Samuelson’un sosyal refah fonksiyonları yaklaşımları ve sosyal seçim teorisi ile

Paretocu refah iktisadının konu alanını genişletmiştir.

Yeni refah iktisadı, rekabetçi piyasaların etkin kaynak dağıtım koşullarını

ortaya koyan Pareto’yu temel alarak, piyasa etkinliği ile refah arasında doğrudan

bağlantı kurmaktadır. Bu nedenle, tanımlanan iktisadi optimumlar toplumun refahını

ençoklaştıran kaynak dağılımları olarak görülmekte ve toplum açısından sorun çok

26Pareto, toplumun üyelerinin faydasını ençoklaştıran (maximum ophelimity) konumu şöyle tanımlamaktadır: Bu konumdan en küçük bir ayrılma belli bireylerin faydasını (ophelimity) artırırken, belli bireylerin faydasını da azaltmak zorundadır ( Pareto, 1971: 261). Pareto optimum ve Pareto iyileşme kavramları için bkz. (Bengül, 1963: 46; Bulutay, 1979: 96-97; Little, 1965: 84; Ng, 1979: 30; Price, 1977: 7; Sönmez, 1987: 52).

Page 36: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

32

sayıdaki optimum nokta arasından birini seçmek olarak ortaya konulmaktadır.

Neoklasik Paretocu refah iktisadı, rekabetçi piyasaların sağladığı çok sayıdaki Pareto

optimum nokta arasından yapılacak seçim konusunda temel bir ölçüt sunmamakta,

seçim sorununa “sosyal seçim teorisi” çerçevesinde yanıt aramaktadır. Refah iktisadı

bireysel tercihler üzerine temellenirken, sosyal seçim teorisi, sosyal tercihler

üzerinde kurgulanmakta ve piyasa mekanizmasının seçim ölçütüne alternatif olarak

politik süreçleri işaret etmektedir. Bu açıdan değerlendirildiğinde refah iktisadının

piyasa mekanizmasıyla sosyal seçim teorisinin ise oylama mekanizmasıyla

ilgilendiğini söylemek mümkündür (Feldman, 1980: 1-8).

Bu bölümde, piyasa mekanizmasının bireysel ve toplumsal refahı

sağlamadaki rolü refah teorisi çerçevesinde incelenmeye çalışılmaktadır. Mikro

temelli yeni refah iktisadı, rekabetçi piyasanın refah sonuçları üretmesi için gerekli

koşulları teorik olarak ortaya koymuştur. Bu nedenle, sosyal seçim teorisi, bireysel

refahlardan sosyal refaha ulaşmak için ortaya atılan sosyal refah fonksiyonu

yaklaşımına Kenneth Arrow’un getirdiği eleştiriler ve bu eleştirilere yazında verilen

yanıtlarla sınırlı olarak ele alınmış, politik süreçlerin dahil edildiği analizler

çalışmanın kapsamı dışında tutulmuştur.

Yeni refah iktisadının temel teoremlerinin incelendiği bu bölümde, öncelikle

teoremlerin merkezinde yer alan Pareto’nun yöntemi ve yaklaşımı yakından ele

alınacak ve tam rekabetçi bir piyasada Pareto optimumunun gerçekleşmesi için

gerekli koşullar ortaya konulacaktır. Son bölümde ise piyasa merkezli refah

tanımlamasına eleştirel yaklaşan iktisatçılardan Amartya Kumar Sen’in refah

iktisadına yaptığı katkılar ortaya konulmaya çalışılacaktır.

A. Refah İktisadının Temel Teorileri

1. Temel Refah Teoremleri

Paretocu refah teorisi, özel girişimci piyasa ekonomilerinin refah

karakteristiklerine ilişkin aşağıdaki üç önermeyi sunmaktadır (Hahnel ve Albert, age:

Bölüm 6: 4): i) Her rekabetçi, özel girişimci piyasa ekonomisinde en az bir genel

denge vardır; ii) Her rekabetçi, özel girişimci piyasa ekonomisinde kurulan genel

Page 37: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

33

denge Pareto optimaldir; iii) Herhangi bir Pareto optimal sonuca, uygun başlangıç

donanımı sağlandığında, tam rekabetçi özel girişimci piyasa ekonomisi dengesinin

varlığı ile ulaşılabilir.

Sen (1993) piyasa mekanizmasının modern iktisattaki kurumsal

değerlendirmesinin büyük ölçüde “refah iktisadının temel teoremi”ne dayandığına

işaret etmektedir. Teorem, yukarıdaki önermelerden de anlaşılacağı gibi sadece tam

rekabetçi piyasaları analiz etmekte, dengesizlik durumunu dışarıda bırakarak,

dengeye ulaşıldığında beklenebilecek sonuçlara yoğunlaşmaktadır.

Refah iktisadının temel teoremi iki bölümden oluşmaktadır. Sen’in

“doğrudan teorem” adını verdiği ilk teoreme göre (Refah İktisadı’nın Birinci Temel

Teoremi), belli tanımlanmış koşullar altında (dışsallıkların, yani piyasa dışı

karşılıklı bağımlılıkların yokluğu altında) her rekabetçi piyasa dengesi ‘Pareto

etkin’ (ya da Pareto optimal)’dir. Yani, rekabetçi piyasa mekanizması kaynakları

optimal dağıtmakta, maksimum doyuma yol açmaktadır.

Etkin kaynak dağıtımı fiyat mekanizması aracılığıyla sağlanmaktadır. Fiyat

mekanizması, ekonomiyi toplumsal olarak optimum noktaya taşımak için, kendi

özel çıkarını ençoklaştırma güdüsüyle hareket eden bireylere ihtiyaç duymaktadır.

Rekabetin görünmez eli, bu özel çıkarları toplum refahına dönüştürmektedir.

Bireyler fiyatları görmekte ve davranışlarını özel kâr ya da refahlarını

ençoklaştırma amacına uygun olarak piyasada oluşan fiyatlara göre

belirlemektedirler. Yüksek fiyatlar insanları gereksiz kaynak kullanımından

uzaklaştırırken, düşük fiyatlar bireyleri etkin üretim ve tüketime yönlendirmektedir.

Fiyatların verdiği işaretlere göre, ihtiyaç ya da istekler ekonomik yöntemlerle

karşılanmaktadır. Sistem otomatik olarak çalışmaktadır. Arz talebi aşıyorsa fiyat

düşmekte, tersi durumda ise yükselmektedir. Rekabet bireyleri dolayısıyla piyasayı

doğru yönlendirmekte, kaynaklar (üretilen mallar) etkin dağıtılmakta ve fiyat

mekanizması dışında herhangi bir güce gerek kalmamaktadır (Feldman, 1980: 47).

Marshall ve Wicksell, dengenin çok sayıda olması nedeniyle tam rekabetin

maksimum doyuma yol açacağını ifade eden temel teoreme itiraz etmektedirler.

Samuelson (1958: 206) ise bu iki ismin itirazına, her istikrarlı dengenin maksimum

Page 38: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

34

maksimorum olmasa bile, komşu olduğu diğer denge noktalarına göre maksimum

olabileceğine dikkat çekerek yanıt vermektedir. Marshall ve Wicksell, zenginliğin

var olan dağılımı veri iken, rekabet altında kişisel gelir dağılımında büyük

eşitsizliklerin ortaya çıkabileceğine dikkat çekmektedirler. Öyle ki bireyler

birbirlerinden çok farklı olmasalar da, gelirin marjinal faydası her birey için eşit

olmayacaktır. Bu koşullarda yazarlar, tam rekabet durumunda zenginden fakire

yapılacak gelir transferi şeklindeki bir müdahalenin yararlı olduğuna

inanmaktadırlar. Marshall ve Wicksell tam rekabet altında yapılan mübadelenin

optimal olması için, gelir dağılımının da optimal olması gerektiğini

düşünmektedirler.

Wicksell, gelir dağılımı adil olmadığında tam rekabetin optimal sonucu

doğuramayacağını göstermiştir. Bu aynı zamanda gelirin adil dağıtıldığı zaman tam

rekabetçi piyasanın etkin kaynak tahsisini yaparak optimal noktaya ulaşabileceği

anlamına gelmektedir. Ayrıca Wicksell, gelirin eşit dağılmaması durumunda eksik

rekabet koşullarının yaratılmasının bölüşümü adil hale getirebileceğini ileri

sürmüştür. Fakat, tam rekabet üretimi ençoklaştırmak için gerekli koşul olduğu için,

eksik rekabet durumu iyileştirmenin yine de en iyi yolu değildir (Samuelson, 1958:

206-207).

Marshall ve Wicksell’in itirazı ikinci refah teoremine gönderme yapmaktadır.

Sen (1993) Refah İktisadı’nın ikinci temel teoremini27 “ters torem” olarak

adlandırmaktadır. Dışsallıkların ve ölçek ekonomilerinin yokluğu varsayımları

altında her Pareto etkin sonuç bazı fiyat setlerinde ve kaynakların başlangıç

dağılımına göre rekabetçi denge üretmektedir. Yani, tanımladığımız her Pareto etkin

durum, kaynakların başlangıç dağılımı uygun seçilerek, bu durumu üreten rekabetçi

bir dengeye sahip olabilir. Sen, bu ikinci önermenin, piyasa mekanizmasının lehine

bir argüman olarak kullanıldığını ve yeni refah iktisadının merkezi önermesi

olduğunu belirtmektedir. “Ters teorem”, toplumsal optimal için Pareto etkinliğin

27 İkinci Temel Teorem, genelde şu şekilde ifade edilmektedir: politik irade, zenginlik ya da gelirleri peşin olarak götürü usülle (lump-sum) yeniden dağıttığı takdirde; değerler, tercihler ve teknoloji ile ilgili varsayımlar altında, her etkin kaynak dağılımı rekabetçi piyasa dengesi üretecektir. Götürü usülle yapılan transferler serbest piyasanın teşviklerini yani nisbi fiyat yapısını etkilememesi nedeniyle önerilmektedir. Ayrıca bu transferlerin nisbi fiyat yapısını bozmaması için maliyetsiz olması zorunludur (Dasgupta, 2000: 113-114; Snower, 1993).

Page 39: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

35

gerekliliğine vurgu yapmaktadır. Sonuçcu refah kuramı veriyken kaynak tahsisinde

gerçekleşen bir değişme herkesi daha yüksek fayda düzeyine taşıyorsa, bu

değişmenin yapılması gerekliliğini öne sürmek kolaylaşmaktadır. Sen’e göre sonuçcu

refah kuramı ve kaynakların gereksinilen başlangıç dağılımı veri iken, sosyal

optimum nasıl tanımlanırsa tanımlansın (Pareto etkin noktalardan biri olarak),

rekabetçi piyasa dengesi aracılığıyla toplumsal optimuma ulaşılabilmekte ve piyasa

mekanizmasına müdahaleye gerek kalmamaktadır (Sen, 1993: 521; Sen, 2000: 101).

İkinci teorem yeni refah iktisadının gelir dağılımını veri alarak bölüşüm sorununu

inceleme gereğini ortadan kaldırdığını göstermektedir. Nath Paretocu refah iktisadını

şu sözlerle değerlendirmektedir: Refah iktisadı, özellikle günümüzdeki Paretocu

kimliğiyle, gerçekçi olmayan bir genel denge yaklaşımının ve piyasa düzenine aşırı

itibar eden bir tutumun son sığınağı haline gelmiştir (Nath, 1975: 65).

2. Vilfredo Pareto: Fayda ya da Ophelimity

Leon Walras ve Vilfredo Pareto’nun ismiyle anılan Lozan Okulu, piyasa

mekanizmasının hangi koşullar altında bireysel ve toplumsal refahı artıracağını statik

genel denge analizi ile ortaya koymuştur. Pareto, Walras’ın oluşturduğu genel denge

sistemini yeniden ele almıştır. Bu anlamda onun takipçisi olarak kabul edilmektedir

(Sönmez, 1987: 49-50)28. Bu genel kabule karşın, Marchionatti ve Gambino (1997),

Schumpeter’in Pareto’nun çalışmasının köklerinin Walras’ın sisteminde

bulunduğuna ilişkin görüşünün Pareto’nun yanlış okunmasına neden olduğunu öne

sürmektedirler. Yazarlara göre, 1892-1900 yılları arasında Pareto aslında yöntemsel

olarak Walras’dan bütünüyle farklı bir ekonomi bilimi oluşturmuştur29. Bunun

28 Walras genel denge teorisinin amacını genel dengenin olduğunu göstermek ve dengenin optimalite özelliklerini sergilemek olarak koymuştur. Genel dengeye nasıl ulaşılacağı, yani, dengenin istikrarı ve tekliğinin nasıl sağlanacağı üzerinde duran Walras, talep, teknoloji ve kaynaklar değişirken dengenin nasıl değişeceğini araştırmıştır. Birbirinden bağımsız çok sayıdaki denklem ve değişkenin eşit olması gerektiğine dikkat çekmiştir. Sigorta edilen risk istisnası dışında belirlilik koşullarında Walras’ın rekabetçi denge için ileri sürdüğü optimalite denge fiyat sistemi altında bireysel fayda ençoklaştırılmasından öteye gitmemektedir. Ancak Pareto, malların ve hizmetlerin rekabetçi denge altında dağılımının sosyal tanımını vermiştir. Pareto bazı tüketicilerin durumunu kötüleştirmeden başkalarının durumunun düzeltilemeyeceği durumu optimal olarak tanımlamıştır. Bu tanım örtük olsa da Walras’da da bulunmaktadır. Pareto’nun Walras’ın örtük tanımını geliştirdiği düşünülmektedir. Walras’ın genel denge analizi ve O’nun ardından genel denge analizinde yaşanan gelişmeler için bkz. (McKenzie, 1989). Walras’ın yaklaşımı için ayrıca bkz. (Bulutay, 1979; Sönmez, 1987: 50-51) 29 Pareto ve Walras’ın arasındaki yöntemsel farklar için ayrıca bkz. (Clerc, 1942). Clerc, Walras’ın gerçeklerin incelenmesi sonucu oluşturulan yasaları gerçeklere öncelikli görürken, Pareto’nun gerçekleri yasalara öncelikli gördüğü tespitinde bulunmaktadır. Bu açıdan değerlendirildiğinde Pareto

Page 40: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

36

yanında Pareto Walras’dan olguların karşılıklı bağımlılığını fark etmesi ve

gerçekliğin tamamının saf bilimle açıklanamayacağını anlaması ile ayrılmaktadır.

Pareto bu algılayışı nedeniyle iktisadı sosyolojiyle birleştirmiştir (Clerc, 1942: 588).

Pareto’nun yöntemsel katkılarının politik ekonominin bir bilim olabilmesi için

şartları tanımlama girişimi olduğunu belirten Marchionatti ve Gambino, Pareto’nun

ekonomik teorilerin teorik öncüllerini incelediğini ve tam öngörü (perfect foresight)

ve akılcılık varsayımlarını sorguladığını ifade etmektedirler.

Pareto, Walras’ın hukuki ilkelerden metafizik sonuçlar çıkarılabileceğine

inandığını düşünmekte ve kendisini bu noktada Walras’dan ayırarak, deneysel

yöntemin (experimental method) üstünlüğünü öne çıkarmaktadır. Pareto’ya göre

“gerçeklere dayanmayan ispatların değeri yoktur” (Marchionatti ve Gambino, 1997:

1322).

Pareto genelde iktisat teorisinin özelde de refah iktisadının temelini oluşturan

Pareto optimumu kavramını Manual of Political Economy30 adlı çalışmasında ortaya

koymuştur. Pareto, Smith ve Mill31’in çalışma yöntemini kabul etmemektedir.

Pareto, Manual’de çalışmasının reçeteler içermediğini, doğrudan pratik yararlar elde

etme, reçete sunma, insanlığın ya da onun bir parçasının yararını ya da mutluluğunu

araştırma gibi çabalara girmeksizin olguların yasalarını (unity-law) bulmaya

nominalist, Walras ise bir realisttir. Walras, mükemmel ve mutlak olanı aramakta, matematiğin iktisadın mükemmeliyetini sağladığına inanmaktadır. Buna karşılık Pareto sadece matematiği değil tarih, mantık, tümdengelimci ve tümevarımcı yöntemleri de kullanmıştır (Clerc, 1942: 584-594). 30 Pareto’nun bu eseri bundan sonra Manual olarak geçecektir. 31 Pareto, politik iktisat ve sosyolojinin üç amacı olduğunu belirtir: Birinci tür çalışma, özel bireyler ve kamu otoritelerinin ekonomik ve sosyal faaliyetlerinde yararlı olabilecek reçeteler içerir. İkinci çalışmada amaç yararlılıktır. Bilim insanı insanlığın mutluluğunu artırmak için olguları araştırır. Üçüncüde ise yazar sadece olguların sunduğu aynılıkları (uniformity) yani yasaları araştırır, doğrudan pratik yarar düşünmeksizin, mutluluk, yarar ya da insanlığın refahını (well-being) ya da onun bir parçasını araştırmaksızın bunu yapar. Amaç tamamen bilimseldir; kişi bilmek ve anlamak ister, daha fazlasını değil. (Pareto, 1971: 2) Pareto üçüncü yöntemi benimsemiştir. Adam Smith’in, “Devlet adamı ve yasa koyucuların bilimlerinin bir branşı olarak düşünülen politik ekonomi iki birbirinden farklı amaç öne sürer: İlki insanlar için bol bir gelir ya da geçim ya da daha uygun söylemek gerekirse insanları bu bol gelir ya da geçimi elde etmeye uygun hale getirmek; ikinci olarak devlet ya da ulusa (commonwealth) kamu hizmetleri için yeterli gelir arz etmektir.” sözlerini alıntılayan Pareto, Smith’in sözlerinden birinci tarza uyan bir yaklaşım çıktığını ancak genelde, üçüncü yöntemi benimsediğini kaydeder. “İktisatçılar misyonlarının zenginliğin doğasını ve üretim ve dağıtımın yasalarını araştırmak ya da öğretmek olduğunu düşünürler” diyerek iktisadın amacına ilişkin görüşlerini sergileyen Mill’i ise eleştirir. Çünkü Mill, politik iktisadın temel amacını yasalar bulmak olduğunu ifade etse de Pareto’ya göre Mill genelde ikinci yöntemi uygulamakta ve fakirlerin yanında yer almaktadır. Pareto’nun Mill’e ilişkin fikirleri, refah iktisadının iktisatçının bilimsel olabilmesi için

Page 41: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

37

çalıştığını belirtmektedir. Kimseyi ikna etmeye çalışmadığını vurgulayan Pareto,

amacının sadece bilimsel olduğunu; bilme, anlama isteğinden kaynaklandığını

kaydetmektedir (Pareto, 1971: 2). Bu açıdan Pareto’nun yaklaşımı, yeni refah

iktisadının “normatif olmamak için yargılarda bulunmamak” gerektiği şeklindeki

konumlanışına temel oluşturmaktadır.

Bilimsel yasaların nesnel bir varlığa sahip olmadığını tespit eden Pareto,

olguların bir bütün olarak ele alınamayacağı için ayrı ayrı ele alınması gerektiğini

düşünmektedir. Pareto’nun, bilimsel bilgiye ulaşmak için gerekli gördüğü bu ayrım,

toplumsal bir bilim olarak iktisadın, toplumun sadece ekonomi alanıyla ilgilenmesine

ve diğer alanları analizinin dışında tutmasına da kaynaklık etmiştir. Ancak Pareto,

ekonomi ile diğer sosyal alanlar arasındaki ilişkinin farkındadır ve bu yüzden doğru

bilgiye ulaşmak için tüm alanların bilgisinin bir sentez içinde birleştirilmesi

gerektiğine inanmaktadır (Pareto, 1971: 5).

Pareto, bütün sosyal alanların bilgisinin birleştirilerek yapılan senteze

“sosyoloji” adını vermiştir. O’na göre, iktisatçılar politik teori hakkında fikir beyan

etmeden önce ya iktisadi olmayan olguları içerecek şekilde araştırmalarının alanını

genişletmelidirler ya da iktisadi teoriyi diğer sosyal bilimlerin teorilerine

eklemelidirler (Tarascio, 1969: 3-4). Pareto bu önermesine rağmen, sadece iktisadi

alanı temel alan çalışmalar yapmasının nedeni olarak soyutlamaya duyduğu ihtiyacı

göstermektedir. Sadece gözlemlerden yararlanabilen bilimlerin soyutlama yolu ile

belli olguları diğerlerinden ayırdığını, bunun bir gereklilik olarak belirdiğini

vurgulayan Pareto, iktisadın “ekonomik insan” kavramının eleştirilmesine de bu

temelde karşı çıkmaktadır. Pareto, iktisada yöneltilen eleştirileri şu sözlerle karşılar:

Gerçek bir insan, ekonomik, ahlaki, dini, estetik vs. eylemlerde bulunur.

‘Ekonomik eylemleri inceliyorum ve diğerlerinden soyutluyorum’ veya ‘sadece

ekonomik eylemler gerçekleştiren homo oeconomicus’u inceliyorum’ demek

aynı düşünceyi ifade eder...İktisadın ekonomik eylemleri – veya homo

oeconomicus- ahlaki, dini vs. eylemleri göz ardı ederek ya da hatta

küçümseyerek incelediği için suçlanması yanlıştır (Pareto, 1971: 12-13).

değer yargılarından uzak, nötr olması gerektiği şeklindeki genel yargıya kaynaklık eden yaklaşımını gözler önüne sermektedir (Pareto, 1971: 3).

Page 42: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

38

Benzer şekilde Pareto’nun iktisat ahlak ilişkisine yaklaşımı ise şu ifadeleriyle

netleşmektedir:

Politik ekonomiyi ahlakı (morality) hesaba katmadığı için suçlamak da aynı

hataya düşmek demektir...Politik ekonomi çalışmasını ahlaktan ayırarak, politik

ekonominin diğerinden daha üstün olduğunu iddia etmiyoruz… Politik ekonomi

ahlakı dikkate almak zorunda değildir. Fakat pratik önlemi savunan kişi sadece

ekonomik sonuçlarla yetinmemeli ahlaki, dinsel, politik vs. sonuçları da dikkate

almalıdır (Pareto, 1971: 13).

İktisatta deneysel yöntemin kabulü Pareto’nun iktisadın bir “bilim” olması

için gerekli koşulları belirlemesini sağlamıştır. Pareto’ya göre, iktisat gerçekler

üzerine kurulu bir “doğal bilim”dir (Marchionatti ve Gambino, 1997: 1322).

Pareto, soyutlama ve deneysel yöntemin politik iktisadın bilim haline gelmesi

için kullanılmasının zorunlu olduğunu düşünmektedir. Öznel olgular olarak

tanımladığı teorilerin, deneysel olgularla karşılaştırılması gereklidir. Aksi takdirde,

diğer sosyal bilimlerde olduğu gibi sözcüklerden muhakeme yapılır ki, bu politik

iktisadı geliştirmek için terk edilmesi gereken bir yöntemdir. Bununla birlikte iktisat

biliminin deneysel doğası teorinin gerçek dünyayı tamamen sergilediğini ima

etmemektedir. Bu sadece “yaklaşık gerçekliğe” ulaşma olanağı sağlamaktadır. Pareto

oluşturduğu modelin gerçek hayatı tamamen açıklamadığını şu sözleriyle kabul

etmektedir:

Bir gerçek olguyu bütün ayırt edici özellikleriyle bilmeye olanak yoktur, sadece

somut olguya yaklaşan ideal olgu bilinebilir. Hiçbir somut olgu tamamıyla

bilinemeyeceği için, bu olgulara ilişkin teoriler de yaklaşık olacaktır. (Pareto,

1971: 8-9-12)

Pareto’ya göre deney ve gözlem akıl yürütmenin doğru ölçüsüdür. İyi bir

yöntem ancak sonucuna göre değerlendirilebilir. Doğa bilimlerinin kullandığı

deneyse en doğru ölçüt olarak belirmektedir. Dolayısıyla gerçekler tarafından

desteklenmeyen bir teori reddedilmelidir (Marchionatti ve Gambino, 1997: 1329).

Pareto’nun bu vurgusuna karşın, iktisat Pareto’nun optimum kavramı ve

varsayımlarını temel alarak, gerçekler tarafından desteklenmeyen varsayımlara

Page 43: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

39

dayalı, gerçekliği açıklama gücü zayıf bir teori oluşturmuştur (Nath, 1975; Price,

1977).

Marchionatti ve Gambino’ya göre, Pareto iktisadın olgusal temeline yaptığı

vurguyla, sıral fayda kavramına geçmiştir. Pareto’nun sayal faydadan sıral faydaya

geçişi yeni değer teorisine geçiş olarak değerlendirilmektedir (Marchionatti ve

Gambino, 1997: 1330). Yeni politik iktisadın değer teorisi tam hedonist bir nitelikte

olup, homo economicus düşüncesinden türemekte ve bireyi temel aktör kabul etmesi

nedeniyle nesnel değil öznel bilgiye dayanmaktadır (Marchionatti ve Gambino,

1997: 1331).

Pareto toplam fayda ve marjinal fayda arasında ayrım yapmış ve marjinal

faydayı kullanmayı tercih etmiştir. Somut olgulara yoğunlaşıldığında ikisinin

farklılaştığını savunan Pareto, bireylerin toplam faydayı bilemeyeceğini ancak,

tüketilen malların miktarındaki küçük değişimlerin faydalarını hissedebileceklerini,

yani “nihai fayda derecesi” kavramını algılayabileceklerini öne sürmekte ve böylece

marjinalist okula dahil olmaktadır (Marchionatti ve Gambino,1997: 1332-33).

Pareto (1971: 111) analizinde ekonomik fayda yerine ophelimity kavramını

kullanmıştır. Tarascio (1969: 4-13), Pareto (1971: 112)’nun iktisadi mal ve

hizmetlerden elde edilen zevk olarak tanımladığı ophelimity kavramının bugünkü

iktisat teorisinde fayda kavramı yerine kullanıldığına dikkat çekmektedir. Fayda ise

Pareto’da hem ekonomik hem de ekonomik olmayan şeylerden elde edilen doyum

olarak tanımlanmakta, sosyal bir kavram haline gelmektedir. Faydanın sosyal temeli,

ophelimity’den farklı olarak bireyler arasında bağımlılıkları gündeme getirmektedir.

Pareto’ya göre bireysel ophelimity’ler birbirinden bağımsız iken, faydalar arasında

karşılıklı bağımlılık vardır. Pareto, ophelimity teorisinde dışsallığın olmadığını

varsayarken, fayda kavramına geldiğinde dışsallıkları göz önüne almaktadır.

Ophelimity ile fayda kavramları arasındaki en önemli farklardan bir diğeri ise

bireylerin ophelimity tercihlerini piyasada açıklarken, faydaya ilişkin tercihlerini

diğer sosyal ve politik süreçler aracılığıyla açıklamalarıdır. Tarascio (1969: 10-16)

buradan yola çıkarak, sosyal refah fonksiyonu yaklaşımı ile Pareto arasında bağlantı

kurmuştur. Tarascio, Pareto’nun sosyal fayda ile toplumun faydası kavramları

Page 44: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

40

arasında da ayrım yaptığına dikkat çekerek, ilki bireysel kökene sahipken, ikincinin

toplumun bireysel çıkarlarından ayrılan refahını temsil ettiğini vurgulamaktadır.

Ancak, Bergson ve Samuelson’un SRF yaklaşımı Pareto’nun sosyal fayda kavramına

yakın durmakta, bireysel tercihlerden toplumsal tercihlere ulaşmaya çalışmaktadır.

Pareto’nun fayda yerine ophelimity’yi kullanmasının temel nedenlerinden biri

olarak, Pareto’nun yaşadığı dönemde, tüketici davranışını açıklamak için faydanın

ölçülebilirliği varsayımını kabul etme zorunluluğunun bulunması gösterilmektedir

(Marchionatti ve Gambino, 1997: 1334). Pareto, ölçülebilirlik varsayımının gereksiz

olduğunu, toplumun maksimum ophelimity’sinin bireysel doyumların toplamı olarak

ele alınamayacağını, çünkü bireysel doyumların homojen, toplanabilir büyüklükler

olmadığını düşünmektedir. Ancak daha sonra Pareto, bireysel doyumları homojen

büyüklüklere (refah indeksleri) indirgemiş ve böylece Pareto’nun orjinal refah teorisi

oluşmuştur (Tarascio, 1969: 6).

Pareto’nun sıral faydaya geçişi 1898’de Pareto, tüketici davranışını

açıklamada faydanın ölçülebilirliği varsayımının gerekli olmadığını fark etmesi ile

gerçekleşmiştir. Pareto’ya göre, artık genel ekonomik dengeyi incelemek için bu ölçü

gerekli değildir. Bir zevkin diğerinden büyük ya da küçük olduğunu tespit etmek

yeterlidir (Marchionatti ve Gambino,1997: 1335).

Pareto fayda teorisini bu şekilde geliştirmek için, Edgeworth tarafından

1881’de geliştirilen farksızlık eğrilerini kullanmıştır. Türettiği farksızlık eğrilerinden

ölçülebilir fayda fonksiyonları varsayan Edgeworth’ten farklı olarak, Pareto,

farksızlık eğrilerinin kendisinden başlamıştır (Marchionatti ve Gambino, 1997:

1341)32

Pareto sayal fayda kavramını terk etmekle birlikte faydacı gelenekten de

uzaklaşmıştır. Bireysel faydaların ölçülemezliğine ek olarak ekonomik anlamda

karşılaştırılamayacağını da kabul eden Pareto, sözleşme eğrisi üzerindeki çok

sayıdaki optimum nokta arasında karşılaştırma yapmaktan bu karşılaştırmanın nesnel

32 Bu arada Marchionatti ve Gambino (1997: 1341)’ya göre, ordinalizm, ölçüm zorluklarının mantıki sonucu değil tersine politik iktisadı bilim haline getiren deneysel yöntemin kabulü ile yaşanan metodolojik devrimin sonucudur.

Page 45: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

41

olarak mümkün olmadığı gerekçesiyle uzak durmuş ve analizini sözleşme eğrisi

üzerindeki noktaları tanımladıktan sonra durdurmuştur (Tarascio, 1969: 6-8).

2.1. Pareto Optımumu: Üretim, Mübadele ve Genel Denge33

Veri bazı varsayımlar altında dengede bir tam rekabet ekonomisinin Pareto

optimumu için gerekli koşulları taşıdığı gösterilebilmektedir. Bu varsayımlar şöyle

sıralanabilir34: i) tam ve mükemmel rekabetçi piyasa koşulları vardır; ii) Bireyler

rasyoneldir. Her birey kendi faydasını ençoklaştırmayı hedef almıştır. Elde edilen

fayda, mal veya hizmetin fiyatına bağlıdır; iii) Her firma kârlârını ençoklaştırmak

istemekte ve bu yüzden bütün firmalar minimum maliyetli üretim yöntemleri

kullanmaktadırlar; iv) durağan bir ekonomi tasarlanmaktadır. Kararlar zaman içinde

tek bir noktada alınır, maliyetsiz ve anında yerine getirilir. Böylesi zamansız bir

ekonomide, geleceğe ilişkin belirsizlik yoktur. Bugüne ilişkin bilgi de tamdır.

Çalışan nüfusun sabit olduğu kabul edilir ve gayri iradi işsizlik yoktur. Statik

varsayımlar, bireysel fayda fonksiyonlarının değişmediğini (tercihlerin

değişmediğini) ve teknolojik gelişmenin olmadığını ima etmektedir; v) Üretim

faktörlerinin tam olarak kullanıldığı varsayılmaktadır; vi) Üretilen mallar ve üretim

faktörleri tamamen bölünebilir, Üretimde teknolojik ilerleme yoktur ve üretim

faktörleri türdeş olup, emek dışında miktarları sabittir; vii) Mallar ve üretim

faktörleri tam anlamıyla akışkandır ve ulaşım masrafı yoktur; vii) Tüm fonksiyonlar

birinci dereceden türdeş, sürekli ve ikinci defa türevi alınabilirdir; ix) Tüketici

kayıtsızlık eğrileri orijine dışbükeydir. Bu nedenle iki ürün arasında azalan marjinal

ikame oranı mevcuttur. Üretim fonksiyonları ölçeğe göre artan verimliliğe sahip

değildir ve bir eş ürün eğrisi boyunca, iki üretim faktörü arasında azalan marjinal

33 bkz. (Bator, 1957; Bulutay, 1979: 94-104; Nath: 1975: 36-37; Nath, 1969: 11-12; Ng, 1979: 30-51; Rowley ve Peacock, 1975: 11-12; Samuelson, 1938; Sönmez, 1987: 55-56-57) 34 Çalışmanın bu bölümünde refah iktisadının matematiksel ve geometrik anlatımına - gerek Türkçe gerekse yabancı yazındaki ders kitabı niteliğindeki öğretici yayınlardan kolayca ulaşılabileceği için - gerek görülmedikçe yer verilmemiştir. Önemli gördüğümüz matematiksel kanıtlar çalışmanın sonunda yer alan Ek’te sunulmuştur. Bunun yerine söz konusu analizlerin sonuçları ve genel çıkarımları sözel olarak öne çıkarılmıştır. Söz konusu matematiksel ve geometrik analizlerin yer aldığı çalışmalar için bkz. (Nath, 1969: 11-12; Ng, 1979: 30-51; Rowley ve Peacock, 1975: 11-12; Silberberg, 2001; Sönmez, 1987: 55-56-57; Varian, 1992)

Page 46: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

42

ikame oranı söz konusudur. Ayrıca fonksiyonlar teğetlik çözümünü üretecek eğiklik

(curvature) koşullarını sağlar;35 x) Dışsallık yoktur. Dışsallıkların olmaması

durumunda, tam rekabet piyasalarında bir malın fiyatı bu malın üretim maliyetine

(marjinal maliyete) eşittir; xi) Piyasalar talep ve arz fazlalığına yer vermeyecek

kararlı fiyatlarda dengeye gelmektedir.

Bu varsayımlar altında, denge için gerekli birinci derece marjinal koşullara

ulaşılmaktadır: i) Tam rekabet ekonomisindeki her piyasada denge oluştuğunda,

nerede üretilirse üretilsin her malın (üretim faktörleri de dahil olmak üzere) fiyatı

marjinal maliyetine eşit olacaktır; ii) Her malın fiyatı her birey ve firma için aynıdır;

iii) Böylece, bütçe imkanları ile sınırlı olarak faydalarını ençoklaştırmak için her

birey iki mal arasındaki kendi öznel ikame oranını bu malların fiyatları oranına

eşitleyecektir; iv) Bu nedenle her bir mal çifti için, bütün bireylerin öznel ikame

oranları dengede eşitlenecektir; bütün bireylerin her bir mal çifti için ikame oranı bu

malların fiyatları arasındaki orana ve marjinal maliyetler arasındaki orana ve bu

yüzden iki mal arasındaki dönüşüm haddine de eşittir; v) İki mal arasındaki marjinal

dönüşüm oranı, iki malın fiyatı oranına eşit olup, söz konusu malı üreten tüm

işletmeler için bu ilişki geçerlidir; vi) Bir birim faktörün fiyatı, üretilen marjinal mal

miktarının değerine (faktörün marjinal verimliliğine) eşittir ve bu faktörü kullanan

tüm işletmeler için aynıdır; vii) Herhangi iki faktör arasındaki fiyat ilişkisi marjinal

teknik ikame oranlarına eşittir ve bu ilişki söz konusu faktörleri kullanan tüm

işletmeler için geçerlidir.

Bu koşulların gerçekleşmesi, kısmi dengenin sağlanması için gerekli

olmaktadır. Genel denge için ise ise sistemin ikinci dereceden koşullara uyması

gerekmektedir. İkinci dereceden koşullar ise, dönüşüm eğrisinin orjine içbükey ve

kayıtsızlık eğrilerinin de dışbükey olması, diğer bir deyişle üreticilerin azalan

verimlilikle üretim yapmaları ve tüketiciler açısından ise marjinal ikame oranının

düşme eğiliminde olması biçiminde yorumlanmaktadır. Böylece kaynakların etkin

dağıtımı sağlanmaktadır. Eğer malların bölüşümü ideal olursa, etkin dağıtım

ekonomik optimumla bağdaşmaktadır.

35 Pareto optimumu için gerekli teknik varsayımların ihlalinin sonuçları için bkz. (Bator, 1957).

Page 47: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

43

Üretimde Optimum

Pareto optimumun genel tanımı üretimde optimumun sağlanması için,

kaynakların etkin dağıtımını gerektirmektedir. Üretim etkinliği problemi bir malın

üretimindeki bir artışın diğer bir malın üretiminde düşme olmaksızın

gerçekleşemediği noktaların geometrik yerinin bulunmasıdır36. Bu noktalar iki malın

(X ve Y) eşürün eğrilerinin teğet olduğu noktalardır. Aynı miktar üretim için daha az

girdi kullanımı istenmektedir. Üretim koşulları üretim faktörlerinin en etkin biçimde

kullanılmasını gerektirmektedir. Ancak tek bir optimum nokta yoktur. Kaynaklar veri

kabul edildiğinde sonsuz sayıda teknolojik üretim optimumu bulunmaktadır.

Bu tanım, çalışanların alternatif üretim alanları arasında hareket konusunda

farksız oldukları ve aynı zamanda toplumun da üretim faktörlerinin farklı üretim

alanlarında istihdamları konusunda kayıtsız olduklarını varsaymaktadır. Ayrıca

bireysel verimliliğin gelir dağılımına bağlı olmadığı varsayılmaktadır (Nath, 1975:

12-16).

Yalnızca iki üretici (1 ve 2), iki mal (X ve Y) ve iki faktörden (sermaye, K ve

emek, L) oluşan bir ekonomide, teknik olarak etkin kaynak dağıtımının sağlanması

için iki koşulun yerine getirilmesi gerekmektedir:

Optimum için hem X hem de Y mallarını üreten işletmelerin bu mallar

arasındaki marjinal dönüşüm oran (MRT)’larının malların fiyatları oranına ve

birbirlerine eşit olması gerekmektedir.

Yani: 21XYXY MRTMRT = =

Y

X

PP 37

Üretim faktörleri açısından bakıldığında, işletmelerin kullandıkları girdilerin

marjinal üretkenliklerinin oranları birbirine eşit olmalıdır. Yani, X’in üretiminde K

ve L girdileri arasındaki Marjinal Teknik İkame Oranı (MRST) Y malının üretiminde

K ve L girdileri arasındaki MRST’ye eşit olursa (yani iki girdi arasındaki MRST bu

36 Pareto Optimumun grafiksel gösterimi için bkz. (Ek 1). 37 Bator (1957)’un analizine dayanılarak, MRT, MRST ve MRS mutlak değer olarak kullanılmış, böylece mal ve faktörlerin fiyatlarının oranlarının eksi olması göz ardı edilmiştir.

Page 48: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

44

iki girdiyi kullanan tüm üreticiler için aynı olursa) üretimde optimuma

ulaşılmaktadır. Bu koşul sağlanmadığında, üretim faktörlerinin yeniden dağıtımı ile

başka bir ürünün üretiminde bir azalmaya sebep olmadan, en az bir malın üretimini

artırmak olanaklı olmaktadır. Buna ek olarak her faktör marjinal üretkenliğine denk

olarak fiyatlandırılmalıdır. Yani X üretiminde kullanılan emek faktörü marjinal

üretkenliği kadar ücretlendirilecek, sermaye ise marjinal üretkenliği karşılığında

kullanılacaktır. Bu durumda üretim faktörleri açısından optimum için gerekli şartlar

şu şekilde oluşmaktadır:

MRSTXKL= MPX

K/ MPXL = MRSTY

KL= MPYK/ MPY

L= PK/PL

MP= Faktörün marjinal üretkenliği

Bu koşul aynı zamanda bölüşüm sorununu da her üretim faktörüne marjinal

üretkenliğinin karşılığını ödeyerek sistem içerisinde çözüm sağlamış olmaktadır38.

Mübadelede (Tüketimde) Optimum

Bir ekonomideki tüm malların ve üretici hizmetlerin bireyler arasında

bölündüğü varsayılmaktadır. Bireyler bu mal ve hizmetlerin karşılıklı özgür

mübadelesi ile öyle bir noktaya ulaşmaktadırlar ki bu noktada yapılacak herhangi bir

mübadele sonucu bir bireyin faydasını artırması ancak başka bir bireyin faydası

pahasına gerçekleşebilmektedir. Yani artı fayda sağlayacak bir mübadelenin söz

konusu olmadığı nokta, Paretocu mübadelede optimumun sağlandığı noktadır. Ancak

38 Paretocu refah iktisadının bireyler arası fayda karşılaştırmalarının yapılamayacağını kabul etmesi ve Pareto optimum kavramını merkezine alması etkinlik üzerine yoğunlaşarak bölüşüm sorununu analiz dışı bıraktığı şeklinde değerlendirilmektedir (Sen, 1979, 1993, 1999). Bu değerlendirme özellikle başlangıç dağılımının veri alınması nedeniyle yapılmakta, bu veri dağıtım üzerine etkin kaynak tahsisinin sağlanmasına yoğunlaşılmaktadır. Bu yaklaşım mevcut bölüşümün tartışma konusu yapılmamasına ve var olan durumun korunması yönünde bir irade belirlenmesine kaynaklık etmekte, başlangıç dağılımının belirsiz olması Pareto optimumunun zayıf optimum olarak nitelenmesine neden olmaktadır. Ancak, refah iktisadı her faktörün marjinal üretkenliği oranında gelir elde edeceğini kabul eden neoklasik bölüşüm yaklaşımını kabul etmekte, dolayısıyla tam rekabetçi piyasada üretimde ve mübadelede optimumu sağlandığı koşullarda bölüşüm sorunu marjinal fiyatlama yöntemi ile sistem içerisinde çözülmektedir. Bununla birlikte adil olmayan başlangıç dağılımları söz konusu olduğunda ikinci refah teoremine göre daha adil dağılım için nisbi fiyat yapısını bozmayan götürü vergileme ya da transfer yöntemine başvurulmaktadır. Ancak maliyetsiz ve fiyat yapısını bozmayan bir götürü vergi ya da kaynak transferinin imkansız olduğu dile getirilmiştir. İkinci refah teoremi ve refah iktisadının bölüşüm sorununa yaklaşımı için bkz. (Dasgupta, 2000; Dobb, 1969; Hunt, 1980; Peacock ve Rowley, 1972; Nath, 1969, 1975; Sen, 1979, 1993, 1999; Snower, 1993). Neoklasik iktisat teorisinin bölüşüm sorununa getirdiği bu çözüm ve tartışmalar için bkz. (Robinson, 1934).

Page 49: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

45

bu tanım şu Paretocu değer yargılarına bağlıdır: Bireyler istedikleri malı istedikleri

miktarda mübadele etmekte özgürdür. Bireysel refah sadece mübadele edilebilen mal

ve hizmetlere bağlıdır ve sosyal refah da bireysel faydaların monoton olarak artan bir

fonksiyonudur. Mal ve hizmetlerin miktarı veri iken sonsuz sayıda Pareto optimum

nokta vardır.

Mübadelede optimum için, iki bireyin söz konusu olduğu durumda, X ve Y

malları arasındaki marjinal ikame oranlarının bu iki birey (A ve B) için eşit olması

gerekmektedir. Bunun yanında tüketici faydasını minimum harcama yaparak

maksimize etmek için X ve Y’ye bu malların tüketiminden elde ettikleri marjinal

fayda kadar ödeme yapmak durumundadır. Dolayısıyla mübadelede etkinlik için

malların fiyat oranı bireylerin MRS’lerine eşit olmalıdır:

Yani: MRS AXY = MUA

X/ MUAY = MRS B

XY = MUBX/ MUB

Y = Px/Py

olmalıdır.

Genel Optimum

Pareto optimumu tüketimdeki marjinal ikame oranı ile üretimdeki marjinal

dönüşüm oranının malların fiyatları oranına eşitlenmesini gerektirmektedir.

Yani: MRTXY = MRSXY = PX/PY olmalıdır.

Ekonominin üretici kaynakları veri iken, farklı kaynak dağılımlarına denk

gelen sonsuz sayıda Pareto optimum nokta vardır ve her optimum farklı fayda

dağılımlarına denk düşmektedir. Optimum noktalar arasındaki seçim sorunu, belli bir

değer yargısına göre belirlenmiş sosyal refah fonksiyonları (SRF)’na ihtiyaç

duyulmasına neden olmaktadır39. Ekonomik sistemdeki tüm malların üretimi ve

mübadelesinde optimallik koşullarının sağlanması için marjinal maliyet ile satış

fiyatı ve de alış fiyatı ile marjinal üretkenlik arasında eşitlik olması gerekmektedir.

Yani üretim ve tüketimde malların fiyatları aynı olmalıdır (Sönmez, 1987: 68).

39 Sosyal refah fonksiyonlarının çok sayıdaki optimum nokta arasından seçim için kullanılması konusunda bkz. (Bator, 1957)

Page 50: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

46

3. Yeni Refah İktisadı: Pareto Optimumunun Yeni Boyutları

Yeni refah iktisadının “yeniliği” üretim ve değişimde optimum koşulları

farklı insanların faydalarını toplamadan kurmasına dayandırılmaktadır. Bu açıdan

iktisattaki faydacı geleneği terk ettiği düşünülmektedir. Yeni refah iktisadının

kurucusu Pareto’dur. Pareto sadece, sıral tercih kavramını kullanmamış, bireylerin

doyumlarını toplamaksızın ve onları karşılaştırmaksızın, toplum için bir “optimum”

pozisyon tanımlamıştır. Bu optimum bir kişiyi daha düşük bir farksızlık eğrisine

kaydırmadan, bir başkasını daha yüksek bir farksızlık eğrisine çıkartmanın imkansız

olduğu durumdur. Sonsuz sayıda optimum vardır ancak bir tanesi en iyisidir. Pareto,

farklı insanların faydalarının karşılaştırılamaz olduğunu kabul etmektedir. Yeni refah

iktisadı içinde kabul edilen yazarlar da bir iktisadi durumu bölüşüm sorununa

girmeden, değer yargılarına başvurmadan değerlendirmek için analizler geliştirme

amacı taşımışlardır40. Yeni refah iktisatçılarının iki temel değer yargısı, refahın

bireylerin refahının artan fonksiyonu olması ve bireyin seçtiği konumda bulunması

durumunda daha iyi olacağıdır (Little, 1957: 84-122).

Yeni refah iktisadı ya da Paretocu Refah İktisadı başlığı altında, Tazmin

Olasılığı Ölçütü ya da İlkesi ile Sosyal Refah Fonksiyonu (SRF) analizi

incelenecektir.

3.1. Tazmin Olasılığı Ölçütü

Tazmin olasılığı ölçütü, ilk kez Nicholas Kaldor tarafından 1939 yılında

yazdığı “Welfare Propositions of Economics and İnterpersonal Comparisons of

Utility” makale ile ortaya atılmış ve ardından J. R. Hicks’in aynı yıl yazdığı

“Foundations of Welfare Economics” başlıklı makalesinde bu ölçütü desteklemesiyle

Kaldor-Hicks tazmin ölçütü ya da testi adını almıştır.

Tazmin ölçütü, Pareto ölçütünün ve iktisadi refah teorisinin uygulama alanını

genişletmek ve çok sayıda optimum noktanın varlığının neden olduğu belirsizliği

40 Scitovsky (1942: 89-91), Paretoco etkinlik analizinin eşitlik amacını dışladığını açıkça ifade etmektedir. Paretocu etkinlik kriterlerini açık ekonomi durumuna dış ticaret tarifeleri üzerinden uygulayan Scitovsky, rekabetçi piyasa ve serbest ticaretin eşitlik düşüncesi bir tarafa bırakıldığında yararlı olduğunun söylenebileceğini vurgulamaktadır. Scitovsky eşitlik fikrinin göz ardı edilmesini önermemesine rağmen, analiz gereği bölüşüm sorununun dışarıda bırakmakta tereddüt etmemektedir.

Page 51: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

47

ortadan kaldırmak için oluşturulmuştur. Tazmin olasılığı ölçütü çerçevesinde,

bireyler arası refah karşılaştırmalarına başvurmanın yol açtığı sorunlar, “bilimsel ve

nesnel” kalma kaygısıyla gelir dağılımı sorunu göz ardı edilerek çözüme

kavuşturulmaya çalışılmıştır (Bengül, 1963: 51-57; Little, 1957: 91-122; Sönmez,

1987: 86)41.

Tazmin ölçütü şu şekilde tanımlanmaktadır: Herhangi bir iktisadi politika

değişikliği sonucu, kazananların kaybedenlerin kayıplarını tazmin etme olanağının

bulunmasına (kaybedenlerin daha önce bulundukları farksızlık eğrisine dönme

olanağı tanınmasına) rağmen, kazananlar eski konumlarına göre daha iyi bir

noktadaysa (daha önce üzerinde bulunduğu farksızlık eğrisinden daha yüksek bir

farksızlık eğrisine geçebiliyorsa), bu değişiklik istenir, iyi bir değişikliktir ve bunun

sonucunda toplam refahta artış olacaktır (Bengül, 1963: 58; Kaldor, 1939: 550-551;

Little, 1957; Sönmez, 1987: 86).

Kaldor (1939), eğer belli bir iktisat politikası bazı kimseleri başka hiç kimseyi

daha kötü duruma düşürmeden, daha iyi bir duruma getirmişse, iktisatçının herhangi

bir ahlaki yargıda bulunmadan, sosyal refahın arttığını söyleyebileceğini ileri

sürmüştür. Kaldor ikinci adım olaraksa, eğer bir iktisat politikası bazılarını daha iyi,

bazılarını da kötü yapıyorsa dahi (yani Pareto iyileşme tanımı tutmuyorsa dahi) bir

iktisatçının sosyal refahın artıp artmadığı hakkında fikir yürütebileceğini iddia

etmiştir. O’na göre, kazananların hem kaybedenlerin kayıplarını telafi edebilmeleri

hem de politikanın uygulanmasından önceki durumlarından daha iyi duruma

geçmeleri koşuluyla, iktisatçı böylesi bir politikanın potansiyel sosyal refahı

artırdığını iddia edebilir. Telafinin yapılmasına karar verecek olansa iktisatçı değil

(çünkü bu karar ahlaki yargı yapılmasını gerektirmektedir) politikacıdır. İktisatçı,

hipotetik olarak telafinin refahı artıracağı yargısında bulunabilmektedir.

Kaldor (1939: 549-552), “Tahıl Yasaları” olgusuyla tazmin ölçütünü

41 Sönmez (1987: 88), tüm tazmin testlerinin üretim düzeyi ile üretimin bireyler arasındaki dağılımını birbirinden ayırdığına dikkat çekmektedir. Üretimdeki bir artış tazminata yol açsa dahi, tazminatın dağılımı analiz dışında bırakılarak, adil bölüşüm sorununa eğilinmemektedir. Sönmez, hipotetik tazminatın fiili tazminata dönüşmesi durumunda yoksulların zenginleri telafi etmesi gibi bir durumun ortaya çıkabileceğine işaret ederek, Pareto ölçütünde ortaya çıkan üretim-dağılım, etkinlik-eşitlik çatışmasının telafi testleriyle de çözümlenemediğini vurgulamaktadır.

Page 52: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

48

açıklamıştır. Tahıl Yasaları’nın kaldırılmasının sonucunda tahıl fiyatlarının

düşeceğini ve bunun sonucunda reel gelirin yükseleceğini belirten Kaldor, bu

değişimin aynı zamanda gelir dağılımını da değiştireceğine dikkat çekmiştir. Bazı

insanların (toprak sahiplerinin) gelirleri öncekine göre düşerken, toplumun diğer

üyelerinin gelirleri yükselecektir. Toplam parasal gelirin değişmediği varsayımı

altında, toprak sahiplerinin gelirleri düşse de, diğer insanların gelirleri artmak

zorundadır. Gelir dağılımındaki bu nihai değişmenin sonucu olarak, belli bireylerin

doyumlarında herhangi bir kayıp olmayacak ve böylece kaybedenlerle kazananları

karşılaştırma gereği de bulunmayacaktır.

Kaldor, hükümetin daha önceki gelir dağılımını sürdürmek istemesi

durumunu ele almaktadır. Hükümetin kazananlara ek vergi koyup, bu vergilerle

oluşturduğu fonu “toprak sahipleri”nin gelir kayıplarını telafi ederek önceki gelir

dağılımı yapısını koruyabileceğini belirtmektedir. Bu yöntemde, herkes daha önceki

gelir kapasitesini korumakta ve aynı zamanda herkes tüketici olarak daha öncekine

göre daha iyi duruma gelmektedir.

Kaldor, fiziksel üretkenlikte ve böylece toplam reel gelirde artışa yol açan bir

politikanın söz konusu olduğu tüm durumlarda, iktisatçının, bireysel doyumların

karşılaştırılabilirliğiyle ilgilenmesinin gereksizleşeceğini öne sürmektedir. O’na göre,

böylesi durumlarda, toplumun tüm üyelerinin durumunu iyileştirmek (herkesin daha

yüksek bir farksızlık eğrisine geçmesi anlamında) mümkündür. Bu çerçevede

değerlendirildiğinde, Kaldor’a göre kimseyi kötü yapmadan bazılarının durumunu

iyileştirmek mümkündür. Kaldor’a göre iktisatçının belli bir önlemin sonucu olarak

toplumdaki kimsenin acı çekmediğini kanıtlamak gibi bir zorunluluğu yoktur. Kaldı

ki bu yapılamaz. İktisatçının, herhangi bir değişmenin ya da politikanın ardından acı

çekenlerin dahi kayıplarının telafi edilebileceğini, toplumun geri kalanınınsa

öncesine göre hala daha iyi durumda olduğunu göstermesi yeterlidir. Toprak

sahiplerinin kayıplarının serbest ticaret ortamında, tazmin edilip edilmeyeceği

iktisatçının dile getirmesinin zor olduğu politik bir sorudur.

Kaldor, iktisatçıların üretim başlığı altına giren konu ve sorunlarla etkinlik

temelinde ilgilenmesi gerektiğine inanmaktadır (Scitovsky, 1951). Üretim başlığı

altındaki sorunlara ise “her bireyin çoğu aza, daha çok doyumu daha az olana tercih

Page 53: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

49

eder” şeklindeki iktisadın temel önermesi kabul edilerek yaklaşılırsa, iktisatçıların

reçetelerinin bilimsel statüsü sorgulanamamaktadır. Bölüşüm konusuna gelindiğinde

iktisatçı “reçetelerle” ilgilenmemeli, ancak belli politik amaçları yerine getiren farklı

yöntemlerin göreli avantajlarına yönelmelidir. Çünkü, hangi gelir dağılımı yapısının

toplumsal refahı ençoklaştırdığına iktisadi temelde karar vermek gerçekten

imkansızdır. Kaldor, eşit doyum kapasitesi varsayımının bir ölçüt olarak

uygulanması durumunda, tam eşitlik olduğu zaman refahın kesinlikle en fazla olacağı

sonucunun kaçınılmazlığını kabul etmektedir. Ancak belli oranlarda eşitsizliğin

olduğu durumda tam eşitliğin olduğu duruma göre herkesin daha mutlu olma

olasılığının da dışlanmaması gerektiğini vurgulayarak, veri gelir dağılımına göre

refahın ençoklaştırılmasını tanımlayan Pareto’ya dönmektedir.42

Kaldor, tazmin ölçütünü bir imkan olarak tanımlamakta yani hipotetik bir

tanım yapmaktadır. Refah önermeleri bu hipotetik tazmin tanımına dayanabilir. Fakat

aslında Kaldor, hipotetik tazmin üzerinden genel fiziksel üretkenlikte, toplam reel

gelirde ve toplam zenginlikte artışı tanımlamaktadır (Little, 1957: 88-89).

Little’a göre, reel gelir karşılaştırılamaz. Kaldor, “herhangi bir değişmenin sonucu

olarak kazananlar kaybedenleri fazlasıyla telafi edebilir” önermesi yerine, “bu

değişme toplam reel gelirde bir artışla sonuçlanır” önermesini tercih etmektedir.

Little’a göre, Kaldor’un telafi olasılığı üzerinden ‘refahta artışı’ tanımlamaya

hazırlandığı açık değildir. Ancak, iktisatçılara göre kazananların kaybedenleri telafi

edebildiğini göstererek bir değişim oluşturulabileceğini önerdiği için, böylesi

değişmelerin ekonomik olarak istenir olduğunu düşünmüş gözükmektedir. Ancak

Kaldor’un ardından gelen yazarlar da onun bir “refahta artış” tanımladığını

varsaymışlardır. Little, Kaldor’un bir test önermek yerine, gerçekte dağılımı göz ardı

eden bir “zenginlik artışı” tanımı önerdiğini belirtmekte ve gelir dağılımını dışlayan

bir zenginlik, refah, etkinlik ya da reel sosyal gelir artışı tanımının kabul

edilemeyeceğine dikkat çekmektedir (Little, 1957: 90-91-92).

Hicks ise tazmin ölçütünü şöyle tanımlamıştır:

42 Bu yaklaşımı Scitovsky eleştirmiş ve iktisatçıların bu yaklaşım sayesinde tekniker haline geldiğini ileri sürmüştür (Scitovsky, 1951).

Page 54: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

50

Tam olarak objektif bir test, üretken etkinliği geliştiren43 üretimde yeniden

organizasyonlarla, geliştirmeyenleri ayırmamızı sağlayacak. A değişme sonucu

iyi durumda olup B’yi de telafi edebiliyor ve hala kendisi önceki durumuna

göre daha iyi bir durumda kalabiliyorsa, yeniden organizasyon şüphesiz bir

iyileşmedir (Hicks, 1940-1: 108).

Hicks üretim artışının veya toplumun reel gelirindeki bir artmanın nesnel bir

ölçüsü olarak bu prensibi benimsemiştir. Hicks özel girişim sistemi altında iktisadi

politikadaki bir değişmenin fiyat sisteminde bir değişime neden olacağını, piyasanın

bir kısmının bu değişimden yarar sağlarken bir kısmının ise bundan zarar göreceğini

ifade etmiştir. Kamu gelirleri aracılığıyla zarar görenlerin telafi edileceğinin

varsayılabileceğini ileri süren Hicks, her basit ekonomik reformun bazı insanlara

kayıp getirdiğini, kendisinin üzerinde durduğu reformların kayıpları dengeleyen ve

hala net avantaj sağlama özelliği gösterenler olduğunu vurgulamıştır. Hicks, herhangi

bir konuda uygulanacak politika ve önlemlerin bölüşüm sorununa girmeden etkinlik

temelinde değerlendirilmesi gerektiğini savunmaktadır (Hicks, 1939: 706-712).

Little, Hicks’in yaklaşımını eleştirerek, bir şeyin varlığının diğer birşey için

ancak aralarında ampirik ilişki varsa test olarak kullanılabileceğini dile getirmiştir.

Bu açıdan değerlendirildiğinde, üretken etkinlik ile tazmin olasılığı arasında ampirik

ilişki yoktur; dolayısıyla, Hicks’in önerdiği nesnel test, bir testten ziyade bir tanım ya

da ölçüttür. Little refah sonuçlarına ulaşmak için “genel ekonomik refahta artış”

tabirini tanımlamanın zorunlu olmadığını, gereksinilenin yeterli bir ölçüt olduğunu

kabul etmektedir. Dolayısıyla varsayılması gereken, “kazananlar kaybedenleri telafi

edebildiğinde”, “bu genel ekonomik refahı artırır” yargısına ulaşabilmektir.

Ancak, toplum refahı kolayca bulunamaz ve hipotetik telafi bunu bulmanın

yöntemi değildir (Little, 1957: 92). Kaldor-Hicks ölçütünü sağlayan değişimlerin

ortadan kaldırıldığı varsayılan önemli reel gelir dağılımı etkilerine sahip olacağına

dikkat çeken Little, bütün kaybedenlerin telafi edilmesinin ise imkansız olduğunu

belirtmektedir. Bu tür bir telafinin ön koşulu herkesin davranış haritasının

43 Zenginden yoksula yapılacak gelir transferinin toplam refahı artıracağını düşünen Pigou da yoksulların tükettiği malların üretiminde meydana gelecek bir etkinlik artışının zenginden yoksula yapılacak satın alma gücü transferinden çok daha etkili olacağına inanmakta idi (Pigou, 1962: 88-89).

Page 55: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

51

çıkarılmasıdır ve bu olanak dışıdır (Little, 1957: 94).

Scitovsky (1969), Kaldor-Hicks ölçütünün tazmin tutarı ödenmediği ve iki

optimum olmayan duruma uygulandığı takdirde çelişkiye neden olabileceğini

göstermiştir. Scitovsky’ye göre, üretimin örgütlenmesinde ve mübadeledeki bir

iyileşme ancak, aynı zamanda gelir de daha eşitlikçi olarak yeniden dağıtılırsa

savunulabilirdir. Scitovsky, Kaldor ve Hicks tarafından konulan kaybedenlerin

kazananlarca tazmin edilme olasılığını kabul etmekle birlikte, yazarları değişiklikten

önceki gelir dağılımını korumak istedikleri için (değişiklikten önceki gelir dağılımına

aşırı önem verdiklerini ifade etmektedir) yani mevcut durumu koruyan iktidarlara

uygun bir araç geliştirdikleri için eleştirmektedir.

Scitovsky, Kaldor ve Hicks testini incelemiş ve değişimden sonra ulaşılan

ikinci noktadan başlangıç noktasına dönüldüğünde, ilk noktanın da bir iyileşme

olarak görülebileceğini kanıtlamıştır. Tuhaf olarak nitelediği bu durumun

aşılabilmesi için Scitovsky tazmin testlerine bir ölçüt daha ekleyerek, onu iki aşamalı

hale getirmiştir. Scitovsky’ye göre, bir değişimin iyileşme sayılabilmesi için, Kaldor-

Hicks testine ek olarak, değişimden önceki durumun sonraki duruma göre iyileşme

olarak görülemeyeceğinin ispatlanması gerekmektedir.

Little, Kaldor-Hicks ölçütünün büyük dağılımsal etkileri içeren değişmeler

söz konusu olduğunda yetersiz kalacağını düşünmektedir. Bunun için reel gelir

dağılımının iyi mi kötü mü olduğuna ilişkin bazı yargılara ihtiyaç duyulmaktadır.

Little, bu tespitin ardından bir değişmenin önerilebilmesi için, Kaldor-Hicks

ölçütünün sağlanmasına ek olarak dağılımdaki herhangi bir değişmenin kötü

olmaması gerektiğini belirtir. Yani Little, Kaldor-Hicks (Scitovsky) ölçütüne

dağılımın iyi olması gerektiği şartını eklemiştir. Dağılım eşitsiz olduğu takdirde

dağılımı iyileştiriyorsa tazminin ödenmesi gerekmektedir (Little, 1957: 100, Ng,

1979: 67)44.

44 Little ölçütünün daha geniş bir anlatımı ve ölçütün tutarsızlığı iddialarına yanıt için bkz. (Ng, 1979: 66-78)

Page 56: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

52

3.2. Sosyal Refah Fonksiyonu

Sosyal Refah Fonksiyonu (SRF)45, refah iktisadı için temel bir kavramdır.

Bireysel refah fonksiyonlarından46 yola çıkılarak oluşturulan SRF’nin tanımlanması

ile toplumsal refahın ençoklaştırılması amacına en uygun teorik aracın yaratıldığı

düşünülmüştür. Öyle ki bir toplumun iktisadi düzenlemesinde, herhangi bir

optimallik türü hakkındaki bir önermenin, açık veya örtülü olarak, belli bir toplumsal

refah fonksiyonuna bağlanmadan formüle edilemeyeceği ileri sürülmüştür.

SRF’nin, iktisadi refah hakkındaki bütün fikirleri ifade etmeye muktedir

genel bir dil özelliği taşıdığı düşünülmekte ancak kavramın bu genel yapısı aynı

zamanda bir belirsizliğe de işaret etmektedir (Bengül, 1963: 77; Nath, 1975: 25).

Little, tüm sorunlarına karşın, ekonomik refah fonksiyonlarının, genel bir soyut refah

sistemi oluşturmaya yönelik biçimsel anlamda gerekli bir alet olarak görülebileceğini

düşünmektedir (Little, 1965: 122). Sosyal refah fonksiyonuyla, verimlilik ve gelir

dağılımı meselelerinin bir arada ve aynı düzeyde iktisadi refah teorisine girdiği öne

sürülmektedir (Bengül, 1963: 79).

SRF, bir toplumun hedeflerinin genel tespiti ya da sosyal politikanın amacını

belirleyen bir kavram olarak ele alınmaktadır. Sosyal ya da toplumsal eki refah

fonksiyonunun bütün toplum tarafından benimsenmiş ve kabul edilmiş olduğunu

ifade etmemektedir. Kavram sadece tartışılanın bir bireyden çok bir grubun refahı

olduğuna işaret etmektedir. Ancak Arrow fonksiyonun, toplum adına bir ana

sıralamaya ulaşmak amacıyla her bir bireye ait toplumsal refah

fonksiyonlarını toplamak için bir kural veya yöntem anlamına geldiğini

düşünmektedir (Nath, 1975: 25-26). Yani SRF aslında toplumun çoğunluğunun

alternatif durumlara ilişkin yaptığı sıralamayı vermektedir. Dolayısıyla SRF

45 SRF’yi yazına kazandıran Bergson (1938), Ekonomik Refah Fonksiyonu kavramını kullanmıştır. SRF’yi ilk kullanan ise Arrow’dur. (Ng, 1979: 113). Ekonomik refah fonksiyonu ve sosyal refah fonksiyonu ayrımı ve iktisatçıların ekonomik refahla ilgilenmelerine rağmen, sosyal refah fonksiyonu kavramını kullanmalarının nedeni için bkz. (Nath, 1969: 138-142) 46 Bireysel sosyal refah fonksiyonu, bireyin bireysel olmayan ahlaki değerleri temelinde, tarafsız bir yaklaşımla oluşturulmaktadır. Buna karşılık bireysel fayda fonksiyonu ise kişinin bireysel çıkarlarına yani öznel tercihlerine göre belirlenmektedir. Dolayısıyla sosyal refah fonksiyonu tarafsız ve kişisel olmayan bir yaklaşımla, ahlaki değerler temelinde oluşturulmakta ve tanımlanmaktadır (Harsanyi, 1955: 315).

Page 57: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

53

yaklaşımında da temel analiz birimi birey olarak kalmakta, toplumsal refahın

tanımlanmasında bireye bağlılığın sürdürülmesi, içinde yaşadığımız toplumun

bireyci değer yargılarına sahip olması ile açıklanmaktadır.47

Birey egemenliği varsayımı terk edilmese de SRF’nin oluşturulması için

değer yargılarına ve belli ek varsayımlara ihtiyaç duyulmaktadır. Varsayımlardan

ilki, toplumsal refahın bireylerin refahının artan bir fonksiyonu olmasıdır. Little’a

göre, bu varsayım yapılmazsa, optimum değişim koşulları türetilememektedir.

Ayrıca “ekonomik refahın” bir bireyin durumu iyileşmekte, kimsenin durumu

kötüleşmemekte ise artacağı varsayılmaktadır. Bireyin daha iyi olması daha yüksek

farksızlık eğrisi üzerinde bulunması anlamındadır. “Ekonomik refah” bir birey daha

yüksek farksızlık eğrisi üzerinde ise ve kimse bundan etkilenmiyorsa daha büyüktür.

Bunlar, ekonomik refah fonksiyonunun olası en yüksek değerine ulaşmak için gerekli

koşullardır ve üretim ve değişimde optimumun sağlanması için yani Pareto

optimumuna ulaşmak için yeterlidirler. Optimum optimorum’a48 ulaşmak için

“bireyler” arasında ideal “refah” dağılımı bulunmalıdır. Bu da tanımlanan SRF’ye

bağlı olmaktadır (Little, 1965: 118-119).

Bergson, üretim fonksiyonları ve bireysel farksızlık fonksiyonlarının

bilinmesinin maksimum pozisyonun belirlenmesi için Ekonomik Refah Fonksiyonu

(ERF)’nun oluşturulmasına yetecek bilgiyi sağlayacağını düşünmektedir.

Benimsenen refah ilkelerinin toplumdaki baskın değerlere dayanması gerekirken

Bergson, veri bir toplum için baskın değerleri ve bireysel farksızlık fonksiyonlarının

genel karakterini belirlemeye çalıştığını ifade etmektedir (Bergson, 1938: 322-323).

Bir ekonomik durumun optimum olup olmadığını, diğer durumlarla

karşılaştırmak ve değerlendirmek için, ortak refahı oluşturan tüm unsurlarla ilgili

değer yargılarının sıral olarak saptanması gerekmektedir. Bergson, bu değer

yargılarının kimin tarafından ortaya konulacağını kesin olarak açıklamazken, baskın

değerler kavramını da açmamıştır. Samuelson (1958: 221) SRF’nin oluşturulmasını

sağlayacak bu karar vericinin, “iyiniyetli bir despot, bir bencil, iyiniyetli bireyler,

47 “[T]oplumumuzda bireyci değer yargıları egemen olduğu için SRF’nin bireysel fayda fonksiyonlarının artan bir fonksiyonu olduğu konusunda fikir birliği vardır” (Harsanyi, 1955: 309). 48 Optimum optimorum noktası için bkz. (Ek 1)

Page 58: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

54

devlet, ırk, grup fikri, tanrı ...” olabileceğini ifade etmiştir. Toplumdaki genel kabul

gören değer yargılarının belirlenmesi için tüketicilerin elde ettikleri doyumlara ilişkin

açıklamalarına bakılmakta veya toplumdaki baskın değerlere karar veren “kişi” kendi

değer yargılarına göre düzenleme yapmaktadır. Yapılan bu tür bir analizle ideal gelir

bölüşümünü tanımlamak olanaklı olmaktadır. Buna göre bölüşümde bireylerin

parasal gelirleriyle sağladıkları marjinal yararlar eşit olmakta ve böylece bireyler

arasında karşılaştırma yapmak olanaklı olmaktadır (Bergson, 1938, Sönmez, 1987:

82).

Bergson-Samuelson sistemi, sosyal sistemin tüm olası görünümlerini değer

açısından düzenlemektedir. Bu sistem uygulanacaksa, x durumunun y durumundan

iyi olup olmadığı sorusuna yanıt verecek bir kişiye ihtiyaç duyulmaktadır. Bu kişi

“ekonomik insan” gibi tutarlı olmalıdır. Yani, A’nın B’den iyi, B’nin de C’den iyi

olduğunu söylüyorsa A’nın da C’den iyi olduğunu söylemek zorundadır. Nihai

olarak optimum optimoruma ulaşmak için “bireyler” arasında ideal “refah” dağılımı

bulunmalıdır. SRF’de baskın değerleri belirleyen kişinin değer önermeleri yanında

ideal “refah” dağılımını da tanımlaması gerekmektedir.

Benzer şekilde Little, baskın değerleri kimin ya da neyin temsil

edeceği/belirleyeceği sorusuna yanıt aramış ve ideal dağılımın en iyi iktisatçılar

tarafından ya da totaliter devletlerde tanımlanabileceğini savunmuştur. Çünkü gerçek

dünyada refahın yeniden dağılımı yavaş ve zor bir iştir. Little nihai olarak, ERF’nin

mutlakiyetçi devlette ve birey sayısı kadar refah fonksiyonunun bulunduğu

demokratik devlette bile uygulanamaz olduğu sonucunu çıkarmıştır (Little, 1957:

118-121).

Bergson (1938: 311), toplum refahını etkileyen unsurlar olarak, emek

dışındaki üretim faktörlerinin miktarı, tüketilen çeşitli malların miktarları ve

toplumdaki bireylerce yapılan iş miktarını dikkate almakta ve SRF’yi de bu

değişkenlere bağımlı bir fonksiyon olarak tanımlamaktadır. Bu ilişki, devamlı ve

türevi alınabilir bir fonksiyonla ifade edilmektedir (Nath, 1975: 25).

ERF’nin oluşumunda şu varsayımlar yapılmaktadır: Emek dışındaki tüm

üretim faktörlerinin miktarı sabittir ve aşınmamaktadır. Analizde kullanılan

Page 59: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

55

değişkenler –tüketilen çeşitli malların ve yerine getirilen hizmetlerin miktarları-

sonsuza kadar bölünebilir. Toplumda sadece iki tüketim malı, iki tür emek, emek

dışında da iki üretim faktörü vardır. Bu varsayımlar altında fonksiyonun yapısı

aşağıdaki gibi formüle edilmiştir:

W = W(x1, y1,a1x, b1

x, a1y, b1

y,..., xn, yn, anx

, bnx, an

y, bn

y, Cx, Dx, Cy, Dy, r, s, t,...)

E = E(x1, y1,a1x, b1

x, a1y, b1

y,..., xn, yn, anx

, bnx, an

y, bn

y, Cx, Dx, Cy, Dy)

Bu ilişkide A ve B iki emek türü; C ve D emek dışındaki üretim faktörleri, X

ve Y tüketim mallarıdır. r, s, t ise toplum refahını etkileyen diğer unsurlardır. W,

sosyal refah fonksiyonu (SRF), E, ekonomik refah fonksiyonu (ERF)’nu temsil

etmektedir. Bergson (1938: 312) analizinde, ERF’yi kullanmaktadır. Fonksiyonun

birinci türevinin sıfıra eşitlenmesi (dE=0), üretim teknolojisi ve kaynaklar veri iken,

ekonomik refahın ençoklaştırılması koşuludur. Bu koşullar, her malın marjinal

ekonomik faydasının ve yapılan her işin marjinal ekonomik maliyetinin toplumdaki

her birey için aynı olmasını gerektirmektedir. Diğer bir deyişle sosyal optimum

durumunda, refahı etkileyen değişkenlerden herhangi birindeki ufak bir ayarlama

sosyal refahta farklılık yaratmamalıdır (Nath,1975: 31).

Bergson, Pareto optimumunun kaynak dağılımı için ortaya koyduğu normatif

ilkeleri genelde benimsemektedir. Bu ilkelerin, gelir dağılımı sorununa eğilmede

başarısız olduğunu kabul etmekle birlikte, bu eksikliğin Pareto’ya göre kaçınılmaz

olduğunu hatırlatmaktadır. Çünkü, analizi bölüşüm sorunu etrafında genişletebilmek

için faydacıların yaptığı gibi farklı hanelerin faydalarının karşılaştırılması

gerekmekte, ancak Pareto böylesi karşılaştırmaları kabul edilemez bulmaktadır.49

Bergson (1983: 41-44), yeni refah iktisadının sıral faydayı kullanmadaki amacının,

normatif ilkeleri sınırlamaya yönelik olduğunu düşünmektedir.

49 Bergson, Pareto’nun Cours ve Manual’de Pareto optimizasyon ölçütlerini formüle ederken bireyler arası fayda karşılaştırmalarından sakınırken, 1913’teki denemelerinde, geleneksel Benthamcı olarak görülebilecek bir formülü benimsediğine dikkat çekmektedir. Pareto bu çalışmalarında, farklı bireylerin faydalarındaki değişmeleri toplayan, fakat bu faydaları karşılaştırılabilir yapan katsayılar eklendikten sonra faydaları toplamaktadır. Katsayılar politik olarak belirlenmiş bireylerin uygun gördüğü katsayıların ortalamalarını temsil etmektedir (Bergson, 1983: 43).

Page 60: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

56

Birey temelinden hareket etmekle birlikte, devletin ( ya da hükümetin) ortak

refah fonksiyonunun belirlenmesindeki yerini vurgulayan Pareto’yu, Bergson ve

Samuelson izlemiştir. Bergson-Samuelson sosyal refah fonksiyonunun temelde

Pareto yaklaşımından ayrılmadığı belirtilmektedir (Nath, 1969). Bergson-Samuelson

sosyal refah fonksiyonu, refah iktisadında kullanılan standart analiz aracı olmuş ve

Pareto yaklaşımına uyum sağlamıştır (Ng,1976: 59).

Sosyal refah fonksiyonu, değişik bireysel tercih sıralamalarının bir tek tercih

sırasına dönüşmesini sağlayan fonksiyonel bir ilişki, R= f(R1, R2, ....., Rm), ya da tüm

bireylerin yarar fonksiyonlarını kapsayan ve bireysel yararların toplamından oluşan

bir fonksiyon, W: W(U1, U2,...., Um), olarak tanımlanabilmektedir (Sönmez, 1987:

83).

Paretocu biçiminde Bergson-Samuelson SRF ise şöyle ifade edilmektedir

(Ng, 1976: 59):

W(x)= F[ U1(x), U2(x),...., Um(x)], ∂F/∂Ui>0

Bu ilişkide W sosyal refahın sıral göstergesi; Ui i’inci bireyin veri

tercihlerinin sıral göstergesi (i=1...m, m>2); x alternatif sosyal durumların veri bir

setinin tipik unsurudur. Sosyal refah bireysel refahların bir vektörü olarak ve

Paretocu biçiminde tanımlamakta ve ikisini karşılaştırmaktadır. Bireysel refahların

vektörü olarak sosyal refah aşağıdaki gibi tanımlanabilir:

W= (W1, W2,....., WI)

Wi, i’inci bireyin refahı ve I birey sayısıdır. Bireysel refah, bireyin

mutluluğunu göstermektedir. Mutluluğu ölçmenin zorluğundan kurtulmak için

bireyin kendi refahının en iyi yargıcı olduğu ve refahını ençoklaştırdığı

varsayılmaktadır. Kişi x’i y’ye tercih ederse x’te y’den daha mutlu olduğu

kabul edilir. Fayda fonksiyonu kişinin refahının sıral göstergesi olarak ele alınır.

Dolayısıyla, SRF yaklaşımı Pareto’cu analizi paylaşmaktadır. Sosyal refah bireysel

faydaların (sıral) vektörü olarak da tanımlanabilir:

W= (U1, U2,....., Ui)

Page 61: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

57

Bu ilişkide Ui i’inci bireyin sıral tercihlerini gösteren bireysel fayda

fonksiyonudur.

Bir vektörün diğerinden daha büyük olduğu ancak ve ancak onun bazı

unsurları daha büyük ve hiçbir unsuru diğer vektörün karşılık gelen unsurundan

küçük değilse söylenebilir. Sosyal refah vektör olarak tanımlanırsa, sosyal refahın

ancak ve ancak (Wi)’nin (ya da Ui) bazı i’ler için artıp, hiçbir i için azalmadığında

artacağı kabul edilir. Refah bazı bireyler için artar ve bazıları için azalırsa, sosyal

refahtaki değişme işaret ve büyüklük olarak tanımlanamamaktadır (Ng, 1979: 2-6).50

3.3. İkinci Eniyi Yaklaşımı: R. G. Lipsey ve K. Lancaster

İkinci En İyi Teoremi düzeltilmemiş dışsallıklar, eksik mal veya faktör

piyasaları, gelir dağılımı eşitsizliği veya dışsallıkları düzelten vergi veya

sübvansiyonlar dışında kalan vergi ve sübvansiyonlar gibi koşullarla ilgilenmektedir

(Nath, 1975: 41).

Bu teorinin yanıtlamaya çalıştığı sorular şu şekilde sıralanabilir: “Ekonomide

tüm koşulların yerine getirilmediği kabul edilirse, optimuma ilişkin yalnızca bir

koşulun gerçekleşmesi, kaçınılmaz olarak refah artışı sağlar mı? Veya, optimum

koşullardan bir tanesi gerçekleşmezse, tüm diğer Pareto koşulları iktisat politikası

açısından yol gösterici niteliğe sahip olabilir mi?” (Sönmez, 1987: 88-89).

İkinci En İyi Teorisi için iki temel yaklaşımdan söz edilebilir. İlki J.

Meade’nin yaklaşımı, ikincisi ise R. G. Lipsey ile K. Lancaster’ın 1957 yılında

yayınladıkları “The General Theory of Second Best” makale ile yazına giren Lipsey-

Lancaster yaklaşımıdır51.

Pareto ilkeleri genel olarak, toplumun optimum refah durumunda olup

olmadığını göstermektedir ve eğer toplum optimumda değilse, böylesi bir optimuma

ulaşmak için gerekli koşulları sergilemektedir. Pareto optimumuna ulaşmak için,

optimum koşulların eşanlı yerine getirilmesi gerekmektedir. İdeal duruma herhangi

50 Sosyal refahın diğer pozitif tanımı, faydacı, bireysel mutlulukların toplanması fikridir. Pareto öncesini işaret eden bu yaklaşıma göre sosyal refah, bireysel refah fonksiyonlarının toplamına eşittir: W = W1+ W2+.....+ WI = ΣI

i=1 = Wi (Harsanyi, 1955; Ng, 1979). 51 Meade’in yaklaşımı için bkz. (Sönmez, 1987 )

Page 62: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

58

bir nedenle ulaşılması olanak dışıysa ne yapılacaktır? Mümkün olduğunca çok

Paretocu koşul yerine getirilerek, optimuma en yakın noktaya mı gelinmeye

çalışılmalıdır? Yoksa, bu koşullar tamamen terk mi edilecektir? Lipsey ve Lancaster

yaklaşımının temel sorunu kabaca budur (Price, 1977: 31). Lipsey ve Lancaster’a

kadar, çeşitli nedenlerle Pareto optimumunun marjinal koşullarından bazıları ihlal

edilse dahi, koşulların büyük kısmı yerine getirildiğinde sistemin optimuma

yaklaşacağına inanılmıştır (Nath, 1969: 48).

İkinci en iyinin genel teorisini Lipsey-Lancaster şöyle açıklamaktadır: Bir

genel denge sistemine Pareto koşullarından birine ulaşılmasını engelleyen bir

sınırlama getirilirse, diğer koşulların yerine getirilmesi olanak dahilinde bile olsa,

artık optimum durumlar arzu edilebilir değildir (Lipsey ve Lancaster, 1956: 11).

Böylelikle ikinci en iyiyi şu şekilde tanımlamışlardır: Pareto optimum koşullardan

biri yerine getirilmezse, ikinci en iyi duruma ancak bütün diğer optimum koşullar

terk edilerek ulaşılabilir (s: 12-15).

Lipsey ve Lancaster, optimum için tanımlanan gerekli koşulların refahı

tanımlamak için yeterli olmadığı yönündeki görüşü paylaşmakta ve yeterli koşulların

ortaya konulması gerektiğini düşünmektedir. Buradan yola çıkan yazarlar, ikinci en

iyi teorisinin Pareto optimumunun refahı artıracak yeterli koşul içermediğini

kanıtladığını vurgulamaktadırlar (s: 17).

Lipsey ve Lancaster’ın iki önemli sonuca ulaştıkları gözlenmektedir:

Bunlardan ilki, bazı optimum koşullarının gerçekleştiği durumlar arasında öncelikli

bir tercih yapılamaz. Yani genelde ikinci en iyi probleminde karşılaşılan optimum

koşulları Paretocu optimum koşullarından ayrılmaktadır. Ayrıca ikinci en iyi

arayışında, Paretocu yaklaşımla kaynakların etkin dağıtımı sağlanamaz. Lipsey ve

Lancaster birincil problemin (birinci en iyi veya Pareto optimumu) çözümünü kabul

etmekle birlikte, ikinci en iyi problemine bir çözüm bulunmasının garanti olmadığını

belirtmektedirler. Söz konusu yazarlara göre, U ve F fonksiyonları Pareto

optimumunun elde edilmesi için göreli basit olan birinci dereceden koşulları yerine

getirmektedirler. Oysa ki, ikinci en iyi problemine ilişkin koşullar daha karmaşıktır.

Bu karmaşıklık ise ikinci dereceden türevlerin belirsizliklerinden kaynaklanmaktadır.

Bir başka deyişle, yazarların olumsuz görüşleri ikinci dereceden türevlerin ve üçüncü

Page 63: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

59

dereceden kısmi çarpraz türevlerin incelenmesindeki güçlüklerden

kaynaklanmaktadır. Hiçbir Pareto koşulunu yerine getirmeyen durumlar arasında

öncelikli bir tercih yapılamaz. Sonuç olarak Lipsey ve Lancaster Paretocu kısmi

iktisat politikasının geçersizliği sonucuna ulaşmıştır (Sönmez, 1987: 96)52.

B. Sosyal Seçim Teorisi

1. Olanaksızlık Teoremi: Kenneth Arrow

Arrow (1950), bireysel zevk veya tercihlerden yola çıkarak belli koşulları

yerine getiren bir toplumsal seçime ulaşma yöntemi bulmaya çalışmıştır. Bergson’un

sosyal refah fonksiyonunu kullanmış ve bu fonksiyonun demokratik bir toplumda

ortak tercih ya da seçim için taşıması gereken koşulları ortaya koyarak, söz konusu

koşulların hepsinin aynı anda yerine getirilmesi gerektiğini ileri sürmüştür. Koşullara

geçmeden önce rasyonel tüketici teorisinin bazı şartlarına eğilmiştir. SRF’nin bir

taraftan bireysel tercihleri yansıtması, diğer taraftan tutarlılık ve tamlık (ya da

genellik) özelliklerini sağlaması gerekmektedir.

Arrow’a göre kapitalist demokrasilerde toplumsal seçim için iki yöntem

vardır. “Politik” kararlar için oylama kullanılırken, “ekonomik” kararlar için piyasa

mekanizması kullanılmaktadır. Oylama ve piyasa yöntemleri, toplumsal seçimin

yapılmasında çok sayıda insanın tercihlerini birleştirme yöntemidir. Oylamayla bir

toplumdaki bireysel sıralamalar veya tercihler toplumun tüm bireylerine uygulanan

tek bir sosyal sıralamaya dönüşmektedir. Yani, Ri, i sayıda bireyin belli alternatif

durumlara ilişkin sıralamasını gösterirse, R bu bireysel sıralamalardan elde edilen

toplumsal sıralamadır. Arrow’un amacı demokratik bir toplumda Ri’lerden R’ye

geçme koşullarını belirlemektir.

Toplum, en çok tercih ettiklerini en üst sıraya yerleştirme anlamında rasyonel

davranmaktadır. Ortak tercihe ulaşmanın doğal yöntemi şöyledir: eğer toplumun

çoğunluğu birinci alternatifi ikinciye tercih ederse, ortak tercih birinci alternatif

olacaktır. Arrow aşağıdaki örnek aracılığı ile bireysel tercihlerden ortak tercihlere

geçiş yönteminin, sıral akılcılık koşulunu ihlal ettiğini göstermektedir.

52 Bu modelin matematiksel anlatımı için bkz. (Ek 2)

Page 64: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

60

Toplumda üç birey (x, y, z) ve bu bireylerin seçimine sunulan üç alternatifin

(A, B, C) bulunduğu varsayılsın. Bu durumda bireylerin tercih sıralamaları aşağıdaki

gibi olsun:

(APB: A B’ye tercih edilmiştir; AIB: Birey A ile B karşısında farksızdır.)

x: APB ve BPC (APC)

y: BPC ve CPA (BPA)

z: CPA ve APB (CPB)

Bir çoğunluk A’yı B’ye, diğer çoğunluk ise B’yi C’ye tercih eder. Dolayısıyla

toplumun A’yı B’ye B’yi de C’ye tercih edeceğini söyleyebiliriz. Eğer toplumun

rasyonel53 davrandığı kabul edilirse, A’nın C’ye tercih edileceğini söyleriz. Fakat

gerçekte diğer bir çoğunluk da C’yi A’ya tercih etmektedir.

Arrow’a göre akılcılığın ençoklaştırmayı içeren geleneksel tanımı kabul

edilirse, bireysel zevklerden türetilen bir sosyal maksimuma ulaşma, refah iktisadının

merkezindeki problemdir. Ancak, bireyler arası karşılaştırmaların zorluğu nedeniyle

vurgu, kimseyi kötü yapmadan birilerini iyi yapma anlamındaki zayıf optimum

tanımına kaymıştır (Arrow, 1950: 329).

Arrow, bir sosyal seçimin kabul edilebilir olması için aşağıdaki beş koşulun

birlikte yerine getirilmesi gerektiğini ifade etmiştir.

Koşul 1: (Ortak rasyonellik) SRF, her kabul edilebilir bireysel sıralama çifti

için tanımlanır. En az üç seçenek ve iki bireyin var olduğu bir durumda, sosyal refah

veya ortak seçim fonksiyonu, tüm bireysel tercih sıralamaları için ekonomik

seçeneklerin tamlık, yansıtıcılık ve geçişme özelliklerine sahip bir sıralamasını

gerçekleştirmek durumundadır.

Koşul 2: (Sosyal ve bireysel değerlerin pozitif bağlılığı) x sosyal durumu her

bireysel sıralamada (sıralamalarda değişme olmaksızın) yükseliyor ya da düşmüyorsa

53 Tercihlerin tutarlı olması anlamındaki rasyonellik tanımı ve genel olarak iktisatta rasyonalite kavramı için bkz. (Haussman ve McPherson, 1997: 23-64)

Page 65: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

61

ve bireysel sıralamalar değişmeden önce, x y’ye tercih edilmişse, x hala y’ye tercih

edilir. Yani bireysel sıralamaların tümünde veya bir kısmında ortaya çıkan

değişiklikleri sosyal refah fonksiyonu pozitif veya en azından negatif olmayacak

biçimde kaydetmelidir. (Arrow, 1950: 336)

Koşul 3: (İlgisiz seçeneklerden bağımsızlık) Veri alternatif setleri üzerinden

toplumun yaptığı seçim, sadece bu alternatifler arasından yapılan bireysel

sıralamalara bağlı olmalıdır.

Koşul 4: (Yurttaş egemenliği) SRF empoze edilmemeli.Yani topluma hiçbir

seçenek dışardan zorla kabul ettirilmemelidir. Koşul 2 ve 4 birlikte tüketici

egemenliğini ifade etmektedir.

Koşul 5: SRF tek bir kişi (diktatör) tarafından belirlenmemelidir. Yani bir

kişinin seçimi toplumun seçimi olmamalıdır.

Bu koşullar altında Arrow Olanak Teoremi54’ni şu şekilde tanımlamıştır:

Toplum üyelerinin seçebileceği en az üç alternatif varsa koşul 2 ve 3’ü sağlayan ve

Aksiyom 1 ve Aksiyom 255’yi sağlayan bir sosyal sıralamayı üreten her sosyal refah

fonksiyonu ya empoze edilmiştir ya da diktatoryaldir. Bireysel sıralamaların

doğasına ilişkin hiçbir ön varsayım yapılmazsa, oylama paradoksunu çözecek bir

oylama metodu yoktur. Benzer şekilde piyasa mekanizması da rasyonel bir sosyal

seçim yaratamaz” (Arrow, 1950: 342). Yani beş koşulu birden yerine getiren bir

sosyal refah fonksiyonu tanımlanamaz.

Arrow’a göre, sosyal sıralama bireysel sıralamalar tarafından

biçimlendirilmelidir ve iki alternatife ilişkin sosyal karar, verilen iki alternatif

dışındaki alternatiflere ilişkin bireysel isteklerden bağımsız olmalıdır. Bu koşullar

birlikte alındığında, diğer alternatif sosyal durumlarla ya da doğrudan ölçümün belli

bir biçimi ile olsun bireyler arası sosyal fayda karşılaştırmalarını dışlamaktadır.

54 Arrow’un teoremi olanaksızlık sonucuna ulaştığı için olanaksızlık teoremi olarak kullanılmıştır. Ancak, Arrow makalesinde bireysel seçimlerden sosyal seçime ulaşma olanağını aradığı için Olanak Teoremi demiştir (Arrow, 1950: 340) 55 Aksiyom 1: xRy veya yRx: En az biri olmak zorunda ancak ikisinin birden olma olasılığı da var. Veya kelimesi tercihlerden birini dışlamak için kullanılmıyor. Aksiyom 2: xRy ve yRz ise xRz’dir. Ya da xIy ve yIz ise xIz’dir. (R zayıf tercih ilişkisi, I farksızlık ilişkisi) (Arrow, 1950).

Page 66: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

62

Dolayısıyla Olanak Teoremi şu şekilde de ifade edilebilir: “Bireyler arası fayda

karşılaştırmaları olanağı dışlanırsa, bireysel zevklerden sosyal tercihlere geçmenin

tek yöntemi ya empoze edilmiş olacak ya da diktatörce olacaktır” (Arrow, 1950:

342).

2. Olanaksızlık Teoremi: Amartya K. Sen

Sen (1970), “Impossibility of a Paretian Liberal” makalesinde Pareto ilkesi ile

liberalizmin uyuşmadığını göstererek, sosyal seçim teorisi ve Arrow’un yaklaşımı

üzerinden farklı bir tartışma başlatmıştır. Sen, çoğunluk kuralı (majority rule)

yönteminin liberal olmadığı için eleştirildiğini belirterek, “bireysel özgürlüğün zayıf

formu” dediği şu tanımı yapmaktadır: Toplumdaki diğer şeyler veri iken, bir birey

beyazdan ziyade pembe duvarı tercih ettiği koşullarda, toplumdaki çoğunluk bireyin

duvarlarını beyaz görmeyi tercih etse dahi, bireyin buna sahip olmasına izin

vermelidir”. Sen, bireysel özgürlüğün zayıf formu tanımını kişiye özgü tercihler için

geliştirmiştir. Sen bu tanımın ardından aşağıdaki analizi yapmıştır:

Ri, i’inci bireyin bütün olası toplumsal durumlarını gösteren x kümesinin

sıralaması olsun. Toplumun n adet bireyden oluştuğu varsayılsın. R belirlenmesi

gereken toplumsal tercih ilişkisidir.

Tanım 1: A ortak seçim kuralı, n sayıdaki bireysel sıralamanın herhangi bir

kümesi için sadece bir toplumsal tercih ilişkisi tanımlayan fonksiyonel bir ilişkidir.

Ortak seçim kuralının özel bir durumu, Arrow’un SRF olarak adlandırdığı R’nin bir

sıralama olması gerektiği şeklindeki kuraldır.

Tanım 2: SRF bir ortak seçim kuralıdır. Sıralamaları sınırlayan bir aralıktır.

Daha zayıf gereklilik, her R’nin “bir seçim fonksiyonu” üretmesi gerekliliğidir, yani

alternatiflerin bütün altkümelerinde, “en iyi” alternatif olmalıdır ya da diğer bir

deyişle, bu altküme içinde en az diğer bütün alternatifler kadar iyi birkaç alternatif

bulunmak zorundadır (zorunlu olarak bir tane değil). Bu “toplumsal karar

fonksiyonu” olarak adlandırılır.

Tanım 3: Toplumsal karar fonksiyonu, seçim fonksiyonu üreten toplumsal

tercih ilişkilerini sınırlayan bir aralıktır.

Page 67: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

63

Arrow’un ortak akılcılık koşulu (Koşul 1) sadece ortak seçim kuralının

alanının keyfi olarak sınırlandırılmaması gerektiği gibi anlaşılabilir. Sen, bu

tanımlamaların ardından üç koşul sıralamıştır:

Koşul U (Sınırlanmamış alan): Her mantıklı olası bireysel sıralama seti ortak

seçim kuralı alanında bulunur.

Koşul P: Her birey x’i y’ye tercih ederse, toplum x’i y’ye tercih etmek

zorundadır. Sonuç olarak bireysel özgürlük koşulu zayıf biçiminde kullanılmaktadır.

Koşul L (Liberalizm): Herbir i bireyi için, en az (x,y) gibi bir alternatif çifti

var, bu birey x’i y’ye seçerse toplum x’i y’ye tercih etmeli ve bu birey y’yi x’e tercih

ederse, toplum y’yi x’e tercih etmelidir.

Sen, bu son koşul ile her bireyi en az bir sosyal seçimi belirleme konusunda

özgür bırakmaktadır.56 Sen bu koşulların ardından kendi olanaksızlık teoremini ileri

sürmüştür:

Teori 1: Koşul U, P ve L’yi eşanlı olarak sağlayabilen hiçbir sosyal karar

fonksiyonu yoktur.

Burada liberalizm koşulunu zayıflatan Sen, bu serbestinin herkese

verilmeyebileceğini, bireylerin belli bir altkümesine verilebileceğini belirtir. Ancak,

altkümenin anlamı olması için bir üyeden fazla olmak zorundadır. Sadece bir kişi

olursa diktatör ortaya çıkmaktadır.

Koşul L* (asgari özgürlük): En az 2 birey var. Öyle ki kişi en az 1 alternatif

çifti üzerinde karar verici pozisyonda, yani x, y çifti var. Kişi x’i (y’yi) y’ye (x’e)

tercih ederse, toplum x’i (y’yi) y’ye (x’e) tercih etmeli.

Asgari özgürlük koşulundan ikinci teorem ortaya çıkmaktadır:

Teori 2: Koşul U, P ve L*’ı eşanlı olarak sağlayabilen sosyal karar

fonksiyonu yoktur.57 Sen, teoremlerini şu örnekle açıklamaktadır: Örf ve adetlere

56 Örneğin, diğer şeyler bireyin ve toplumun geri kalanı için aynı kalırken, beyazdan ziyade pembe duvara sahip olma gibi.

Page 68: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

64

uygun olmayan bir kitap var. Erdemli (1) ve kolay aldatılabilir (ya da şehvet

düşkünü) karaktere (2) sahip iki kişi var. Bu iki kişinin kitaba ilişkin üç tercihi söz

konusu: Kitabı 1 okuyacak (x), kitabı 2 okuyacak (y), kimse okumayacak (z).

Birinci kişinin tercih sıralaması (z-y-x); ikinci kişininki ise (x-y-z) şeklindedir.

Seçim (x, z) arasında olsun. Liberal değerlere sahip biri 1’in tercihlerinin

dikkate alınması gerektiğini savunabilir; çünkü erdemli kitabı okumayı istemiyor,

bunu yapmaya zorlanamaz. Dolayısıyla toplum z’yi x’e tercih etmeli. Benzer şekilde

seçim (y, z) arasında olduğunda, liberal değerler 2’nin tercihinin belirleyici olmasını

gerektirir. Böylece y sosyal olarak z’den daha iyi olarak değerlendirilmeli.

Dolayısıyla liberal değerler açısından kimsenin okumaması 1’in okumaya

zorlanmasından iyi ve 2’nin okumasına izin verilmesi kimsenin okumamasından iyi.

Yani, toplum y’yi z’ye, z’yi x’e tercih etmeli. Bu kitabın 2’ye teslimi ile mutlu

şekilde bitebilir fakat bu bir Pareto inferior alternatif olduğundan, iki insana göre de

1’in okumasından daha kötüdür, yani x Pareto üstün y’dir. Düşünülen her çözüm

diğer çözümden daha iyidir. Pareto ilkesi ve liberalizm ilkesi veri iken seçim

tutarsızlığı ortaya çıkmaktadır.

Sen bu örnekle Pareto ilkesi ile liberalizmin uyuşmazlığını sergilemektedir.

Sen, birey özgürlüğünün kesin olarak garanti edilebilmesi için, toplumsal seçim

kurallarına bağlılığın yerine, kişisel seçimlere karşılıklı saygıya dayanan bireysel

değerlerin geliştirilmesine önem verilmesi gerektiğine inanmaktadır.

Arrow’un “Genel Olanaksızlık Teoremi”nde olduğu gibi Sen de

sınırlanmamış alan koşulunu kullanmıştır. Ancak Arrow’dan farklı olarak, toplumsal

tercihlerin geçişliliği varsayımına dayanmamıştır. Katı geçişliliği (strict transitivity)

de farksızlığın geçişliliğini de kullanmayan Sen, her bir seçim durumunda en iyi

alternatifin varlığını varsaymıştır. Toplumun x’i y’ye, y’yi z’ye tercih ettiği ve z ile

x’in farksız olduğu durumun geçişsizlik nedeniyle Arrow tarafından ele

alınamayacağına dikkat çeken Sen, bu durumu dikkate almasını, alternatif x’in en az

diğer iki alternatif kadar “en iyi” olmasına bağlamaktadır.

57 Bu teoremin kanıtı için bkz. (Ek 3).

Page 69: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

65

Koyduğu gerekliliklerin çok ılımlı olmasına rağmen hala olanaksızlığın

ortaya çıktığını ifade eden Sen, Arrow’un çok tartışmalı ilgisiz alternatiflerin

bağımsızlığı koşulunu da kullanmamaktadır. Bu koşulun rahatlatılmasının Arrow

ikileminden kaçışın cazip bir yolu olarak göründüğünü dile getiren Sen, teoremin bu

koşul empoze edilmeden de tuttuğunu göstermiştir. Pareto ilkesini Arrow’da olduğu

gibi zayıf formunda kullanan Sen, biri x’i y’ye tercih ettiğinde ve herkes x’in en az y

kadar iyi olduğunu söyleyince x’in sosyal olarak iyi olduğunu zorunlu olarak

gereksinmemiştir. Sen, herkes x’i y’ye tercih ettiğinde x’in sosyal olarak y’den iyi

olma zorunluluğunu ihlal edecek ortak seçim kuralına sahip olma olasılığına izin

vermektedir.

3. Amartya K. Sen’nin Olanıksızlık Teorisi Üzerine Tartışmalar

Sen’in makalesinin ardından Pareto ilkesi ve liberalizmin uyuşmazlığına

ilişkin bir dizi tartışma yaşanmıştır. Fine (1975), Sen’in liberalizm anlayışını, “belli

kişisel alternatifler üzerinde birey kendi tercihlerini yapabilmeli” şeklinde ifade

ederek, Sen’in liberalizminin sosyal seçimde bir koşul olarak ortaya çıktığına dikkat

çekmektedir. Sen’in kitap örneği üzerinden yaptığı analizin ise bireysel ve toplumsal

liberalizm ayrımı yapmadığı için biçimsel kaldığının altını çizmektedir.

Sınırlanmış (diğerinin tercihini gözeten) bireysel tercihleri gündeme getirerek

analizini genişleten Fine, başkası tarafından yapılabilen seçim üzerinden tercih

olasılığını kullanmıştır. Sen’in verdiği kitap örneğini takip eden Fine, “kitabı okuma

kararını sizin vermenizi tercih ederim, fakat, okumama yönünde karar vermeniz daha

iyi olur” ifadesinin ne tutarsız ne de liberallikten uzak olduğuna dikkat çeker. Bu

durumda tercihler diğerinin tercihlerine bağlanmaktadır. Bu ilişki karşılıklı ise,

bireylerin karşılıklı bağımlı tercihlere sahip olduğu söylenmektedir.

Fine ayrıca, gerekli istekler ve bireysel istekler ayrımı da yapmıştır. Buna

göre, A ve B gibi iki kişi ve x gibi tek bir seçenek olsun. B x’i isterse A x’i istiyor. A

x’i, B’nin x’i istemesini isteyince istiyorsa, A gerekli olarak x’i istiyor demektedir.

Bir birey bireysel özgürlüğü ihlal etmeden gerekli bir isteği açıklayabildiği için

gerekli istekler analize katkı sunmaktadır. Gerekli isteğin tatmini, diğer şeyler

eşitken, Pareto ölçütüne bağlı kalınırsa, arzu edilir olmaktadır, öyle ki gerekli istekler

Page 70: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

66

Paretocu bir toplumda karar vermeye katkı sunar. A ve B ikisi de gerekli olarak x’i

istiyorsa x Pareto optimaldir.

Gerekli istek tanımı üzerinden kitap örneğine tekrar dönersek, şehvet düşkünü

esasen erdemlinin kitabı okumasını istiyor. Ancak ikinci tercihi kendisinin de kitabı

okumaktan yana kullanıyor. Erdemli esasen şehvet düşkününün de kendisinin de

kitabı okumasını istemiyor. Bu durumda şehvet düşkününün gerekli isteği

erdemlininki ile çelişiyor (tersi de doğru).

Sosyal seçim için liberal ve erdemli z’yi x’e tercih edebilir (şehvet düşkünü

x’i z’ye tercih ettiği için liberal değil). Şehvet düşkünü tarafından y z’ye tercih

edilebilir (fakat erdemli liberal değil). Sonuç olarak ittifakla xPy olabilir. (ikili seçim

üzerinde Pareto ölçütünün zayıf formu). Bu topluma xPyPzPx gibi bir çevrim ve

olanaksızlık verir. Fakat Fine’a göre bu sonuç sürpriz değil, çünkü ittifakla liberal

olmayan sosyal seçim koşulları olan bir toplumda liberalizm karşıtlık üretmek

durumundadır. Yukarıdaki tartışma bireysel ve toplumsal liberalizm ayrımı

yapmadığı için biçimsel kalmaktadır. Buna rağmen, bireysel tercihlerin

liberalleştirilmesi ile olanaksızlığın önlenebileceğinin gösterilmesi yeterlidir.

Eğer ikisi de kendi gerekli isteğinin isteklerinden daha önemli olduğunu

düşünüyorsa, şehvet düşkününün kitabı okuması ve erdemlinin kitabı okumaması

Pareto etkin değildir, çünkü her ikisi, erdemli kitabı okursa ve şehvet düşkünü

okumazsa daha iyi duruma geliyor. Bu bir çelişki değil fakat tanımlandığı haliyle

bireysel liberalizm, liberal topluma ilişkin fikri oluşturmada yetersiz kalmaktadır.

Çünkü, liberal toplum erdemlinin kitabı okumadığı, şehvet düşkününün kitabı

okumadığı bir toplumdur.

Fine, liberal toplumda her bireyin kitabı okuyup okumamaya kendisi karar

vereceğini hatırlatarak, şehvet düşkünü kitabı okumayı seçer, erdemli okumamayı

seçerse, Pareto etkin olmayan sonuç ortaya çıkmakta ve olanaksızlık teoremi

tutmaktadır. Ancak, Fine seçimlerin özgür yapılıp yapılmadığının bilinmediğine

dikkat çekerek, tutuklunun çıkmazının değişik bir biçiminin ortaya çıktığını dile

getirir. Erdemli kitabı okumamayı, şehvet düşkünü okumayı seçmektedir, fakat eğer

her biri bireysel olarak kendi çıkarına göre davranırsa, toplum için sonuç Pareto

Page 71: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

67

etkinsiz olmaktadır. Sosyal liberalizm yerine bireysel liberalizm seçilirse, (herkesin

kararını kendisi vermesi anlamında), Paretocu bir toplumda olduğu için bu sosyal

liberalizmi ifade etmektedir.

Fine’a göre, erdemlinin (şehvet düşkününün) tercihleri yukarda gösterildiği

gibiyse, sosyal seçim erdemlinin kitabı okumamasını (şehvet düşkününün okumasını)

getirecektir. Bu Pareto ölçütü ile birleşince Sen’in olanaksızlık teoremi ortaya

çıkmaktadır. Bireysel liberalizm (diğerlerinin tercihlerine saygılı olma anlamında) ile

Pareto koşulu liberal bir toplumu üretmek için yeterli gelmemektedir.

Ng (1971), Sen’in olanaksızlık teoreminin tercihlerin göreli yoğunluğu

hesaba katılmadığı durumda geçerli olduğunu belirterek, Pareto ilkesi ve liberalizmin

doğasında çelişkili olmadığını ileri sürmektedir.

Sınırlanmamış alan koşulu ile Pareto ilkesi ve liberalizmin uyumsuz hale

geldiğini savunan Ng, Koşul L’nin, bazı bireylerin “özel meselesi” (kişinin duvarının

rengi gibi) olması gereken seçimlerde toplumun bireye belirleyici olma gücü

tanıması gerektiğini ifade ettiğini kaydetmektedir.

Genel Olanaksızlık Teoremi’nde sadece sıral tercihler dikkate alındığı için

geçerli olduğunu dile getiren Ng, tercih yoğunluğu ya da sayal sosyal seçim

yaklaşımları kullanıldığında, sosyal seçim paradoksunun çözülebileceğini öne

sürmektedir. Sayal faydanın bireyler arası karşılaştırmanın bir çeşidi olarak

kullanıldığını belirten Ng, sosyal seçim probleminin bireysel tercihlerden sosyal

tercih ya da seçim fonksiyonunu türettiğini anımsatmaktadır. Dolayısıyla, bireyler

arasındaki tercih yoğunluklarını karşılaştırmak için bir yöntem yoksa, bu

yoğunluklara ilişkin bilgi çok fazla yardımcı olmamaktadır. Bununla birlikte, farklı

bireylerin tercih yoğunluklarını bilmek ve karşılaştırmak zor olduğu için, liberalizm

bu zorluklar göz önüne alındığında sosyal seçim problemine kısmi çözüm

getirebilmektedir. Kişiye özgü meselelerin çoğunluk oylaması ile kararlaştırılması

arzu edilmediğinden, böylesi durumlarda liberalizm çoğunluk kuralına bir alternatif

olarak görülebilmektedir.

Page 72: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

68

Sen’in koşulları açısından durumu değerlendiren Ng, Koşul L’nin

uygulanabildiği her yerde, Koşul U’nun genellikle uygulanamayacağını

belirtmektedir. Birey 1’in x ve y alternatifleri üzerinde belirleyici güce sahip olduğu

yerde, diğer bireyler y’yi x’e tercih edememektedirler.

Sen’in ortaya koyduğu Koşul L ve Koşul U birlikte ele alındığında Pareto

ilkesi genelde sürdürülemez olmaktadır. Koşul L’nin liberalizmi yeterince

veremediğini belirten Ng, bundan dolayı liberalizmin doğal olarak Pareto ilkesi ile

tutarsız olduğunun ileri sürülemeyeceğini ifade etmektedir. Ng’ye göre, Sen’in

teoremi mantıksal olarak geçerli olsa da, pratikte önemi azalmaktadır. Bu,

liberalizmin pratiğinin her zaman Pareto ilkesi ile tutarsız olduğu sonucuna

götürmemektedir Ng’yi. Sen’in kitap örneğinde liberalizmin Pareto ilkesi ile

çelişkide olmasının nedeninin, bir bireyin kitabı okumasının dışsal olarak diğerini

etkilemesinde gören Ng, liberalizmin okuma kişinin “kendi işi” olması gerektiği

varsayımının bu durumda ihlal edildiğine dikkat çekmektedir. Ng, liberalizm ve

Pareto ilkesi arasındaki uyuşmazlığın kaynağını şu şekilde ifade etmektedir:

“Liberalizmin uygulaması 10 olayın dokuzunda sosyal iyileşmeye yol açmaktadır,

fakat Sen’in örneğinde olduğu gibi tersi de olabilir. Liberalizm, kişi neden

hoşlanıyorsa yapabilir anlamına gelmiyor; liberalizm, sadece kişi diğerlerini önemli

ölçüde etkilemediği sürece istediği şeyi yapmasına izin verir. ...liberalizmin

uygulanması genellikle mutlaka bazı “etkinsizliklerle” sonuçlanır. Bu, Pareto ilkesi

ile liberalizmin ruhunun doğasında tutarsızlığından ziyade pratik uygunluk

gereğinden kaynaklanmaktadır” (Ng, 1971: 1400).

Peacock ve Rowley (1972) Sen’in liberal değerlerin Pareto ilkesi ile çatıştığı

iddiasını gelirin yeniden dağılımı ile ele birlikte ele alarak, özellikle piyasa

tökezlemesi ve kamu sektörünün genişlediği yerlerde liberal değerler ile Pareto

ilkesinin birleştirilmesinden çekinilmesi gerektiğine inanmaktadır. “Sosyal ve politik

felsefeden türetilen liberal politika önerileri Pareto ilkesiden türetilen ekonomik

etkinlik tartışmalarının altında yatanlardan çok daha kapsamlıdır” diyen yazarlar,

Paretocu refah iktisadına yerleşmiş bulunan değer varsayımlarının liberal bakış açısı

ile çok yakın ilişki içinde olduğunu, özellikle Paretocu refah iktisadının tüketici

Page 73: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

69

egemenliği kabulünün liberal bakışla yakın ilişki içinde olduğunun uzun bir süre

varsayıldığını belirtmektedirler.

Sen’in, liberal değerlerin Pareto ilkesi ile çatıştığını, gelir dağılımı paterni

üzerine yazanların da Pareto ölçütünün yeniden dağılımı nakit olarak değil, fikir

olarak desteklediğini gösterdiğini aktaran yazarlar, liberallerin politika önerilerinin

Paretocu refah ölçütü ile uyuşmadığında üzülmeleri ya da rahatsızlık duymaları için

gerek olmadığını ve liberal konum ile iddia edilen tutarsızlığın bir mitten öteye

gitmediğini ileri sürmektedirler.

Paretocu refah iktisadının temel değer yargısı olan bir bireyin refahını artıran

bir değişimin (kaynak dağılımındaki bir değişim) kimsenin refahını düşürmemesi

durumunda sosyal refahı artırıcı kabul edilmesi, açıkça farklı bireylerin ekonomik

refahını karşılaştırmayı imkansız olarak görmektedir. Bir değişme birilerinin refahını

diğerlerinin refahı pahasına artırdığında, Pareto modeli sessiz kalmaktadır. Telafi

ilkesi bunu aşabilecek gibi görünmesine rağmen pratik problemler çıkmaktadır.

Kaldı ki ilke telafi edilme potansiyeline odaklanmaktadır. Yazarlara göre bu nedenle

Pareto ilkesi kamu politikası yaklaşımında statükoyu sürdürme yanında tavır

almaktadır.

Yazarlar, liberal felsefenin, bireysel özgürlük üzerine konan devlet ya da özel

kesimlerden kaynaklanan sınırlamaları maddi refahtan fedakârlık pahasına da olsa

minimize etmek istediğini belirterek, ekonomik etkinlik üzerinden oluşturulan

ekonomik özgürlüğün liberal felsefe için ikincil bir destekten fazlasını

sağlamayacağına dikkat çekmektedirler.

Liberal felsefe bireysel özgürlüğe temel tehdidin, ekonomik ve politik gücün

yurttaşlar, bürokratlar ya da devlet elinde yoğunlaşmasından kaynaklandığına

inanmaktadır. Gücün ortaya çıkmasını önleme ve var olan gücü dağıtma konusunda

piyasada var olan mekanizmalar daha iyi test edilebildiği ve bunlara kamu

sektöründeki eşdeğer mekanizmalardan daha çok güvenildiği için, liberaller kamu

sektörünün büyüklüğünü sınırlamak ve devletin yasa düzenini sürdürme anlamındaki

temel önemini vurgularken, ekonomik önemini perdelemektedirler. Yazarlara göre,

liberaller açıkça piyasa süreci aracılığıyla gönüllü mübadeleyi teşvik eden sistemi ve

Page 74: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

70

rekabetçi kapitalizmin böylesi bir sisteme en güçlü korumayı sağladığı inancını

tercih etmektedirler. Ayrıca, demokratik gelenek içinde köklenen adem-i

merkeziyetçi hükümet inancı ve devletin kendini oluşturan bireylerden bağımsız

olduğuna ilişkin felsefeye de büyük düşmanlık beslemektedirler.

Yazarlar, liberal felsefe ve Pareto ilkesi arasındaki ilişki hakkındaki

düşüncelerini şu şekilde bağlamaktadırlar:

Liberal felsefenin, Pareto ilkesinin bireylerin refahına doğrudan ilgi gösteren ve

herhangi bir organik devlet kavramını reddeden birinci değer varsayımı ile

problemi yoktur. Bununla birlikte, liberalizm ile Pareto ilkesinin hayati ikinci

varsayımı (sosyal refah bireysel refahların fonksiyonudur şeklindeki) arasında

karşılaştırma yapma gereği yoktur. Problem bireylerin piyasa tökezlemesine

neden olacak ya da uygulanabilir piyasa çözümünün bulunduğu koşullar altında

var olan bürokrasiyi koruma yönünde bir tercih açıklaması durumlarında ortaya

çıkmaktadır. Pareto ilkesi açıktır- bireysel tercihler nihai hakemdir. Fakat

liberal, piyasa mübadelesine pozitif fayda yükleyen geniş değer sistemi içinde

durumu değerlendirmek zorundadır ve kamu politikasının ekonomik teorisini

çok fazla saran tarafsız ve her şeyi bilen hükümet kavramına kuşkuyla yaklaşır

(Peacock ve Rowley, 1972: 489).

C.Piyasa Merkezli Refah İktisadına Eleştirel Bir Bakış: Amartya K. Sen

Amartya Kumar Sen, neoklasik iktisada getirdiği eleştiriler ve bu geleneğin

araç, yöntem ve kavramlarına alternatif olarak geliştirdiği kavramlarla dönemin en

önemli iktisatçıları arasında sayılmaktadır.58 Kalkınma ve refah iktisadı yazınına

yaptığı teorik katkıların yanı sıra yoksulluk sorununa ilişkin yaptığı ampirik

çalışmalarla da önemli katkılarda bulunmuştur. Yoksulluğu yiyecek yetersizliğiniin

sonucu olarak değil de bölüşüm problemi olarak görmesi Sen’i neoklasik

iktisatçılardan farklılaştıran önemli özelliklerindendir (Devereux, 2001: 258). Sen’in

yaklaşımı, piyasa ve neoklasik iktisat karşıtı olarak tanımlanmaktadır (Desai, 2001:

213). Dolayısıyla rekabetçi piyasa mekanizması ile refah arasında Pareto optimumu

kavramı üzerinden kurulan doğrudan bağlantıya en güçlü eleştirilerden biri Sen’den

gelmiştir. Sen Paretocu refah iktisadının sorunlarını ortaya koymanın yanı sıra refah

Page 75: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

71

kavramına yaklaşımın tamamen değişmesi gerektiğine vurgu yapmış, alternatif

olarak da “eylem kapasitesi” (functioning) ve “yapabilirlik” (capability) kavramlarını

sunmuştur. Bu kavramlar aracılığıyla Sen ne bireyin ne de toplumun refahının

ekonomik alanla sınırlanamayacağını göstermiştir. Sen, temelde genel olarak klasik

ve neoklasik iktisadın birey (homo economicus) kavramlaştırmasına özelde refah

iktisadının tanımlanan bu bireyin egemenliğine dayalı analizlerine ve refahın

malların varlığı ve yokluğına ya da azlığı ve çokluğuna bağlı olarak tanımlanmasına

karşı çıkmıştır. Sen, refahın ekonomik refah ve genel olarak refah olarak ayrı ayrı ele

alınmasının yarattığı problemlere dikkat çekerken, mal uzayından yapabilirlik

uzayına geçilmesi gerektiğini dolayısıyla rekabetçi piyasaya bağımlı bir refah

analizinden uzaklaşılması gerektiğini savunmaktadır.

Bu bölümde Sen’in yukarda genel hatları verilen yaklaşımı incelenirken, ilk

aşamada Sen’in refah iktisadına ilişkin değerlendirmeleri genel olarak verilecek,

ardından alternatif olarak gündeme getirdiği kavramlar ve katkıları incelenecektir.

Sosyal seçim teorisi alanındaki yaklaşımı daha önceki bölümde ele alındığı için bu

bölümde tekrar girilmeyecektir.

Sen (1979), refah iktisadının özelliklerini refahçılık (welfarism), sıral fayda

yaklaşımı, faydaların karşılaştırılamazlığı ve Pareto tercih kuralı şeklinde

sınıflandırmakta ve aşağıdaki şekilde tanımlamaktadır:

Refahçılık, sosyal refah, bireysel fayda düzeylerinin bir fonksiyonudur, yani

herhangi iki sosyal durum bütünüyle bu iki duruma ilişkin bireyseler faydalar

temelinde sıralanmalıdır (durumların fayda dışı özelliklerine bakılmamaktadır).

Diğer taraftan sıral yaklaşım, sosyal refah yargılarında sadece bireysel fayda

fonksiyonlarının sıral özellikleri kullanılmalıdır. Bunlar sırasıyla;

Karşılaştırılamaz faydalar: Sosyal refah sıralaması, farklı bireylerin

faydalarının karşılaştırılmasından bağımsız olmalıdır.

Pareto tercih kuralı: Herkes x’te en az y’deki kadar faydaya sahipse ve

bazıları x’te y’den daha çok faydaya sahipse x y’den sosyal olarak daha iyidir.

58 Sen 1998 yılında Nobel İktisat Ödülünü almıştır.

Page 76: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

72

Sen’e göre, refahçılık, ortak seçim yazınında kullanılan “yansızlık”

koşulunun güçlü bir versiyonudur ve herhangi bir durum çiftinin sosyal

sıralamasının, durumların fayda dışı özelliklerine karşı tarafsız olmasını talep eder,

yani dikkat özellikle alternatif durumların fayda bilgisine yönelik olmak zorundadır.

Sen, refahçılık ile Pareto tercih kuralının birleştirilmesini doğal görmektedir. Çünkü

sosyal refahın –bireysel faydaların bir fonksiyonu olduğu sürece- bu faydaların artan

bir fonksiyonu olması beklenmelidir. Buradan Pareto içerikli refahçılık tanımına

geçilmektedir. Buna göre, sosyal refah, kişisel fayda düzeylerinin artan bir

fonksiyonu olması dolayısıyla hem refahçılık hem de Pareto tercih kuralını

sağlamaktadır (Sen, 1979: 538).

O’na göre faydacılığın refah iktisadına klasik yaklaşımı geri getirmektedir.

Faydacılık, farklı bireylerin kişisel çıkarlarını toplayarak sosyal çıkara ilişkin

yargıları elde etme şeklinde ifade edilebilecek faydacı hesabı kullanmaktadır (Sen,

2001: 58). Toplumun toplam faydasına yoğunlaşan faydacılık Sen’e göre bu

toplamın dağılımına karşı ilgisizdir (Sen, 1999: 351). Faydacılık, Pareto içerikli

refahçılığı getirmekte, bireyler arasında karşılaştırma yapılabileceğini kabul etmekte

ve sayal bireysel fayda yaklaşımını benimsemektedir. Refah iktisadının bireyler arası

karşılaştırmaların yapılabilirliği ve faydanın sayal kabul edilmesine itirazı ile sıral

fayda yaklaşımı ve faydaların karşılaştırılamazlığı sağlanması gereken ek özellikler

olarak ortaya çıkmıştır. Sen, yeni refah iktisadının, tüm bu özellikleri meşru kabul

ettiğini belirterek, Arrow’un öncülük ettiği sosyal seçim teorisinin de Pareto ilkesinin

ve refahçılığın zayıf versiyonunu kullanmasına rağmen bu koşulları kabul ettiğini

dile getirmektedir. Sen’e göre, standart genel denge teorisinde, Pareto opimalite ve

ilgili ölçütlere yoğunlaşan refah iktisadı önermeleri, sıral ve karşılaştırılamaz

faydalarla birlikte Pareto içerikli refahçı çerçevenin ötesine gitme ihtiyacı da

duymamıştır.

Ancak Sen, faydacılığın refah iktisadının şekillenmesinde etkili olduğunu da

teslim etmektedir. 1930’larda refah iktisadında Robbins’in eleştirileri ile başlayan

değişim süreci, faydaların toplanabilirliği varsayımı (sayal fayda) ile birlikte

faydaların karşılaştırılabilirliğine de yönelmiş ve bireyler arası fayda

karşılaştırmalarının bilimsel olmadığı sonucuna varılmıştır. Bu yönelimi eleştiren

Page 77: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

73

Sen, refah iktisadının bu tepkilerin sonucu olarak bireyler arası karşılaştırmaları

yapmaksızın farklı bireylerin sosyal durumlara ilişkin yaptıkları sıralamalar üzerine

temellerini attığına dikkat çekmektedir. Sen, faydacılık ve faydacı refah iktisadının

bireyler arasındaki fayda dağılımı konusunda yaklaşımlarının oldukça farklı

olmasına karşın, bireyler arası karşılaştırmaları dışlayan yeni sistemin sosyal seçimin

çizdiği bilgisel temele indirgendiğinin altını çizmektedir. Çünkü, farklı bireylerin

fayda sıralamalarının bireyler arası karşılaştırmalar yapılmaksızın kullanılması,

analitik olarak sosyal seçimi yaparken oylama bilgisinin kullanımına oldukça

benzemektedir (Sen, 1999: 352).

1. Fayda Kavramının Sınırları ve Eylem Kapasitesi

Sen’in refah iktisadına temel eleştirisi onun refah algılayışını fayda kavramı

ve fayda bilgisi ile sınırlamasıdır. Sen’in genelde iktisat bilimine özelde ise refah

iktisadına getirdiği katkı, insan potansiyelinin geliştirilmesini refah ve kalkınma için

temel önerme olarak kabul etmesidir. Sen’e göre iktisat, eylem kapasitelerinin

geliştirilmesine eğilmelidir. Sen’in bu düşünceleri geleneksel iktisadi görüşle keskin

bir karşıtlık oluşturmaktadır. Çünkü, geleneksel iktisadi görüş daha fazla malın daha

etkin biçimde üretilmesine ve sonuçta faydanın ençoklaştırılmasına çalışmaktadır.

Sen bu nedenle, serbest mübadelenin bireylerin refahını ençoklaştıracağını savunan

geleneksel refah iktisadına karşı eleştirel bir konumda bulunmaktadır59 (Pressman,

2000: 92).

Sen (1997), klasik fayda teorisine getirdiği eleştirinin yanında J. Rawls’ın

adalet teorisini de kabul etmemiştir. Rawls da Sen gibi geleneksel refah iktisadı ve

faydacı ahlakın dayandığı fayda kavramını eleştirmektedir. Rawls faydanın bireysel

avantajların değerlendirilmesinde kullanılan tek kavram olmasını kabul etmemekte,

refahçılığı reddetmektedir. Rawls fayda yerine “birincil mallar” kavramını ortaya

atmıştır. Birincil mallar, kişinin amaçlarına ulaşması için gerekli araçlar, haklar,

özgürlükler, olanaklar, gelir, servet ve kişinin kendine saygısının sosyal

temellerinden oluşmaktadır.

59 Sen’in piyasa mekanizmasının iktisattaki analizine ve Pareto optimumu ile ilişkisi hakkındaki görüşleri ve piyasa özgürlük bağlantısına ilişkin değerlendirmeleri için bkz. (Sen, 1993)

Page 78: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

74

Sen, Rawls’ı aynı birincil mal sepetine sahip olmasına karşın yine de insanlar

arasında eşitsizlik olabileceğine dikkat çekerek eleştirmiş ve birincil mallar

yaklaşımını yetersiz olarak değerlendirmiştir. Sen, aynı birincil mal sepetine sahip ya

da daha büyüğüne sahip olmasına karşın (örneğin daha pahalı zevkleri olduğu için)

daha az mutlu olan bir insanın varlığı durumunda Rawls için fayda uzayında

adaletsizliğin söz konusu olamayacağını belirtmektedir. Çünkü Rawls kişinin

tercihlerinin sorumluluğunu alması gerektiğini savunmaktadır. Sen eşitsizlik

sorununun analizi için ne birincil mallar ne de fayda uzayının uygun olduğunu

düşünmektedir. Çünkü kişinin amaçlarına ulaşmak için sahip olduğu gerçek

olanaklara yoğunlaşıldığında kişinin sahip olduğu birincil mallar yeterli gelmemekte,

kişisel özelliklerine de (sakatlık, yaşlılık, hastalık gibi) bakılması gerekmektedir

(1997: 196-197).

Refahçılık, faydacılık ve Rawls’ın yaklaşımına getirdiği eleştirilerle birlikte

Sen “eylem kapasitesi” (functioning) kavramını ortaya atmıştır. Eylem kapasitesi,

kişinin yapmak ya da olmak isteyebileceği çeşitli şeyleri yansıtmaktadır. Değerli

eylem kapasitesi (valued functionings) kavramı ise yeterli beslenme gibi temel

olanlardan ayrılmakta, daha karmaşık faaliyetler veya toplum içinde yer alma,

özsaygıya sahip olma gibi kişisel durumları ifade etmekte kullanılmaktadır. Kişinin

“yapabilirlikleri” ise kişinin ulaşabileceği işlevselliklerin alternetif bileşimine

gönderme yapmaktadır. Sen’e göre yapabilirlik, bir tür özgürlük (freedom)’tür:

Yapabilirlik alternatif eylem kapasitesi bileşimlerine ulaşmak için özsel (substantive)

özgürlük (yani çeşitli hayat tarzlarını elde etme özgürlüğü)’tür (Sen, 2001: 75; Sen,

1997: 199-203). Ya da malik olunan veya ulaşılan mal ve hizmetleri kullanabilme ve

bireysel-sosyal haklardan yararlanabilme, bunlara ulaşabilme kapasitesidir (İnsel,

2000: 17).

Sen’e göre, kişinin sahip olduğu her bir eylem kapasitesi reel sayılarla

gösterilebilir ve böylece kişinin aktüel başarısı işlevsellik vektörü olarak görülebilir.

“Yapabilirlik seti” kişinin seçebileceği alternatif eylem kapasitesi vektörlerinden

oluşur. Kişinin işlevsellik kombinasyonu onun aktüel başarısını gösterirken, yeti seti

kişinin seçebileceği alternatif eylem kapasitesi bileşimlerinden başarma özgürlüğünü

sergiler (Sen, 2001: 74-76; Sen, 1997: 199-203).

Page 79: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

75

Sen, fayda kavramının sınırlarını görerek, faydayı refah yerine eylem

kapasitesi olarak tanımlamayı tercih etmiş ve böylece, eylem kapasitesi olarak

tanımlanan fayda, seçim ve özgürlük kavramları içinde ifade edilen sorunsala

yaklaşmıştır. Sen’e göre refah yegane değer değildir ve fayda refahı tatmin edici

biçimde temsil etmez. Ancak, faydacı geleneğin ve refah iktisadının sonuçcu

yapısına karşı çıkan Sen, eylem kapasitesinin ortaya çıkardığı ürünle değil

kapasitenin kendisiyle ve geliştirilmesiyle ilgilidir. Dolayısıyla, “özgür kişi A

amacına ulaşmıştır” gibi bir ifade Sen’i ilgilendirmez. O’nun için değerli olan

özgürlüğün kendisidir, onunla elde edilenler değil. Dolayısıyla Sen, özgürlüğün,

kişinin değer verdiği amaçlara ulaşmak için fırsat sunması olarak tanımladığı “fırsat

boyutu” kadar, kişinin seçim sürecinde bağımsızlaşabilmesi anlamındaki “süreç

boyutu” ile de ilgilenmektedir (İnsel, 2000: 16; Sen,1993: 522). Sen mallardan

ziyade insanlar üzerine yoğunlaşmaktadır. Yapabilirlik, temel ihtiyaçlar, yetkinlik

(entitlement) gibi kavramlar buna izin vermektedir. O’na göre, fırsat eşitliği refah

için en önemli unsurdur. Önemli olan insanların gelirleri ile ne alabileceği değil, ne

yapabileceğidir (Pressman, 2000: 96). Özgürlük istenildiği gibi yaşama yetisi

tarafından değerlendiriliyorsa (ve kalkınma özgürlüğün artırılması ile sağlanacaksa),

meta uzayı özgürlüğü değerlendirmek için uygun değildir (Sen, 1993: 532).

Sen, bireysel eylem kapasitelerinin bireyler arası karşılaştırma yapmak için

fayda karşılaştırmalarından daha uygun olduğunu düşünmektedir (Sen, 2001: 76).

Sen, refah iktisadının Robbins’i takip ederek bireyler arası karşılaştırmalardan

bilimsellik adına uzaklaşmasını ve Paretocu çizgisini eleştirmektedir. Sen’e göre,

Pareto etkinlik fayda dağılımına (ya da gelir) karşı bütünüyle ilgisiz kalmakta ve

bölüşüme dair yargılarda bulunmaktan kaçınmaktadır. Ayrıca Pareto ilkesini temel

alarak teorisini kuran refah iktisadının eşitsizlik sorununu ele almaya elverişli

analitik ve teorik olanaklar sunamamaktadır (Sen, 1993: 521; Sen, 1997: 195). Bu

nedenle müthiş bir açlıkla çok büyük bir bolluğun aynı yerde, yan yana olmasını bir

optimal denge noktası olarak kabul edebilir. Bu durum, iktisadın refah toplumu ve

ona ulaşmak için önerdiği refah ekonomisi yöntemlerinin ahlaken kabul

edilebilirliğinin sorgulanmasını gerektirir. İnsel’e göre, Sen Pareto optimumuna

yönelttiği eleştirlere karşın onun kuramsal geçerliliğini reddetmez ama geçerlilik

alanını daraltır. Sen’e göre refah ekonomisi, kendini etik dışı tuttuğundan ve

Page 80: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

76

faydanın bireyler arasında karşılaştırmasından vazgeçtiğinden beri, çok büyük bir

içerik fakirleşmesi yaşamıştır (İnsel, 2000: 13).

Sen, herkesin kapsamlı avantajını değerlendirebilecek ve bireyler arası

karşılaştırma yapabilecek tek bir homojen şey (“gelir” ya da fayda” gibi) varsayıp

meseleye gözü kapatmanın (ihtiyaçların, kişisel durumların ve diğer başka şeylerin

çeşitliliğini varsaymadan) problemi çözmek yerine sadece problemden kurtulmayı

sağlayacağına dikkat çekmektedir. Sen’e göre, refahın tercihlerin karşılanması olarak

tanımlanmasının kişinin bireysel ihtiyaçlarıyla ilgili olarak bazı avantajlar

sunabileceğini ancak, bir toplumsal değerlendirme için merkezi öneme sahip bireyler

arası karşılaştırma yapmak için uygun olmadığını düşünmektedir. Sen, tüm

sınırlamalara uyulsa da bireyler arası karşılaştırmaları yapmak için kullanılan kavram

setinin yetersizliğini şu sözleriyle ortaya koyar:

Her bir kişinin tercihini60 kişinin refahının nihai hakimi olarak alsak da, refah

dışındaki her şey (özgürlük gibi) göz ardı edilse de ve herkesin –çok özel bir

durum olarak- aynı talep fonksiyonuna ya da tercih haritasına sahip olduğu

kabul edilse de mal demetlerinin piyasa değerlendirmelerinin karşılaştırılması

(ya da mal uzayında farksızlık haritasının sistemdeki göreli yerleri) bize bireyler

arası karşılaştırmalar hakkında çok az şey söyler (Sen, 2001: 76-80).

Sen (1997: 195)’e göre gelir ya da servet insanın gerçek olanaklarını

etkileyen faktörlerden sadece biridir. A, B’den daha çok gelire sahip olmasına karşın,

kronik hastalığı nedeniyle daha fazla sağlık harcaması yapıyor olabilir. Dolayısıyla

insanların gerçek olanakları yaş, cinsiyet, özel yetenek ya da yeteneksizlik gibi

bireysel durumlardan ve doğal ve sosyal çevredeki farklılıklardan etkilenmektedir.

Sen bu nedenlerle ekonomik eşitsizliğin sadece gelir dağılımındaki eşitsizlik olarak

alınmasının yetersiz olduğunu düşünmektedir.

Sen yoksulluğu sadece gelir eksikliği olarak görmemektedir. Yüksek gelire

sahip olmasına karşın politik katılım hakkına sahip olmayan biri olağan anlamında

yoksul kabul edilmese de önemli bir özgürlükten yoksundur (Sen, 1997b: 156).

Yoksulluk haklara ulaşabilme ve ulaşmayı talep edebilme eksikliğini de

60Sen’in tercih kavramına yaklaşımını değerlendiren bir çalışma için bkz. (Anderson, 2001)

Page 81: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

77

barındırmaktadır. Bu açıdan “yoksulluk yoksunluğu içermektedir” (İnsel, 2001: 70).

Sen (1997a) refahı yapabilirlik yaklaşımı ile ele almayı tercih ettiği gibi yoksulluğu

da yapabilirlik eksikliği (capability failure) olarak tanımlamaktadır. Yani yoksulluk

sadece gelir düşüklüğü değil aynı zamanda belli temel ve gerekli ihtiyaçları elde

edememe olarak da tanımlanmalıdır. Dolayısıyla yoksulluk, açlıktan ya da yetersiz

beslenmeden ya da evsizlikten sakınma olanağından yoksun olunduğunda ortaya

çıkmaktadır61.

Gelir ve yapabilirlik arasındaki ilişkinin yaş, cinsiyet, toplumsal rollere, farklı

bölge ve ülkelerden etkileneceğine dikkat çeken Sen, sakatlık, hastalık ya da cinsiyet

gibi faktörlerin kişinin gelir kazanma yeteneğini düşüreceğini vurgulamaktadır.

Ayrıca gelirin aile içindeki dağılımının da yoksulluk yaratıcı olabileceğini düşünen

Sen, dünya standartlarında yüksek gelir elde etse de zengin bir toplumda fakir olan

bir kişinin göreli olarak daha büyük bir yapabilirlik mahrumiyeti yaşayacağını

belirtmektedir. Burada önemli bir eylem kapasitesi olarak yapabilirliği etkileyen

utanmadan toplum içinde yer edinme hakkından yoksunluk söz konusu olmaktadır.

Çünkü zengin toplumda fakir topluma göre bunun için daha fazla gelir harcamak

gerekmektedir (1997a: 209-213).

Sen (1997b), işsizliği de bu bağlamda değerlendirmektedir. İşsiz birey

işsizlik ödemeleri ile bir gelir elde etse dahi, işsizliğin neden olduğu diğer önemli

sonuçlara (özgürlük kaybı ve toplumsal dışlanma, cari gelir kaybı ve mali yük,

yetenek kaybı ve uzun dönem zarar, psikolojik zarar, işsizliğe bağlı gelir

eksikliğinden kaynaklı hastalık ve ölüm, çalışma güdüsünün eksilmesi ve gelecek

çalışma performansında da düşme, insan ilişkilerini ve aile hayatını kaybetme,

etnisiti ve cinsiyet farklılıklarının neden olduğu ayrımcılık, sosyal değerlerde ve

sorumluluklarda eksilme gibi) katlanmak durumunda kalacaktır.

2. Homo Economicus: Bir Sosyal Moron mu?

Sen, fayda ençoklaştırmasının insan davranışını yanlış tanımladığını

düşünmektedir. Kişiler sadece ekonomik çıkar güdüsü ile hareket etmemektedir. Sen,

61 Sen’in yoksulluk yaklaşımının yoksullukla mücadele programlarında yarattığı etki için bkz. (Oruç, 2001)

Page 82: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

78

rasyonel fayda ençoklaştırmasını da eleştirmektedir. O’na göre rasyonel ekonomik

insan tam bir “sosyal moron”dur (Sen, 1977: 336). Sen’e göre gerçek hayatta

insanlar veri bir seçim seti üzerinden faydalarını ençoklaştırmazlar, sadece sonuçlar

refaha katkıda bulunmaz. Süreçler ve insan ilişkileri sonuçlar kadar önemlidir ve

bunlar geleneksel ekonomik düşüncede ele alınmamıştır. Sen’e göre tercihler insani

eylemleri belirlemez. Okuma yazma bilmeye değer vermeyen insanların, tercihlerine

göre hareket ettikleri varsayıldığında, okuma yazma öğrenmeme yönünde tercih

yapabilirler. Bu sonuca rağmen geleneksel refah iktisadı tercihlerin tatmin edilmesi

üzerinden bu tercihin refahı artırdığını kabul edecektir. Sen, standart refah iktisadının

tersine ekonomik ve sosyal politikaların insan refahını iyileştirebileceğini savunur

(Pressman, 2000: 95; Sen, 1977; 1997).

Sen’e göre sosyal ilişkiler, insan potansiyeli ve daha pek çok piyasada

satılmayan şey önemlidir. Tüm bunlar rasyonel ekonomik insanla başlayan ve özgür

mübadelenin sonuçlarını doğrulayarak bitiren geleneksel refah iktisadı içinde

kaybedilmiştir. Çünkü refah iktisadı bireysel faydaları karşılaştıramaz ve değer

yargıları yapmaktan çekinir. Sen, insanların çevreleri tarafından biçimlendirildiğini

ve bazı yaradılıştan gelen değerlere sahip olduklarını belirtmektedir. İyi çalışan bir

ekonomik sistemin tek amacının daha fazla mal ve hizmet sağlamak olmadığını ifade

eden Sen, bu sistemin insanların yaşamlarını geliştirmeyi amaçlaması gerektiğinin

altını çizmektedir (Pressman, 2000: 99).

Page 83: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

79

D. Birinci ve İkinci Bölümün Genel Değerlendirmesi:

Piyasa kapitalizmle birlikte, sadece ekonominin değil toplumun da dengesinin

merkezi haline gelmiştir:

Adam Smith’in Ulusların Zenginliği kitabı ile başlatılan iktisadın miladı, aynı

zamanda Avrupa’da kapitalizmin toplumsal yapı üzerindeki kontrolünü giderek

yoğunlaştıracağı, piyasanın yalnızca mübadele ilişkisiyle sınırlı kalmayıp,

toplumda doğru ile yanlışı, hak ile haksızlığı belirleyen bir adalet alanı olma

işlevini yükleneceği bir dönemin yaklaşmakta olduğunun da habercisidir.

Ekonominin gündelik hayatın rutinleşmiş doğal ritminden kopuşuna yol açacak

olan bu dönüşüm, bireyin toplumsal yapıya yerleşik olan bağımlılık

ilişkilerinden görece özgürleşerek piyasa aklına tabi oluşunun da hazırlayıcısı

olacaktır (Köse ve Öncü, 2003: 93-94).

Ekonomik ve sosyal yapıdaki bu dönüşüm düşünsel alana da yansımış ve

kendini liberalizmle ifade etmiştir. Liberalizmin temel ideali özgürlüktür. Özgürlük

bir ahlaki yargıdır (Rowley ve Peacock, 1975: 79; Buğra, 2001:87). Özgürce

seçimlerini yapabilen bireyler ise toplumun temel aktörleridir. İktisadın bireyi çıkar

güdüsü ile hareket eden homo economicus’a indirgemesi iki nedenden

kaynaklanmaktadır. İlki özerk bir ekonomi alanının bilimsel yöntemlerle

incelenebilmesini sağlamak için bireyin bu tanımına ihtiyaç duyulmasıdır. İkinci

neden 18. ve 19. yüzyıl iktisatçıları için piyasanın eşitlik ve özgürlük alanı olarak

tanımlanmasında yatmaktadır. Değişim ilişkilerini belirleyen maddi çıkar dürtüsünün

temel davranış ilkesi olarak kabul edilişi insanın insan üzerindeki hakimiyetini

kaldırmakta, ekonomi dışı zor kullanımına gerek kalmaksızın işleyen bir ekonomik

sistem oluşturulmasına zemin hazırlamaktadır (Buğra, 2001: 88).

Polanyi, tarih ve antropoloji çalışmalarına dayanarak kapitalizm öncesinde

insan ekonomisinin, kural olarak, insanın sosyal ilişkilerinin içine yerleşmiş

olduğunu ifade etmektedir. O’na göre, insanın maddi zenginlik edinmekteki amacı

bireysel çıkarlarını koruma kaygısı değildir. İnsan sosyal haklarını ve sosyal

değerlerini korumak güdüsü ile hareket etmektedir. Maddi zenginlik de bu amaçlara

hizmet ettiği ölçüde değerli olmaktadır. Ne üretim ne de dağıtım süreci, mal

Page 84: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

80

sahipliğiyle ilgili özel ekonomik çıkarlara bağlıdır (Polanyi, 2000: 8-89). Dolayısıyla

bireysel çıkarını takip etmenin insanın doğasından kaynaklandığı tezi yöntemsel

olarak tercih edilen bir basitleştirme olsa da doğruyu ifade etmemektedir.

Radikal politik iktisatçılar ise piyasanın güç ilişkilerince belirlendiğini

vurgulayarak birey egemenliğine karşı çıkmaktadırlar. Özgürce ayakta duran birey

yerine sosyal gruplara, özellikle de farklı çıkar ve güç derecelerine sahip birbiri ile

çatışan sınıflar üzerine yoğunlaşmaktadırlar (Holton, 1992: 106-107)62. Marx, 18.

yüzyılla birlikte ortaya çıkan ve iktisat biliminde metodolojik bireyciliğin

temellerinde bulunan bu bireyin bir doğa verisi olarak algılandığına, tarihsel

bağlarından koparıldığına dikkat çekmiş ve Smith ve Ricardo’nun incelemelerine

başlangıç kabul ettikleri tecrit edilmiş avcı ve balıkçısını yavan hayaller olarak

değerlendirmiştir. Tecrit edilmiş birey görüşünün ortaya çıktığı çağın paradoksal

biçimde bireyin toplumsal ilişkilerinin tarihte en çok güçlendiği çağa denk

düştüğünün altını çizmiştir. Marx, “toplum olarak üretimde bulunan bireyler- bundan

dolayı toplumsal bakımdan belirlenmiş bireylerin üretimi işte hareket noktamız”

diyerek kendi birey anlayışını ortaya koyarken liberal iktisadın bütün okullarının

varsaydığı bu birey anlayışını şu şekilde değerlendirmiştir:

18. yüzyıl peygamberleri için bir yandan 16. yüzyıldan beri gelişmiş olan, yani

üretim güçlerinden meydana gelen bu 18. yüzyıl bireyi, geçmişte yaşamış olan

bir ideal gibi görünmektedir. Onlar, bunda bir tarihsel sonuç değil tarihin

hareket noktasını görmektedirler, çünkü onlar, bu bireyi bir tarih ürünü olarak

değil, bir doğa verisi olarak.... değerlendirmektedir... Tarihte ne kadar gerilere

gidersek birey, o ölçüde, bir bağımlılık durumunda, daha büyük bir bütünün

üyesi olarak görünmektedir....tecrit edilmiş birey görüşünü doğuran çağ,

toplumsal ilişkilerin geçmişte görülmedik büyük bir gelişmeye ulaştıkları

çağdır. İnsan sözcüğün tam anlamıyla bir siyasal hayvandır, yalnızca toplumcul

bir hayvan değil, ancak kendini toplum içinde tecrit edebilen bir hayvandır

(Marx, 1993: 219-220).

62 Holton, radikal politik iktisatçıları Ricardo, Marx, Marksistler, Wallerstein gibi isimlerden oluşturmaktadır. Piyasayı doğal özgürlüğün mekanı yerine güç ilişkilerine göre işleyen bir kurum olarak gören bu iktisatçıların piyasa ve toplum ilişkisi üzerine görüşleri için Holton (1992: 104-146)’a bakılabilir.

Page 85: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

81

Neoklasik refah iktisadı da, içinde bulunduğu toplumdan ve diğer insanlardan

tamamen yalıtılmış, iktisadi kâr ya da fayda ençoklaştırması güdüsüyle hareket ettiği

varsayılan bireyin egemenliğine dayalı bir teoridir. Refah iktisadı, liberalizmin

“özerk bir toplum, özgürce ayakta duran bireyler yaratma ve insanların mizaç ve

bilinçlerine göre rasyonel ve özgür seçimler yapabilmeleri” (Holton, 1992: 52)

hedeflerine uygun olarak teorisinin temeline birey egemenliğini yerleştirmiştir.

Homo economicus olarak tanımlanan bireylerin özgürce seçimlerini

yapabildiği alan ise piyasadır. Polanyi, kapitalist piyasayı, fiyat mekanizması

aracılığıyla kendi kurallarına göre işleyen piyasa olarak tanımlar. Merkantilist

dönemin düzenlenmiş piyasalarından 19. yüzyılda kendi kurallarına göre işleyen

piyasaya geçilmiştir. Bu piyasa, toplumun ekonomik ve sosyal düzeylere bölünmesi

gibi önemli bir talebi de beraberinde getirmiştir. Polanyi’ye göre, 19. yüzyıl

öncesindeki hiçbir toplumda, bu iki alanın ayrılığı söz konusu olmamış, ekonomik

düzen sosyal düzenin bir fonksiyonu olmuştur. “Ekonomik sistemin soyutlanmış ve

belirgin ekonomik amaçlara bağlanmış olduğu 19. yüzyıl toplumu, kendine özgü bir

sapmadır” (Polanyi, 2000: 118).

Kapitalizmin, 19. yüzyılda piyasa tarafından kontrol edilen ekonomiyi

toplumun üzerinde bir konuma çıkarması (Polanyi, 2000), inceleme nesnesi olarak

piyasaya indirgenen ekonomik alanı seçen iktisadın da diğer sosyal bilimlerle arasına

mesafe girmesini kolaylaştırmıştır. “Piyasa ekonomisinin yeniliği ve ilericiliği,

ekonomiyi ahlaktan ve siyasetten koparması dolayısıyla geçim koşullarını ahlaki

önyargılardan ve siyasi baskılardan arındırma iddiasındadır” (Buğra, 2003: 194).

İktisat, liberalizmin üçe ayırdığı toplumsal süreçlerden sadece birisini

oluşturmaktadır. Wallerstein (1991: 32, 136)’ın piyasaya ilişkin olan (üretimin yarı-

kamusal alanı), devlete ilişkin olan (kamusal alan ) ve kişisel olana ilişkin alanlar

olarak koyduğu bu alanlar, iktisat, siyaset bilim ve sosyoloji disiplinlerinin inceleme

nesneleri olmuşlardır. İktisadın diğer sosyal bilimlerden ayrışması 19. yüzyılın ilk

dönemine denk düşmektedir (Wallerstein, 1991: 133)63.

63 Polanyi, kendi kurallarına göre işleyen piyasanın toplumun ekonomik ve sosyal düzeylere bölünmesi talebini gündeme getirdiğini ifade etmektedir (Polanyi, 2000: 118). 19. yy aynı zamanda politik ekonomiden politik sıfatının atılması ile faydacı felsefenin iktisatçılarca benimsenmesinin eş anlı olarak gerçekleştiği çağdır (Wallerstein, 1993: 133)

Page 86: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

82

Pareto (1971)’nun bir yöntem olarak ortaya koyduğu ekonomik olanın diğer

toplumsal süreçlerden soyutlanarak incelenmesi ve tanımlanan denge üzerinden bir

refah tanımına gitmesi, yukarıda aktarılan süreçle uyumlu bir yaklaşımdır.

Ancak Pareto ardıllarından farklı olarak ekonomik olguların politik ve sosyal

olgularla etkileşim ve bağımlılık ilişkisi içerisinde olduğunu kabul etmekte ve nihai

analiz aşamasında ekonomik alanın bilgisinin bu alanların bilgisi ile birleştirilmesi

gereksinimini vurgulamaktadır. Pareto’nun uyarısına rağmen, iktisadi politikanın

bilimi olarak kabul edilen refah iktisadı ekonomik alanla kendini sınırlayarak,

ekonomik refahı genel olarak refaha denk hale getirmiştir. Ekonomik alanın

ayrıştırılması refah iktisadında, refahın sadece parayla ölçülebilen ilişkilerce

tanımlanmasının da temelinde yatmaktadır. Piyasa ekonomik alanın ve toplumun

işleyişinin merkezi haline geldiği için refahı, piyasada alınıp satılabilen şeylerin

varlığı ya da yokluğu, azlığı ya da çokluğu belirlemektedir.

Refahın ölçülebilir bir kavram haline getirilmeye çalışılması aslında pozitivist

yöntemin etkisini yansıtmaktadır. “Pozitif ölçütler koymak adına bilimsel üretim

tamamen ölçülebilen şeylere” indirgenmektedir (Özaktaş, 2003: 154). Ancak,

refahta olduğu gibi “kavram ölçülemeyecek kadar zenginse, ... ölçülebilir hale

getirinceye kadar” (Özaktaş, 2003: 152) fakirleştirilmelidir. Refah iktisadının, refah

tanımı da bu yaklaşımın bir sonucu olarak görülebilir. Refah teorisi, toplumsal refahı

ekonomik refaha indirgeyerek analiz etmiş, refahı sağlayan temel kurum olarak

ortaya çıkan piyasada denge sağlanması bir etkinlik ölçütü olarak yeterli görmüştür.

Refah iktisatçılarının bölüşüm problemini analizlerinin dışında tutmaları da

ekonomi ile diğer alanların birbirinden yalıtılabileceği düşüncesinden

kaynaklanmaktadır. Bölüşüm politik alana ilişkindir ve iktisatçılar etkinlik problemi

ile ilgilenmeli ve bölüşüme ilişkin sorunları politikacılara bırakmalıdır. En net haliyle

Kaldor (1939)’da gördüğümüz bu yaklaşım, Robbins’in ardından bireyler arası fayda

karşılaştırmalarının değer yargıları yapmayı gerektirdiği için bilimsel olmadığı

kabulü ile refah iktisadında başat hale gelmiştir. Paretocu refah iktisadı, bireyler arası

fayda karşılaştırmalarından sakınarak kendini ölçülebilir, nesnel ve dolayısıyla

bilimsel kabul edilen etkinlik analizleriyle sınırlamıştır (Scitovsky, 1951; Buğra,

2001: 165-167).

Page 87: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

83

Paretocu refah iktisadının temel değer yargısı olan bir bireyin refahını artıran

bir değişimin (kaynak dağılımındaki bir değişim) kimsenin refahını düşürmemesi

durumunda sosyal refahı artırıcı kabul edilmesi, açıkça farklı bireylerin ekonomik

refahını karşılaştırmayı imkansız olarak görmektedir. Bir değişme birilerinin refahını

diğerlerinin refahı pahasına artırdığında, Pareto modeli sessiz kalmaktadır. Telafi

ilkesi bunu aşabilecek gibi görünmesine rağmen pratik problemler çıkmaktadır.

Kaldı ki ilke tazmin edilebilme potansiyeline odaklanmaktadır. Bu nedenle Pareto

ilkesi kamu politikası yaklaşımında statükoyu sürdürme yanında tavır almaktadır

(Peacock ve Rowley, 1972). “Statükoyu bu şekilde rasyonalize etmek iktisatçıyı

tehlikeli bir şekilde onu savunmaya yaklaştırmaktadır” (Mishan, 1973: 17’den

aktaran Hunt, 1980: 245).

Refahın sadece ekonomik olanla, parayla ölçülebilen ilişkilerle

sınırlanmasının gerçeklikten uzak oluşu bu sınırları koyan iktisatçılar tarafından da

dillendirilmiştir. Pareto, sadece ekonomik alanın analiziyle sınırlı kalmasını

yöntemsel bir sorun olarak koyarken, Pigou refahın sadece ekonomik refahla sınırlı

olmayacağını en baştan ifade etmiştir. Ancak, disiplinin kurucularının uyarılarına

rağmen, refaha ulaşmak için etkinliğin sağlanması ve bunun da ancak Pareto’nun

ortaya koyduğu mübadelede etkinlik (piyasa etkinliği) koşullarının sağlanması ile

oluşacağı fikri yerini gittikçe sağlamlaştırmıştır. Refah iktisadının birey

egemenliğine dayalı, bireyin özgürce belirlediği tercihlerin doyurulmasına dayalı

tanımının temelleri korunmuştur. Çünkü Dobb’un da ifade ettiği gibi, bireyin

özgürce sadece kendi isteklerinin egemenliğinde gerçekleştirdiği mübadele sonucu

elde ettiği doyuma bağlı refah tanımı aslında piyasa egemenliğine gönderme

yapmaktadır:

Birey temel birim (primary atom) gibi davranır ve onun istekleri ve tercihleri

sorunun esas veridir; bireyler talebi etkileme açısından bağımsız birimlerdir.

Buna tüketici egemenliği deniyor. Ve bu yaklaşımın örtük sonucu (tam rekabet

altında) mabede konulan serbest piyasanın egemenliğidir (Dobb, 1969: 5).

Bireysel refah (tüketici birey için), piyasada kişinin satın aldığı malların

fiyatlarının oranlarını, bu malların tüketiminden elde ettiği marjinal doyumların

oranına eşitlemesi ile maksimumlaşmaktadır. Bireysel firma ise kullandığı girdilerin

Page 88: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

84

marjinal verimliliklerinin oranlarının bu girdilerin fiyatları oranına eşitlediği anda

karını ençoklaştırmaktadır. Üretim ve tüketimdeki dengenin ortaklaştırılması ile

genel dengeye, tam rekabetçi piyasa dengesine ulaşılmakta ve bu da toplumsal refaha

denk kabul edilmektedir.

En basit haliyle sergilediğimiz bu analiz ve denge dolayısıyla optimum refah

kavramlaştırılması sayesinde, bölüşüm problemi de çözülmüş sayılmaktadır. Her ne

kadar, başlangıç kaynak donanımı ve gelir dağılımı veri kabul edilerek analize

başlansa da üretimde kullanılan girdilerin marjinal verimliliklerine eşit karşılığı

alacağı sonucu, girdi sahiplerine ve devlete yani piyasaya herhangi bir dış

müdahalenin varlığına gereksinim duymadan adil dağılımın tam rekabetçi piyasa

tarafından sağlanacağını ima etmektedir (Hunt, 1980).

Paretocu refah iktisadı, etkinlik kavramsallaştırması etrafında rekabetçi

piyasaya yaptığı vurguyu, kamu malları ve dışsallıkların varlığı durumunda

esnetmektedir. Rekabetçi piyasanın yeterli gelemediği bu durumlarda devlet devreye

girmekte ve aksaklıkları giderici önlemler alarak rekabetçi piyasanın işlemesi için

gerekli koşulları sağlamaktadır.

Page 89: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

85

Üçüncü Bölüm: PİYASA AKSAKLIKLARI

Teorik refah iktisadı, iktisadi refahla kendini sınırlayarak, refahı sağlayan

temel kurum olarak piyasayı almakta ve piyasanın etkinliği ile refah arasında

doğrudan bağlantı kurmaktadır. Piyasanın etkin kaynak dağıtımını yerine getirmesi

için gerekli varsayımlar ve koşullar sağlanmadığındı ise, tam rekabetçi piyasa

dengesi ile refah arasında doğrudan bağlantı kuran Temel Refah Teoremleri anlamını

yitirmektedir. Devlet müdahalesinin meşru görüldüğü bu durumlarda devletin amacı

aksaklıkları gidererek piyasanın etkin çalışmasını yani ekonomik etkinlik şartlarını

sağlamaktır. Bu açıdan “ulusal etkinlik ile refahın birbirini tamamlayıcı olduğu” ileri

sürülmektedir (Titmuss, 1967:43). Devlet müdahalesinin sınırlarını piyasa

aksaklıklarını gidermekle kısıtlayan bu yaklaşım, piyasanın kaynak tahsisi ve

toplumun ürettiği mal ve hizmetlerin bölüşümünde en etkin mekanizma olduğu ve

piyasanın işlemesi ile refaha da ulaşılacağı tezini korumaktadır.

Rekabetçi piyasanın ideal işleyişi sonucu oluşan ideal (optimum) kaynak

dağılımına dayalı Paretocu Refah İktisadı, piyasanın işlemediği durumları da

incelemiştir. Piyasa, eksik rekabet, dışsallıklar, ölçeğe göre artan getiriler, kamu

malları, temizlenmeyen piyasalar ve eksik bilgi söz konusu olduğunda

aksamaktadır64 (Barr, 1992: 747). Rekabetçi piyasanın olağan işleyişini bozan pek

çok etken vardır. Eksik bilgi, katılık, değişime karşı direnç, maliyetsiz olarak götürü

vergi (lump-sum) konulmasının olanak dışı olması, belirsizlik gibi nedenler

bunlardan bazılarıdır (Bator, 1958: 352). Bu durumlarda devlet, aksaklıkları giderici

önlemler alarak rekabetçi piyasayı işler hale getirmekle yükümlü olmaktadır. Refah

iktisadı literatürü, kamu malları ve dışsallıklar durumlarını ele almıştır. Bu çalışmada

da bu iki aksaklık durumu incelenecektir.

64 Piyasa aksaklıkları, idealize edilmiş fiyat-piyasa kurumları sisteminin “arzu edilir” faaliyetleri sürdürmede ya da “arzu edilmeyen” faaliyetleri durdurmada başarısız olması şeklinde tanımlanmıştır (Bator, 1958: 351).

Page 90: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

86

A. Dışsallıklar

Dışsallık kavramını teorik olarak ilk kez Alfred Marshall ortaya koymuştur65

(Baumol, 1965: 368; Nath, 1981: 43; Sönmez, 1987: 123). Marshall bir sanayi

kolunun gelişmesi sırasında firmaların birbirlerine sağladıkları olumlu etkileri dışsal

ekonomiler olarak adlandırmıştır. Refah iktisadı ile dışsallık kavramı arasındaki

teorik bağlantı ise Pigou (1962) tarafından kurulmuştur.

Dışsallık, bir ekonomik birimin (birey ya da firma) bir başka ekonomik

birimin refahı (serveti, kârı, faydası) üzerinde piyasa dolayımlı olmayan doğrudan

etkiye66 (olumlu ya da olumsuz) sahip olduğu durumlarda ortaya çıkmaktadır. Pareto

(1971: 166) ve Paretocu Refah İktisadı optimum koşulları tanımlarken ekonomik

birimler arasında bağımlılık yani dışsallığın olmadığını varsaymıştır. Bireyler ya da

firmalar, ekonomideki diğer birey ya da firmaların davranışlarından etkilenmeksizin,

kendi fayda ya da kârlarını ençoklaştırma güdüsüyle hareket etmekte; kararlarını

fiyat mekanizmasının sağladığı yönlendirici işaretlere göre vermekte ve sonuçta

toplumsal olarak optimuma kendiliğinden ulaşılmaktadır. Dışsallıkların varlığı,

ekonomik birimler arasındaki karşılıklı bağımlılığı gündeme getirmekte ve bireyin

fayda fonksiyonuna (firmanın üretim fonksiyonuna), bireyin kontrolü dışında

belirlenen değişkenler dahil edilmektedir.

“Piyasa dolayımlı olmayan” vurgusunda kastedilen, ekonomik birimler

arasında sözü edilen etkilerden doğan yarar ya da zararın piyasada

fiyatlanamamasıdır. Nath (1981:43) bunu daha kapsamlı bir yaklaşımla, mevcut

teknikler, gelenekler veya kanunların sözü edilen etkiden doğan yarar veya zararın

fiyatının ödenmesi veya tahsilinin imkansız olduğu durum olarak tanımlamaktadır.

Mevcut sosyal, hukuki ve iktisadi kurumlar çerçevesinde, başkalarına yüklenen

maliyetlerin hiç ödenmediği veya yetersiz ödendiği, veya başkalarının sırtından

sağlanan yararlar için bunlar tarafından hiçbir tahsilat yapılamadığı her durumda bir

dışsallık oluşmaktadır. Bu dışsallık bireyler ve firmalar arasındaki, ticaret konusu

65 Sönmez (1987: 123) kavramın dolaylı olarak ilk kez Adam Smith tarafından ortaya atıldığını belirtmektedir. Smith’in Ulusların Zenginliği kitabında özel yarardan daha yüksek sosyal yarar sağlayan faaliyetlerden söz etmesinin, Smith’in kavramı ilk ortaya koyan iktisatçı olarak nitelenmesine yol açmıştır.

Page 91: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

87

yapılmayan karşılıklı bağımlılık olarak da tarif edilebilir. Söz konusu bağımlılık

karşılıklı olabildiği gibi tek yönlü de olabilmektedir. Dışsallıkların üç nedenle ortaya

çıktığı belirtilmiştir (Sönmez, 1987:127):

i.Kurumsal nedenler: Hukuki sistem nedeniyle bazı tür mal ve

hizmetler özel mülkiyete geçememektedir, yani bu mal ve hizmetlerin

ticari değeri yoktur.

ii.Teknik nedenler: Bölünmezlik ve artan oranlı verimlilik.

iii.Ortak malların varlığı: Sunulan hizmet temelinde,

dışsallıkları somut olarak tüketicilere tazmin ettirmek olanaksızdır.

Piyasa örgütlenmesine yöneltilen neoklasik eleştirinin merkezinde durduğu

kabul edilen (Buchanan, 1962) dışsallıklar, özel yarar ve sosyal yarar arasındaki

sapmanın bir nedeni olarak görülmektedir. Dolayısıyla dışsallıklar, tam rekabetin

optimum duruma yol açmasını engelleyebilmekte, piyasa mekanizmasının aksadığını

göstermektedir. Çünkü, piyasa dışsallıklara fiyat belirleyememektedir. Dışsal

etkilerin fiyatlanamaması, fiyatların piyasadaki aktörlere yanlış sinyal vermesine

neden olmakta ve dolayısıyla fiyat mekanizmasının etkin dağıtımı sağlayamadığını

göstermektedir. Ayrıca dışsallıkların rekabet ile optimalite arasındaki bağı

zayıflattığı da kabul edilmektedir. Üretimde olumlu ve olumsuz dışsallık ile

tüketimde olumlu ve olumsuz dışsallık olmak üzere dört bölüme ayrılan dışsallıklar

ilgili yazında, denge ve sanayileşme başlıkları altında incelenmiştir. İlkinde Paretocu

anlamda rekabetçi piyasa dengesini bozan ve giderilmesi gereken bir sorun olarak

ortaya çıkan dışsallıklar; ikinci tartışma alanında -özellikle azgelişmiş ülkelerin

sanayileşme süreci ve sorunları incelenirken- olumlu dışsallıklar temelinde ele

alınmış ve yok edilecek, sapma yaratıcı bir durum olmaktan ziyade, teşvik edilmesi

gerekli olumlu bir kavram olarak değerlendirilmiştir (Feldman, 1980 : 89-92;

Baumol, 1965: 368-371; Scitovsky, 1954).

Paretocu denge teorisine göre, rekabetçi piyasa ekonomisi Pareto anlamında

66 Doğrudan etki kavramı Jacob Viner tarafından ortaya atılmıştır. Viner doğrudan etkileşim kavramını kullanmıştır (Bator, 1958: 358)

Page 92: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

88

bir ekonomik optimuma yol açmaktadır. Bu yaklaşımda, insanların bencil

fayda fonksiyonlarına sahip olduğu ve firmaların üretim kararlarının diğer firmaların

kararlarından etkilenmediği varsayılmaktadır. Bir kişinin davranışının diğerinin

refahı üzerindeki etkisi piyasa fiyatları aracılığıyla gerçekleşmekte, tam rekabetçi bir

ekonomide denge Pareto optimum olarak kabul edilmektedir. Bu analizde dışsallıklar

istisnai bir durum olarak ele alınmış ve ekonomideki bireyler arasında piyasa

dolayımlı olmayan doğrudan karşılıklı bağımlılığın varlığıyla ortaya çıktığı

ifade edilmiştir. Ancak, dışsallıkların varlığı, tam rekabet dengesinin Pareto

optimaliteyi sağlayamadığını göstermiştir. Dışsallıkların varlığı durumunda Pareto

anlamında optimumu yakalayabilmek için Pigou türü vergi veya sübvansiyonlar

önerilmiştir (Nath, 1975). 4 tür dışsallık tanımlanmıştır:

i. Tüketimdeki tüketim dışsallığı: Kişinin bireysel refahı tükettiği

mallar ve kullandığı hizmetlerin miktarının yanında diğer bireylerin

doyumuna da bağlı olabilir. Diğer bireylerin yüksek gelir ya da tüketimi

kişiye acı ya da zevk verebilir. Bu tüketici refahının karşılıklı bağımlılığıdır.

ii. Tüketimdeki üretim dışsallığı: Kişinin doyumu üreticinin

faaliyetlerinden etkilenebilmektedir. Bu etkileşim piyasa mekanizması

dışında gerçekleşmektedir. Buna üreticinin tüketici doyumu üzerindeki piyasa

dışı doğrudan etkisi denmektedir.

iii. Üretimdeki tüketim dışsallığı: Üreticinin çıktısı, doğrudan kişilerin

firmanın ürettiği ürünlere ve sundukları hizmetlere yönelik taleplerinden

etkilenebilmektedir.

iv. Üretimdeki üretim dışsallığı: Bireysel üreticinin çıktısı sadece

onun üretici kaynaklarının çıktısına değil, aynı zamanda diğer firmaların

faaliyetlerine de bağlı olabilir. Buna “üreticiler arası doğrudan bağımlılık”

denir.

Diğer taraftan J. Viner dışsallıkları teknolojik ve parasal dışsallıklar olarak

ikiye ayırmıştır. Viner, üreticiler arasındaki doğrudan karşılıklı bağımlılığın sonucu

ortaya çıkan, etkinliği artıran nedenlerden kaynaklanan ancak girdi fiyatlarına

Page 93: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

89

yansımayan dışsallıklara teknolojik dışsallıklar67 olarak adlandırmaktadır. Parasal

dışsallıklar ise piyasa mekanizması dolayımlı karşılıklı bağımlılıkları da

içermektedir. Parasal dışsallıklar firmanın kullandığı girdinin fiyatını firmanın talebi

artmasına rağmen düşürerek, firmanın uzun dönem arz eğrisinin düşmesine neden

olmaktadır (Bator, 1958: 357; Scitovsky, 1954; Nath, 1975:46).

Fiyatlanamayan dışsal etkiler rekabetçi piyasanın kaynak dağıtımını etkin

olmaktan çıkarmaktadır. Dışsallıklar tam rekabet dünyasında dahi kaynakların yanlış

dağılımına yol açabilmektedir. Bir firma ya da birey herhangi bir ödeme olmadan

sosyal refaha katkıda bulunduğu durumda, aktör kendini bu eyleme toplum

çıkarlarının gereksinim duyduğundan daha küçük ölçüde vermektedir. Benzer şekilde

üretimde olumsuz dışsallık durumunda, özel girişim belli kaynakları aşırı dağıtmakta,

optimal miktarı aşan üretimde bulunmaktadır. Çünkü üretim maliyetinin bir bölümü

firmaya dışsal olarak gelmekte ve diğer firmalara yüklenebilmektedir (Baumol,

1965: 371; Feldman, 1980: 89-100; Scitovsky, 1954).

1. Pigoucu klasik dışsallık yaklaşımı

Pigou (1962), marjinal sosyal hasıla (MSP) ile marjinal özel hasıla (MPP)

arasında yaptığı ayrım ile dışsallığı refah iktisadının tartışma alanına taşımıştır. Pigou

dışsallık kavramını kullanmasa da MSP ile MPP arasındaki farkın dışsallıklardan

kaynaklandığını şu sözleriyle ortaya koymuştur:

MPP ile MSP arasındaki fark, istihdam edilen bir birim kaynağın

yarattığı etkinin bir bölümü, ilk etapta kaynağı yatıran birim yerine o alanda

bulunan bir başkasına gittiğinde oluşur (1962:218).

Pigou, eksik rekabet piyasasında refah artışı için devlet müdahalesinin

gerekliliğini savunmuştur. Refah, üretim hacmiyle özdeş tutulmuş ve refahın (ulusal

gelirin) ençoklaştırılması için de üretimin ençoklaştırılması zorunlu görülmüştür

(Sönmez, 1987:124). Pigou’ya göre, artan verimliliğin geçerli olduğu endüstrilerde68

67 Teknolojinin bölünemezlik ya da ölçeğe göre artan getiri sergilediği durumlarda teknolojik dışsallık ortaya çıkmaktadır. Bator teknolojik yerine teknik kavramını kullanmayı tercih etmektedir (Bator, 1958: 365). 68 Pigou (1962: 218-228) artan verimlilik ve azalan verimlilik yerine, azalan arz fiyatlı endüstriler ve artan arz fiyatlı endüstriler kavramlarını kullanmıştır.

Page 94: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

90

MSP>MPP olmakta ve elde edilen çıktı, rekabetçi piyasada yaratılan ideal çıktının

altında kalmaktadır. Pigou, bu şartlar altında, hükümetin götürü (lump-sum) olarak

topladığı vergilerle finanse edeceği sübvansiyon politikası uygulaması gerektiğini

önermektedir. Azalan getirilerin olduğu endüstride ise MSP<MPP’den küçük

olmakta; oluşan çıktı ideal çıktıyı aşmaktadır. Bu durumda ise hükümet vergi

politikası uygulamalıdır.

Pigou’nun dışsallık yaklaşımını benimseyerek, dışsallıklar için kullanılan

formel tanımı ortaya koyan Meade (1952) de dışsallığın neden olduğu sorunların

vergi-sübvansiyon politikası ile çözülebileceğini ileri sürmüştür. Endüstriler arası

dışsallıkları inceleyen Meade’e göre dışsallıkların varlığı için üretim

fonksiyonlarının aşağıdaki biçimi alması gerekir:

x1 = F1(l1, c1, l2, c2, x2)

x2 = F2(l2, c2, l1, c1, x1)69

Meade, iki tür dışsallık tanımlamıştır. Ödenmemiş faktör durumu70 başlığı

altında incelediği ilk dışsallıkta, toplum için sabit getiriler geçerli iken, tek tek

endüstrilerde faktörler için sabit getirilerin var olması gereği yoktur. Atmosfer

yaratımı adını verdiği ikinci durumda ise her bir endüstride sabit getiriler geçerlidir

ancak, iki endüstride aynı anda sabit getirilerin olması söz konusu değildir.

Birinci durumda – ödenmemiş faktör durumu - toplumun bütünü için

dışsallıklardan kaynaklanan ek bir sorun yoktur; her bir faktöre marjinal sosyal net

ürününün değerine eşit bir ödül ödeyebilmek için, faktörlerden bazıları

vergilendirilmeli bazıları ise sübvanse edilmelidir ve vergilerden elde edilen gelir

sübvansiyonları finanse etmekte kullanılmalıdır. Atmosfer yaratımı durumunda ise

istenir (istenmez) bir atmosfer yaratımı için gereksinilen sübvansiyon (vergi)

toplumun geneli için ek mali yük getirmektedir. Meade, yaptığı ayrımın olumlu ya da

olumsuz dışsallıklara tam olarak uymayabileceği uyarısında bulunmakta ve

dışsallıkların her iki özelliği birden içerebileceğine dikkat çekmektedir.

69 F1 ve F2’nin birinci dereceden homojen olması gerekmez. 70 Bator, Meade’in ödenmemiş faktör durumunda ortaya çıkan dışsallığa mülkiyet dışsallığı adını vermiştir (1958: 364).

Page 95: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

91

2. Pigoucu yaklaşıma eleştiriler

Yukarıda, Pigou ve Meade üzerinden anlatılan dışsallıklara geleneksel

Pigoucu yaklaşıma göre, bir firma olumlu ve olumsuz dışsallıklar yaratıyorsa,

toplumsal refahı ençoklaştırma amacıyla hareket eden bir hükümet, firmaların

davranışlarını, özel ve sosyal yararı eşitlemek için sınırlayacak vergi ve sübvansiyon

politikası uygulayabilmektedir. Davis ve Whinston (1962) ise dışsallıkları ayrılabilir

ve ayrılamaz olarak ikiye ayırmışlar ve ayrılamaz dışsallıklar durumunda vergi-

sübvansiyon politikasının etkili olmayacağını savunmuşlardır. Yazarlar, ayrılabilir

dışsallıklar durumunda ise firmaların vergi-sübvansiyon politikasına gerek

kalmaksızın birleşme yoluna giderek dışsallıkları içsel hale getirebileceklerini ve

böylece marjinal maliyeti fiyata eşitleyerek kârlârını ençoklaştıran Pareto optimal

üretim miktarını belirleyebileceklerini savunmuşlardır. Kendilerini firmalar

arasındaki teknolojik üretim dışsallıklarıyla sınırlayan yazarlar, dört argüman ileri

sürmüşlerdir: i) Firmalar üretimdeki dışsallıkları yok etmek için birleşme

eğilimindedir; ii) Teknolojik dışsallıklar ayrılabilir ve ayrılamaz dışsallıklar olarak

iki ayrı başlıkta incelenebilir; iii) Firma birleşmeleri dışsallıkları yok etmede başarılı

olmazsa, ayrılabilir teknolojik dışsallıklar durumunda vergi ve sübvansiyon politikası

özel ve sosyal yararı eşitlemede başarılı olabilir; iv) Dışsallıklar ayrılamaz ise klasik

vergi-sübvansiyon politikasının kavramsal düzeyde dahi işleyip işlemeyeceği açık

değildir. Çünkü belirsizlik ve piyasada dengesizlik sorunları ortaya çıkmaktadır.

Teknolojik dışsallıklar nedeniyle bireysel firmaların kâr ençoklaştırması olası

en büyük sosyal yararı üretememektedir. Davis ve Winston, vergi-sübvansiyon

reçetesinin maksimum refaha ulaşmak için yeterli olmadığını hatta bazı durumlarda

sosyal refahta bir iyileşme yaratıp yaratmayacağının dahi kesin olmadığını ileri

sürmüşlerdir. İki firmanın karşılıklı ilişki içinde iken sahip oldukları ayrılabilir

maliyet fonksiyonunu ise şu şekilde oluşturmuşlardır:

C1 (q1, q2) = A1q1n + B1q2

m

C2 (q1, q2) = A2q2r – B2q1

s

Page 96: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

92

Fonksiyonların birinci türevleri alındığında, ayrılabilirliğin olduğu durumda,

dışsallıkların marjinal maliyeti etkilemediği, firmanın marjinal maliyetinin sadece

kendi üretim miktarına bağlı olduğu görülmektedir. Dolayısıyla, firma dışsallıklara

rağmen marjinal maliyeti fiyata eşitleyerek kâr ençoklaştırması koşulunu yerine

getirebilmekte, firmanın optimal üretim miktarı da değişmeden kalabilmektedir.

Diğer bir deyişle, firmanın üretim kararı diğer firmanın üretim kararından

bağımsızlaşabilmektedir.

Ayrılamaz dışsallık durumundaysa firmaların üretim kararları birbirlerinden

etkilenmekte, dışsallıklar marjinal maliyet fonksiyonuna girmektedir. Ayrılamazlık

durumunda maliyet fonksiyonunu şu şekilde tanımlamaktadır:

C1 (q1, q2) = A1q1n + B1q1q2

m

C2 (q1, q2) = A2q2r – B2q2

tq1s

Bu fonksiyonların birinci türevleri alındığında firmanın marjinal maliyetinde

kendi üretim miktarı yanında diğer firmanın üretim miktarının da bulunduğu

görülmektedir. Firmalar arası karşılıklı bağımlılık ayrılamaz dışsallıklar durumunda

ortaya çıkmakta, bireysel firmanın marjinal maliyetini kontrol etme olanağı

kaybolmaktadır. Tanıma göre firma dışsallığın değerini kontrol edemediği için, kâr

ençoklaştırması amacıyla marjinal maliyeti fiyata eşitlemekte zorluk çekmektedir.

Ayrılabilir dışsallıklar durumunda firmanın maliyetini kontrol etme olanağı

vardır; bu anlamda firma egemendir. Ayrılamaz dışsallıklar durumunda firmanın

marjinal maliyetini diğer firmanın üretimi etkilediği için bu egemenlik ortadan

kalkmaktadır. Firma kârını ençoklaştırmak için dışsallıkların değeri her değiştiğinde

marjinal maliyeti fiyata eşitleyebilmek için üretimini değiştirmek zorunda kalacaktır.

Yani, firmanın optimal çıktısı diğer firmanın çıktı miktarına (stratejisine) bağlı

olacaktır. Bu karşılıklı bağımlılık, egemenliğin olmadığının göstergesidir.

Karşılıklı bağımlılık, rekabetçi fiyat teorisinde kararların belirlilik altında

verildiği kabulünü yok etmekte, ayrılamaz dışsallıkların belirsizliğe neden olduğunu

ifade etmektedir. Bu koşullar altında beklenen kâr oranını ençoklaştıracak çıktı

miktarını belirlemeye çalışan firmalar için önceden belirlenmiş bir model yoktur.

Page 97: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

93

Dolayısıyla, ayrılamaz dışsallıklar durumunda dengesizlik sorunu da belirmektedir.

Ayrılabilir dışsallıkların olduğu durumda kaynakların yanlış dağılımı söz konusu

iken, ayrılamaz dışsallıklar durumunda hem yanlış kaynak dağılımı hem de marjinal

maliyet eğrileri arasındaki karşılıklı bağımlılıklar nedeniyle karar verici birimlerin

kötü koordinasyonu problemi oluşmakta bu da dengesizliği açıklamaktadır.

Davis ve Winston, ayrılamaz dışsallıklar durumunda ortaya çıkan sorunların

çözümü için birleşmenin önerilebileceğini ifade etmektedirler. Hükümet

müdahalesinin yokluğunda ve piyasa rekabetçi kalmaya devam ederken, piyasa

güçleri optimal refah çözümünü üretme eğiliminde olan fiyat sisteminin içinde

kalabilmektedir, çünkü birleşme firmalara karşılıklı yarar sağlayabilmektedir. İkinci

çözüm klasik vergi-sübvansiyon reçetesi olarak konulmaktadır. Firmalar belirsizlik

nedeniyle, üretim miktarlarını belirleyecek modele sahip olmadıkları için hükümetin

belirlemesi makul görünmektedir. Ancak hükümetin bunu belirleyebilmesi için de

firma yöneticilerinin zevkleri, stratejileri hakkında bilgiye ihtiyaç duyacaklarına

dikkat çekmekte ve böylesi bir bilginin de olamayacağını belirtmektedirler. Ancak

hükümet bu bilgiye sahip olduğu varsayılsa dahi, refahı ençoklaştıracak baskın bir

çözüm görünmemektedir. Dolayısıyla Pigou ve Marshall tarafından ortaya atılan ve

Meade’in devam ettirdiği vergi-sübvansiyon politikası ayrılamaz dışsallıklar

durumunda geçerli olmamaktadır.

Davis ve Winston, dışsallıkların klasik vergi-sübvansiyon reçetesi ile

çözülmesinin hükümetin refahı ençoklaştırdığı varsayımı altında firmanın üretim

kararlarına egemen olduğu durumda (ayrılabilir dışsallıklar) zor olduğunu,

egemenliğin olmadığı durumda (ayrılamaz dışsallıklar) ise imkansız olduğunu

vurgulamaktadırlar.

Buchanan (1966: 408)’a göre dışsallık, bir bireyin faaliyeti (bir mal veya

hizmet üretimi ya da tüketimi) ikinci bir bireyin fayda ya da maliyet fonksiyonunu

etkilediği zaman ortaya çıkmaktadır. Etkilenen birey ticaret yoluyla ne telafi ediliyor

ne de telafi edilmiş ve söz konusu etki marjinal ise dışsallık Pareto-ilgilidir.

Dışsallığın belirgin olması, Pareto optimumunun gerekli koşullarının yerine

getirilmediğini göstermektedir. Buchanan ve Stubblebine (1962) ise, marjinal ve

infra-marginal dışsallık, potansiyel ilgili ve ilgisiz dışsallık, Pareto-ilgili (Pareto-

Page 98: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

94

relevant) ve Pareto ilgisiz (Pareto-irrelevant) dışsallık tanımları yapmıştır. Onlara

göre, literatürde tartışılan dışsallık Pareto-ilgili dışsallığa karşılık gelmektedir.

Yazarlar, Pigoucu yaklaşımı tek bir dışsallık ilişkisi içinde olan iki kesimin varlığını

hesaba katmamakla ve sadece dışsallık yaratan kesimle ilgilendiğini belirterek

eleştirmektedirler. Özel ve sosyal yararın farklılaştığı durumda ortaya çıkan marjinal

dışsallıkların olduğu durumlarda, dışsallıklar kaldığı sürece, Pareto dengesine

ulaşılamayacağına dikkat çekerek, dışsallık ilişkisi içinde olan kesimlerin bu

durumda ticaret yoluyla kazanç sağlamaya devam ettiklerini ifade etmektedirler.

Dışsal olarak etkilenen tarafın dışsal yarar sağlayan kesimi tazmin etmesi gerektiğini

belirten yazarlar, bu şekilde dışsallıkların hükümet müdahalesi olmaksızın

içselleştirilebileceğini ifade etmektedirler. Onlara göre, Pigoucu yaklaşım sadece

dışsallık yaratan kesimi dikkate alarak, pazarlık olasılığını dışlamaktadır.

Bu eleştirilerden yola çıkan Buchanan ve Stubblebine, marjinal dışsallıklar

ortadan kaldırılana kadar, tek taraflı vergi ve sübvansiyonlarla Pareto dengesine

ulaşılamayacağını belirtmektedirler. Ticaretten ziyade vergi-sübvansiyon politikası

uygulanacaksa, çift taraflı vergi-sübvansiyon konulmalıdır. Ancak bu şekilde gerekli

Pareto koşullar sağlanabilmektedir (Buchanan ve Stubblebine, 1962:381-382-383).

S. E. Holterman (1972)’a göre ise bir ekonomik aktörün çıktısı bir diğer

ekonomik aktörün tüketim ya da üretim vektöründe görünüyor ve devlet müdahalesi

hariç diğer taraf tarafından tazmin edilmiyorsa dışsallık oluşmaktadır. Holterman’ın

tanımında vurguladığı nokta tazminatın ödenip ödenmemesidir (s. 79). Yani hükümet

tarafından bir vergi-sübvansiyon sistemi uygulanması, dışsallıkları ortadan

kaldırmayacaktır. Ancak, dışsal malın üreticisi etkilenen tarafı kontrolü altına alırsa

yani tek bir ekonomik aktör gibi davranırlarsa (ya da tersi), dışsallık ortadan

kalkacaktır. Böylece dışsal mal içselleştirilmiş olacaktır. Bu özelliğiyle Holterman’ın

yaklaşımı Davis ve Winston ile Buchanan ve Stubblebine yaklaşımlarına

benzemektedir.

3. Olumsuz Dışsallıkların Fiyatlandırılması

Çevre kirliliğinin ve atıkların fiyatlandırılması ve dağıtımının yasal yollardan

ziyade piyasa mekanizmasının aracılığıyla çözülmesi önerisi R. H. Coase tarafından

Page 99: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

95

ortaya atılmıştır. Coase (1960)’un çevre kirliliğini olumsuz dışsallık olarak ele alması

ve piyasa aracılığıyla içselleştirilebileceğini ifade etmesi ile olumsuz dışsallıklar

piyasada alışveriş konusu haline getirilmiştir. Coase Teoremi olarak bilinen teoreme

göre, bir firmanın yarattığı olumsuz dışsallık, hükümet müdahalesine gerek kalmadan

dışsallığı yaratan ve dışsallıktan etkilenen kesimler arasında çözümlenebilmektedir.

Olumsuz dışsallık (çevre kirliliği, atıklar) burada bir mal haline gelmekte ve talep ve

arzına göre oluşan fiyatla taraflar arasında alışverişe konu olmaktadır. Bu yaklaşım

ile çevreyi kirletmeye yönelik yeni mülkiyet hakları ve bu kirletme haklarının

serbestçe alınıp satıldığı yeni piyasalar yaratılmıştır71 (Hunt, 1980: 244-245).

Atıklar genellikle olumsuz dışsallık olarak kabul edilmektedir. İnsanların

bunlara sahip olmaktan kaçınma eğiliminde olmalarına rağmen, nüfus arttıkça

atıklara sahip olmaktan kaçınmanın zorlaştığı tespitine dayanan iktisat teorisi,

olumsuz dışsallıkların dağılımı problemini incelemiştir. Yukarda genel hatları verilen

Coase teoremi ile birlikte, Pigocu vergi-sübvansiyon çözümüne alternatif olarak

olumsuz dışsallıkların piyasa aracılığı ile içselleştirilebileceği öne sürülmüştür. Bu

yaklaşıma göre, piyasa mekanizmasının benzer kuralları atıklara da

uygulanabilmektedir. Atıklara yönelik talep eğrisi pozitif eğimli, arz eğrisi ise negatif

eğimli olmalıdır. Atığı yaratan taraf atığı alana pazarlık süreci sonucunda belirlenen

miktarı ödemelidir. Ödemenin telafi ve rüşvet olarak yapılabileceği öne sürülmüştür.

Telafi, kirliliği yaratan kesimce, etkilenen kesime verilirken; rüşvet, kirlilikten

etkilenen kesim tarafından kirlilik yaratana ödenmektedir. Her iki durumda da

taraflar kârlılık durumlarını göz önünde bulundurmaktadır (Tybout, 1972: 252-266).

71 Hunt, neoklasik teorinin bireysel çıkarını takip eden birey varsayımına dayanarak, insanların olumsuz dışsallığı yaratma konusunda istekli iken, olumlu dışsallık yaratma konusunda daha az istekli olduklarının kabul edildiğini vurgulamaktadır. Olumsuz dışsallıkların piyasada alışveriş konusu olduğu durumda, pazarlık sürecinde birey sosyal maliyeti komşusuna ne kadar yüklerse ödülü de o kadar çok olmaktadır. Çünkü insanlar, kendileri dışındaki insanlara yansıtabildikleri maliyetleri ençoklaştırma eğilimindedir. Smith’in görünmez el fenomenini “görünmez ayak” şeklinde değiştiren Hunt, toplumdaki tüm bireylerin birbirlerinden bağımsız olarak kendileri dışındaki bireylere yükleyebildikleri maliyetleri ençoklaştırmaları sonucu, toplumsal zararın otomatik olarak ençoklaştırılacağına dikkat çekmektedir. Ancak bireyler, toplumdaki diğer insanların ve dolayısıyla toplumun zararını ençoklaştırma amacıyla değil, kendi faydasını ençoklaştırma amacıyla davranmaktadır. Dolayısıyla birey bilinçli olarak toplumun zararını ençoklaştırma güdüsüyle davrandığı zamandan çok daha büyük zarar üretebilmektedir (Hunt, 1980: 245).

Page 100: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

96

B. Kamu Malları (Ortak Mallar)

Tam rekabetçi piyasada fiyat mekanizmasının işleyişini bozarak Pareto

etkinlik şartlarının yerine gelmesini engelleyen diğer bir önemli durum, kamusal

malların varlığıdır. Özel tüketim mallarında, ölçeğe göre sabit getiriler ile üretim

yapıldığı, bir bireyin tüketiminin diğerinin tüketiminden ayrı olarak ölçülebildiği

varsayımları altında, tam rekabetçi piyasa modeli optimal sosyal hesap aracı olarak

kullanılabilmektedir. Ancak, kamu malları ve dışsallıklar söz konusu olduğunda tam

rekabetçi piyasa modeli optimumu sağlayamamaktadır. Samuelson (1958: 334),

dışsallık olmadan kamusal harcama teorisinin kurulamayacağına dikkat çekmiştir. Bu

bölümde önce kamu malları teorisi incelenecek, daha sonra kamu malları ve

dışsallıkların birlikte ele alındığı analizlere yer verilecektir.

Üretimde bölünemezlik72, azalan maliyet, artan getirilir, eksik rekabet (doğal

monopol), dışsallıklar gibi Paretocu refah iktisadının temel varsayımlarına uymayan

koşullar mevcut olduğunda kamusal üretimin bir gereklilik olarak ortaya çıktığı

düşünülmektedir. Bu koşullar altında tam rekabet kendini koruyamamakta ve piyasa

davranışı da optimal olamamaktadır (Samuelson, 1958: 332-336; Musgrave, 1959:7).

Samuelson (1954; 1955; 1958) tarafından geliştirilen kamu harcamaları teorisinin

temelini de kamu malı kavramı oluşturmaktadır. Bu bölümde, kamu malı kavramının

tanımı konusunda Samuelson ve Musgrave (1959)’in yaklaşımlarına yer verilecek,

daha sonra bu yaklaşımlara getirilen eleştiriler ele alınacaktır. Kamu malı kavramı

ise, salt kamu malları, karma mallar ve vesayet altındaki mal ve hizmetler başlıkları

altında incelenecektir.

1. Salt Kamu Malları73

Samuelson (1954), özel tüketim malları ile ortak tüketim malları arasındaki

ayrımı, ikincisinin tüketiminde toplumu oluşturan bireyler arasında rekabetin

72 Üretimde bölünemezlik, birleşik üretimin bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Birleşik üretim, üretim sürecinde elde edilen çıktılardan her biri bir diğerinin fonksiyonu ise, yani, birbirleriyle bağımlılık ilişkisi içinde olan iki veya daha fazla çıktı elde ediliyorsa söz konusu olmaktadır. Buchanan, dışsallıkları birleşik üretimin bir alt kategorisi olarak ele almıştır (Sönmez, 1987: 112; Buchanan, 1966: 404) 73 Sönmez (1987) izlenerek “pure public goods” teriminin karşılığı olarak “salt kamu malları” kullanılmıştır.

Page 101: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

97

bulunmaması olarak koymuştur. Samuelson (1954: 387)’un sözleriyle ortak tüketim

malları, “...(toplumdaki) her birey tarafından tüketilmesi, söz konusu malın başka

bireylerce tüketiminin azalması sonucunu doğurma”yan mallardır. Kamusal mallar

toplumdaki bireyler tarafından eşit miktarda tüketilmektedir. Musgrave (1959: 8-9)

bu tanıma “dışlama ilkesini” eklemiştir. Buna göre, kamu mal ya da hizmetlerinin

(sosyal istekler) fiyatını ödemeyen kimseleri malın tüketiminden dışlamak söz

konusu olamamakta; insanlar dışlanmadıkları için gönüllü olarak ödeme yapmak

istememektedirler.74 Tüketiciler, bu mal ve hizmetlerin kullanımından

dışlanamadıkları için mala yönelik doğru tercihlerini açıklamak istemeyecekler ve

tercihleri devlet belirlemek zorunda kalacaktır. Bu koşullar altında piyasa bu

özelliklere sahip malları üretmeyi tercih etmemekte, malların kolektif olarak

üretilmesi gerekmektedir.

Bireylerin kamu mallarına yönelik tercihleri açıklamasında, dışlama

prensibinin yokluğu nedeniyle piyasa başarısız olduğu için, politik süreçler devreye

girmektedir. Demokratik toplumlarda hangi kamu mallarının ne kadar üretileceğine

genelde oylama yöntemi ile karar verilmektedir. Kamu ekonomisinde karar alma

süreçleri ve optimum kamu malının miktarının belirlenmesinde geliştirilen politik

boyutlu yaklaşımlar bu çalışmanın kapsamı dışında tutulmuştur (Musgrave, 1959:

10-11).

Samuelson (1955), kamu ve özel malların optimal üretim koşullarını genel

denge analizi ile ortaya koymuştur. O’na göre özel mallar için optimalite koşulu,

malı tüketen bireylerin marjinal ikame oranlarının (MRS), malın marjinal maliyeti

(MC)’ne eşitliği iken kamu malları söz konusu olduğunda durum değişmektedir.

X1 özel bir mal iken, bu malın toplam miktarı, birinci ve ikinci bireylerin

tüketiminin toplamına eşittir: X1= X11+ X1

2. Kamu malında ise bütün bireylerin

tüketim miktarı birbirine eşittir. Yani, X2 kamu malının toplam miktarı ise şu eşitlik

geçerli olmaktadır: X2= X21 = X2

2. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, bireylerin

salt kamu malından eşit miktarda tükettiği varsayılsa da bireylerin zevki

74 Dışlamanın söz konusu olmaması kamu ekonomisi literatüründe bedavacılık (free-rider) denilen sorunu ortaya çıkarmaktadır.

Page 102: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

98

değişebildiği için malların bireylere sağladığı marjinal faydaların da değişmesidir.

Yukardaki tanımlar ışığında Pareto optimalite koşulları özel mallar için; MC

(MRT)75= MRS1 = MRS2 iken; kamu malları için; MC (MRT) = MRS1 + MRS2

şeklini almaktadır. MC burada göreli marjinal sosyal maliyeti göstermektedir. Farklı

bireylere ait marjinal ikame oranları dikey olarak toplanarak, marjinal maliyete

eşitlenmektedir. MRT ve MRS özel mal nümerer kabul edilerek kamu malı için

hesaplanmaktadır.

Samuelson (1954), yukardaki optimal şartları matematiksel olarak aşağıdaki

gibi ifade etmektedir: Her bireyin tükettiği mallara (ortak ve özel) yönelik tutarlı bir

ordinal tercihler setine sahip olduğu ve hem ortak hem de özel tüketim malları için

konveks ve düz bir üretim olanağı eğrisinin varlığı varsayılmaktadır:

ui= ui (X1I, …, Xn+m

i)

uji = ∂ Ui/∂ Xj

i > 0

F (X1, .., Xn+m) = 0

Bu fayda ve üretim fonksiyonları veri iken aşağıdaki birinci denklem özel

mallar için standart Pareto optimum şartını, ikinci denklem ise kamu malları için

optimum şartını göstermektedir:

ir

ij

u

u=

r

f

FF

(i=1, 2, ..., s ; r, j= 1, 2, ..., n) ya da (i= 1, .., s; r=1; j=2,...,n)

(1)

r

jns

i

ijn F

FU +

=+ =∑

1 (j=1,..,m;r=1,..,n) ya da (j=1,...,m; r=1)

(2)

Birinci denklemde görüldüğü gibi, mallar minimum maliyetle üretilmekte,

marjinal maliyetine satılmakta ve bütün faktörler marjinal ürünlerinin değerini

75 Samuelson (1955), toplumun marjinal maliyetini göstermek üzere, MRT yerine MC’yi kullanmıştır.

Page 103: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

99

almaktadırlar. Dolayısıyla tam rekabetçi piyasada aksaklık söz konusu değildir.

İkinci denklemde ise Marjinal Dönüşüm Oranı (MRT) bütün bireylerin MRS’lerinin

toplamına eşitlenmektedir. Bu durumda, kendi, kendine işleyen tam rekabetçi piyasa

Pareto optimumunun gerekli koşullarını sağlayamamaktadır. Çünkü MRS1 ve MRS2

kamu malları nedeniyle birbirinden farklılaşmaktadır.

Kamu malları söz konusu olduğunda sonsuz sayıda Pareto optimum ortaya

çıkmakta ve sosyal refah fonksiyonunun bunlardan birini seçmesi gerekmektedir.

Bireylerin kamu malı ile özel mal arasındaki bireysel ikame oranlarının toplanması

gereği, bireysel fayda fonksiyonunun bilinmesi gerekliliğini ortaya çıkarmaktadır.

Ancak bireyler kamu malına ilişkin gerçek tercihlerini gizleme eğilimindedir. Nath

Samuelson’un yaklaşımındaki temel problemin kamu harcamalarını bireylerin

tercihleri üzerine temellendirmesinde görmekte ve demokratik ülkelerin

çoğunluğunda kamu harcamalarının tüketici egemenliğine dayanmadığını

hatırlatmaktadır (Nath, 1969: 86).

Holterman (1972:80), Samuelson’un tanımını iki noktada eleştirmiştir. İlki,

bireylerin kamu malından aynı miktarda tüketmesidir. Holterman savunma

hizmetinde görülen bu durumun bütün kamu mallarında geçerli olmadığını

düşünmektedir. Kamusallığın kamu malının doğal özelliği olmadığına dikkat çeken

Holterman’a göre, bireysel tüketimden (kullanımdan) ziyade toplam arzı bireyin

faydasını (ya da firmanın çıktısını) etkileyen mallar kamu malıdır.

Samuelson, ortaya koyduğu tanımı genel olarak kamu mallarının niteliklerini

belirlemek için yapmış olsa da kamu ekonomisi teorisinin gelişimi içinde bu tanımın

savunma gibi salt kamu mallarına işaret ettiği genel kabul görmüştür. Kaldı ki

Samuelson (1958) da tanımın darlığını kabul etmekte ve hem kamu malı hem de özel

mal niteliği taşıyan malların (karma mallar) varlığını kabul etmektedir.

2. Karma Mallar

Samuelson’un kamu malı tanımı sadece savunma hizmetine uyduğu için

eleştirilmiş ve kendisinin de vurguladığı karma malların varlığı gündeme

getirilmiştir. Samuelson, tanımının salt kamu malları için geçerli olduğunu, uç bir

Page 104: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

100

durumu ifade ettiğini belirterek, salt özel ve salt ortak malların ikisinin de

özelliklerine sahip karma malların tanımlanabileceğini ifade etmiştir (1958: 335).

Holterman (1972: 81-82)’a göre karma mallar herkes tarafından eşit miktarda

tüketilen mallar değildir ve malın bir bireyce tüketimi diğer bireylerin kullanımına

sunulan mal miktarını azaltmaktadır. Karma mallarda malın toplam sunumu kamu

malı iken, bireyin malı kullanımı özel maldır. Birey malın kullanımını kontrol

edebiliyorken, toplam sunumunu kontrol edememektedir. Dolayısıyla bir maldan

yapılan bireysel tüketim birimi hesaplanabiliyorsa ve malın tüketimi bireyin

kontrolünde ise bu mala karma mal denmektedir.

Musgrave’e göre, birlikte (birleşik) tüketilen malların kamu malı olması

zorunlu değildir. Ortak tüketimin söz konusu olduğu yerlerde (sirk gösterisi ya da

konser gibi) mal ya da hizmetin fiyatlanması mümkündür. Dolayısıyla, ortak tüketim

konusu olan bazı mallar pekala piyasa aracılığıyla tüketilebilir. Bu mallara yönelik

toplam talep, eşit miktarlarda tüketim zorunluluğu olmadığı için, özel malların

toplam talebi gibi yatay olarak toplanarak bulunacaktır. (Musgrave, 1959: 10)

3. Vesayet Altındaki Mal ve Hizmetler76

Bu tür mallar, Samuelson ve Musgrave’in kamu malı tanımındaki özellikleri

taşımamasına rağmen, devlet tarafından toplumdaki bireylerin tüketmesine karar

verilen mallardır. Bu tür malların tüketimi kişinin tercihine ve dolayısıyla sunumu

piyasaya bırakıldığında bireyler bu malları tüketmeyi tercih etmeyebilmektedirler.

Bu malların kamu malı sayılmasının nedeni teknik gereklere dayanmamakta, tüketim

miktarının eşit olması gerekmemektedir. Bu mallarda kamu müdahalesinin amacı

bireysel seçimleri düzeltmektir. Bu mal grubunun klasik örneği ise eğitimdir

(Musgrave, 1959: 9).

Bu mallarda vurgulanması gereken temel nokta tüketici egemenliğinin

toplumsal tercihlerin belirlenmesinde ortadan kalkmasıdır. Samuelson’un tanımına

göre, kamu mallarında da toplumsal tercihler bireysel tercihlere göre belirlenmekte

sadece karar verme piyasa mekanizmasından politik süreçlere kaymaktadır. Ancak,

76 Vesayet altındaki mal ve hizmetler kavramı Sönmez (1987) izlenerek ingilizce “merit goods” kavramının yerine kullanılmıştır.

Page 105: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

101

piyasa mekanizmasının kaynakları etkin olarak dağıtması için bireysel tercihlerin

egemen olması gerekmektedir (Musgrave, 1959: 13).

C. Dışsallıklar Kamu Malı İlişkisi

Dışsallıklar ile kamu malları arasındaki ilişki birleşik arz ya da üretim

durumunda ortaya çıkmaktadır. Buchanan (1966: 404), dışsallıkları bileşik arzın bir

alt kategorisi olarak ele almıştır. Birleşik üretim söz konusu olduğunda üretim süreci

iki ya da daha çok nihai ürünü şekillendirmektedir.

E. J. Mishan, birleşik mal, ortak mallar ve dışsallıklar arasındaki ilişkiyi ilk

defa ortaya koyan yazar olarak bilinmektedir (Sönmez, 1987: 138). Mishan (1969b),

dışsallığın refah ya da üretim etkileri tamamen ya da kısmen fiyatlanamamış ya da

üretim ya da tüketim fonksiyonu toplumdaki diğer bireylerin faaliyetlerine bağlı

olduğu durumda ya da firmanın üretim sürecinde kullandığı faktörü kontrol

edemediği durumda ortaya çıktığını düşünmektedir. Mishan, dışsallıklara sahip

olmayan özel ve ortak mallar, dışsallıklara sahip özel ve ortak mallar olmak üzere

dört sınıflandırma yapmıştır.

Dışsallıklara sahip olmayan özel mallar: Bireyin diğer insanlarla

paylaşmadığı mallar özeldir. Özel mallar, özel bir bireyin fayda fonksiyonuna giren

diğer bireylerin fayda fonksiyonuna girmeyen mallar olarak tanımlanmaktadır. Bir

üretim faaliyetinden m sayıda birleşik olarak mal üretilmekte olsun. Özel mallar

durumunda optimalite için gerekli koşul şu şekilde olmaktadır: tek bir üretim

faaliyetinden birleşik olarak üretilen m sayıdaki birleşik malın marjinal

değerlendirmelerinin toplamı toplumdaki tüm bireyler için aynı olmalı ve bu toplam

marjinal değerlendirme bu birleşik olarak üretilen malların marjinal maliyetine eşit

olmalıdır. Bu koşul endüstri tam rekabetçi ise geçerli olmaktadır ve ayrıca m sayıda

birleşik olarak üretilen malın piyasalarının da tam rekabetçi olmasını

gerektirmektedir. Bu koşul, özel malların klasik optimalite koşuluna benzemektedir.

Özel mallarda da malın marjinal faydası (değerlendirmesi) her bir birey için üretim

faaliyetinin marjinal maliyetine eşit olmalıdır.

k birleşik üretim faaliyeti sonucu m (h=1,..,m) tane özel mal üretilmektedir.

Page 106: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

102

11112

111

1

11 ... kmkk

m

hkh vvvv +++=∑

=

∑=

m

hkhv

1

11 , toplumdaki bir bireyin k birleşik faaliyeti sonucu üretilen tüm

mallardan elde ettiği marjinal faydaların toplamını göstermektedir. Dolayısıyla

dışsallığa sahip olmayan özel mal durumunda gerekli optimalite koşulu aşağıdaki

gibi gösterilebilmektedir:

.......11

22

1

11k

m

h

sskh

m

hkh

m

hkh cvvv ==== ∑∑∑

===

(1)

(ck=k üretimin marjinal maliyeti; s birey sayısı)

Dışsallıklara sahip olmayan ortak mallar: Mishan, tüketimi zorunlu olan

ve olmayan (isteğe bağlı) ortak mal ayrımı yapmıştır. Buna göre, tüketimi zorunlu

olan malın miktarını birey belirleyememektedir. Tüketimi zorunlu olmayan mallarda

birey sadece kendi tüketiminden etkilenmekteyken, zorunlu kılınan mallarda diğer

bireylerin tüketimi de bireyi etkilemektedir.

Tüketimi isteğe bağlı bir mal için optimalite koşulu:

vk11+vk

22+..+vkss=ck şeklinde iken;

Tüketimi zorunlu bir mal için optimalite koşulu:

vko1+vk

o2+..+vkos=ck olmaktadır.

vko1 simgesindeki “o” terimi bireylerin tüketimlerinin kendi kararlarına bağlı

olmadığını, dışardan belirlendiğini göstermektedir. Tek bir ortak mal için gerekli

koşul ile tek bir üretim faaliyeti sonucu elde edilen m sayıdaki birleşik ortak malın

optimalite koşulları birbirine benzemektedir. Optimalite için gerekli koşul, birleşik

olarak üretilen m ortak mala yönelik toplumdaki her bir bireyin marjinal

değerlendirmelerinin toplamının üretim faaliyetinin marjinal maliyetine eşit

olmasıdır:

Tüketimi isteğe bağlı m tane ortak mal için optimalite koşulu:

Page 107: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

103

k

m

h

sskh

m

hkh

m

hkh cvvv =+++ ∑∑∑

=== 11

22

1

11 ... (2)

Tüketimi zorunlu m tane ortak mal için optimalite koşulu:

k

m

h

oskh

m

h

okh

m

h

okh cvvv =+++ ∑∑∑

=== 11

2

1

1 ... (3)

k birleşik üretim sürecinde ortaya çıkan m maldan g adetinin tüketimi zorunlu

olmayıp, m-g kadarınınki olabilir. Bu durumda:

k

g

h

m

h

oskh

sskh

g

h

m

h

okhkh

m

h

okh

g

hkh cvvvvvv =⎟⎟

⎞⎜⎜⎝

⎛+++⎟⎟

⎞⎜⎜⎝

⎛++⎟⎟

⎞⎜⎜⎝

⎛+ ∑ ∑∑ ∑∑∑

= == === 1 11 1

222

1

1

1

11 ... (4)

Dışsallıklara sahip özel mallar: Mishan, tüketimi zorunlu olan ve olmayan

mallar ayrımını kullanarak dışsallıkları analize dahil etmiştir. Birleşik üretilen özel

mallar söz konusu olduğunda, bir üretim faaliyeti sonucu ortaya çıkan m sayıdaki

maldan bazıları dışsal etki ya da yayılma etkisi olabilmektedir. Birleşik üretim

sürecinde ortaya çıkan bazı olumsuz dışsallıklar zorunlu (isteğe bağlı olmayan,

kaçınılamaz) ortak “kötü” mal kategorisine girebilmektedir. Mishan, ekmek üretimi

ve bu üretim faaliyeti ile birlikte ortaya çıkan kepek, saman ve duman örneğini

vermiştir. Üretilen duman bir fiyat karşılığında isteklilik temelinde insanlar arasında

dağıtılamamaktadır. Ekmek sadece kullanan bireye fayda sağlarken, duman sadece

satın alan bireye değil toplumdaki tüm bireylere zarar vermektedir. Dolayısıyla, çok

sayıda özel mal üreten bir üretim faaliyeti aynı zamanda çok sayıda dışsallık da

üretmektedir. Bu durumda optimalite koşulu birleşik üretilen özel malların her bir

birey için aynı olan marjinal faydalarının toplamının olumsuz dışsallıkların marjinal

zararından çıkarılarak, üretim faaliyetinin marjinal maliyetine eşitlenmesi ile

sağlanmaktadır. m maldan g kadarının özel mal, m-g kadarının ise olumlu ya da

olumsuz dışsallık olduğu varsayılırsa optimalite koşulu aşağıdaki gibi yazılmaktadır:

k

m

h

jkh

g

h

sskh

m

h

jkh

g

hkh

m

h

jkh

g

hkh cvvvvvv =+==+=+ ∑∑∑∑∑∑

====== 1

0

11

0

1

22

1

0

1

11 ... (5)

Page 108: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

104

(5) nolu denklemdeki her bir toplama işlemindeki ikinci terimler dışsallıkları

göstermektedir. Üretim sürecinin tek bir mal ürettiği durumda, dışsallıkların varlığı

altında ise optimalite koşulu aşağıdaki gibi yazılmaktadır:

kj

kssk

jkk

jkk cvvvvvv =+==+=+ 0

210

2221

02

111 ... (6)

Dışsallıklara sahip ortak mallar: Tek bir üretim faaliyetinin birden fazla

ortak mal ürettiği duruma örnek olarak baraj sistemi verilmiştir. Baraj bir taraftan

elektrik üretirken (isteğe bağlı ortak mal), diğer taraftan sel kontrolü (zorunlu ortak

mal) ve balıkların yok olmasını (olumsuz dışsallık ya da ortak “kötü” mal)

sağlamaktadır. Dışsallığa sahip zorunlu ortak mal durumunda gerekli optimalite

koşulu (3) nolu denklem ile gösterilirken; isteğe bağlı ortak mal durumunda gerekli

optimalite koşulu (2) nolu denklemin gösterdiği gibidir.

Dışsallık ile kamu malı arasındaki bağlantıyı güçlü biçimde kuran Holterman

(1972) ise, dışsal olarak üretilen pek çok malın kamu malı olduğunu ileri

sürmektedir. Çiçek bahçesi örneğini veren Holterman’a göre, bir bireyin çiçek

bahçesinin görünümünden keyif alması, çiçeklerin sayısını azaltmamakta,

başkalarının bundan yararlanmasını engellememektedir. Dolayısıyla dışsal çıktı olan

çiçek bahçesinin görünümü, kamu malıdır. Holterman ayrıca fabrikadan çıkan

duman, egzoz ve su kirlenmesi gibi dışsallıkların da kamu malı olarak

değerlendirilebileceğini iddia etmektedir. Kamu malı olarak tanımlanan dışsal etkiler

de hem salt kamu malı hem de karma mal olabilmektedir. Kamu malları ile

dışsallıklar arasında kurulan diğer bir ilişki de kamu malının kullanımının da dışsal

etki yaratabilmesidir.

D. Üçüncü Bölümün Genel Değerlendirmesi

Dışsallıklar ve kamu malları, rekabetçi piyasanın kendiliğinden işleyişini

bozan iki aksaklık durumudur. Paretocu denge teorisi bu iki durumu yok sayarak

dengeye ulaşabilmekte ve kaynak tahsisinde optimum sağlanabilmektedir. Bu iki

durumun varlığında optimumun sağlanabilmesi için ya devletin müdahalesi önerilmiş

ya da dışsallıklar ve kamu malları başlıkları altında ele alınan durumların fiyat

sistemi içerisinde nasıl ortadan kaldırılacağı araştırılmıştır. Dışsallıkların varlığı söz

Page 109: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

105

konusu ise Pigoucu geleneksel çözüm, devletin olumlu dışsallığı yaratan kesimi

sübvanse etmesi; olumsuz dışsallık yaratan kesimi vergilemesini önermektedir.

Böylece, piyasa tarafından fiyatlanamayan dışsallıkların etkileri devlet tarafından

telafi edilmekte, dışsallıklara bir çeşit dolaylı fiyat belirlenmektedir. Buna karşılık

devletin müdahalesi dışsallıkların ekonomik birimler arasında içselleştirilmesi ya da

Coase Teoremi’nde olduğu gibi dışsallıklar için bir piyasa oluşturularak bunların da

fiyat sistemi içerisinde çözülmesi ile gereksiz hale gelebilmektedir.

Kamu malları durumunda ise durum değişkenlik göstermektedir. Salt kamu

malları durumunda devletin üretici olarak devreye girmesi gerekirken, karma mallar

ve vesayet altındaki mallarda salt kamu mallarında geçerli olan bölünemezlik ve

dışlanamazlık söz konusu olmadığı için özel kesim de üretici olabilmektedir. Bu

malların hangi kesim tarafından üretileceği mevcut toplumsal ve politik değerlere

göre belirlenmektedir. Snower (1993), karma mal ve hizmetler ile vesayet halindeki

mal ve hizmetlerin (eğitim, sağlık, işsizlik sigortası gibi) devlet tarafından

sağlanmasının daha etkin olacağını savunmaktadır. 1970’lerin ortasına kadar yaşanan

refah devleti pratiğinde bu mal ve hizmetler de devlet tarafından üretilirken,

1970’lerin ortasından itibaren piyasanın daha etkin olacağı görüşü egemen hale

gelmiştir.

Page 110: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

106

Dördüncü Bölüm:

REFAH DEVLETİ ve KRİZİ: EŞİTLİK SORUNSALINI DA İÇEREN

SOSYAL REFAH KAVRAYIŞINDAN ETKİNLİK AMACINA GERİ DÖNÜŞ

Daha önce belirtildiği gibi teorik refah iktisadı, ekonomik refahla kendini

sınırlayarak, refahı sağlayan temel kurum olarak piyasayı görmekte ve piyasanın

etkinliği ile refah arasında doğrudan bağlantı kurmaktadır. Piyasanın etkin kaynak

dağıtımını sağlaması için gerekli varsayımlar ve koşullar sağlanmadığında ise tam

rekabetçi piyasa dengesi ile refah arasında doğrudan bağlantı kuran temel refah

teoremleri anlamlarını yitirmektedir. Devlet müdahalesinin meşru görüldüğü bu

durumlarda devletin amacı aksaklıkları gidererek piyasanın etkin çalışmasını yani

ekonomik etkinlik şartlarını sağlamaktır. Ancak, refah devleti pratiğinde, devlet

sadece piyasanın etkin kaynak dağıtımı sonucu oluştuğu ileri sürülen ekonomik

refahla kendini sınırlamamış, eşitliği de refahın bileşenlerine ekleyerek sosyal refahı

oluşturmak amacıyla müdahale alanını genişletmiştir77. Böylece devlet refahı

sağlayan ana yapı olarak ortaya çıkmıştır (Ferguson vd., 2002: 132). Offe (1982:

262) bu süreci “refahın politize olması” şeklinde tanımlamaktadır.

Refah iktisadının bireyler arası karşılaştırmalardan sakınan ve bölüşümü bir

tür faktör fiyatlaması olarak ele alan teorik yapısı, piyasayı toplumu örgütlemede

temel kurumsal yapı olarak gören neoklasik yaklaşımın izlerini taşımaktadır (Mishra,

1996; O’Neil, 2001). Kendi kendine işleyen piyasa ile birlikte, ekonominin ve

aslında bir bütün olarak toplumun akılcı insanın bireysel olarak vereceği üretim,

tüketim ve değişim kararları sayesinde, fiyat mekanizması aracılığıyla kendiliğinden

dengeye geleceğini varsaymakta; toplum tarafından üretilen değerin bölüşümü

sorununu ise, her üretim faktörünün üretime yaptığı katkı oranında pay alacağını

varsayarak, yine piyasa mekanizması içerisinde çözülmüş kabul edilmektedir.

77 Negri (1967: 49-50), 1871’den itibaren devlet müdahalesinin giderek büyüdüğünü ve üretim tarzının toplumsallaştığını vurgulayarak, 1929 krizi ile kapitalizmin sistemik krizine ve sosyalist tehdide karşı aldığı bir önlem olarak gördüğü refah devleti döneminin, basitçe “müdahaleci devletin” sahneye çıkması olarak değerlendirilemeyeceğine dikkat çekmektedir.

Page 111: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

107

Dolayısıyla refah iktisadı eşitsizlik sorununu hem toplumsal artığın dağıtımını fiyat

mekanizmasının mükemmel işleyişine terk ederek; hem yaptığı varsayımlar ve

kullandığı teorik araçların sağladığı koşullara dayanarak (sayal fayda yerine

sıral faydanın getirilmesi ve bireysel karşılaştırmaların imkansız kabul edilmesi);

hem de Paretocu yaklaşımın gelir bölüşümünü değer yargılarından uzak tutma

anlayışı sayesinde göz ardı edebilmiştir. 1929 bunalımından önceki liberal ekonomik

politikaların egemen olduğu dönemde dünyadaki reel ekonomik politika da bu

perspektife sahiptir (Mishra, 1996; Ferguson vd., 2002).

Refah devleti ile eşitliğin de refahın bir unsuru olarak kabul edildiği bir

dönem yaşanmıştır. Refah devleti pratiğinde, devlet sadece piyasanın etkin kaynak

dağıtımı sonucu oluştuğu ileri sürülen ekonomik refahla kendini sınırlamamış,

eşitliği de refahın bileşenlerine ekleyerek sosyal refahı oluşturmak amacıyla

müdahale alanını genişletmiştir. Böylece devlet, refahı sağlayan ana yapı olarak

ortaya çıkmış ve piyasaya refahı sağlama amacına uygun olarak, farklı biçimlerde

müdahale etmiştir (Ferguson vd., 2002: 132).

1970’lerin ortasından itibaren yaşanan küresel düzeydeki krize paralel olarak

refah devletinde ciddi bir dönüşüm başlamıştır (Maddison, 1982). Krizin nedenini

19. yüzyıl ve 20. yüzyılın başında olduğu gibi devletin piyasaya müdahalesinde

gören neoklasik yaklaşımın tekrar egemen hale geldiği bu dönemde, piyasa etkinliği

tekrar amaç haline gelmiştir. Bu bölümün iki temel savı bulunmaktadır. İlki, refah

devleti deneyiminin yaşandığı 2. Dünya Savaşı ile 1970’lerin ortasına kadar olan

dönemin, Keynesyen politikalara bağlı olarak piyasa ile refah bağlantısının

zayıfladığı ve eşitliğin refahın bir bileşeni olarak politik programlara girdiği bir tarih

dilimi olduğudur. İkinci temel sav ise 1970’lerin ortalarından itibaren akademik

ilgide ve devletlerin refah politikalarında, Paretocu refah iktisadının rekabetçi piyasa

ile refah arasında kurduğu doğrudan bağlantının tekrar güçlendiği ve eşitlik

sorununun dışarıda bırakılarak etkinlik ile refahın sağlanacağı savının egemen hale

geldiğidir.

Yoksulluğa karşı önlemler olarak başlayan devlet faaliyetleri, yıllar içinde

büyümüş, önce merkezileşmiş sonra da gönüllülükten zorunluluğa dönüşmüştür.

Page 112: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

108

İngiltere’de 1601’de Yoksul Yasaları ile başlayan ekonomik ve sosyal amaçlı devlet

müdahaleleri zaman içinde refah devleti uygulamasına dönüşmüştür (Barr, 1987:

9).78 Devlet kurulduğu tarihten itibaren, müdahale edilmesi istenmeyen piyasanın

kurumsallaşması da dahil olmak üzere, içinde yaşadığımız toplumun inşa edilmesi

amacına dönük olarak her zaman önemli bir yapı olmuştur (Polanyi, 2000: 201-202).

Ancak, İkinci Dünya Savaşı ile 1970’lerin sonlarına kadar, dünyada özellikle de

Avrupa’da yaşanan refah devleti deneyimi, devlet müdahalesinden öte, farklı bir

niteliğe sahip olmuştur. Bu nedenle refah devletinin neden ortaya çıktığına, nasıl

tanımlanacağı ve amaçlarının ne olduğuna ilişkin geniş bir tartışma yapılmıştır. Bu

bölümün ilk alt bölümünde refah devletini ortaya çıkaran tarihsel koşullara ve J. M.

Keynes’in fikirlerine kısaca göz atılacaktır. İkinci altbölümde refah devletinin ortaya

çıkış nedenlerine ilişkin farklı yaklaşımlar ve açıklamalar ele alınacaktır. Refah

devleti yazınının gelişmiş ülkelerdeki deneyimler üzerine kurulduğu gözlenmektedir.

Bu tez çalışmasında da gelişmiş ülke deneyimleri ile sınırlı olarak analiz yapılacak

ve azgelişmiş ülkelerin kendine özgü kurumsal yapıları ve politika pratikleri dışarıda

tutulacaktır. Bu açıdan refah devleti yazınında temel alınan Esping-Andersen’in

Avrupa refah devletleri deneyimi üzerinden oluşturduğu refah devleti rejimleri

kavramlaştırması etrafında refah devleti deneyimi anlatılacaktır. Dördüncü

altbölümde Polanyi’nin piyasa toplumuna ilişkin fikirleri üzerinde durulacak ve “ikili

hareket” tezi üzerinden refah devleti yaklaşımı yakından incelenecektir. Son

altbölümde ise 1970’lerin ortasından itibaren refah devletinde yaşanan dönüşüm

izlenmeye çalışılacaktır.

A. Refah Devleti

1. Refah Devletini Doğuran Tarihsel Koşullar ve J. M. Keynes

Refah devletinin ilk nüveleri, ilk Keynesyen politikalar 1929 bunalımından

çıkmak için ABD’de Başkan F. D. Rooswelt’in “New Deal” politikalarının

uygulaması ile ortaya çıkmıştır79. “New Deal”ın özünü oluşturan şey başlıca sosyal

78 Refah devletini tarihsel perspektifle ele alan bir çalışma için bkz. (Briggs, 1969) 79 Refah devletinin ilk kurumlarının ise Bismarck Almanyası’nda sosyal güvenlik hizmetlerinin oluşturulması ile görüldüğü genel kabul görmüştür (Barr, 1987; Esping-Andersen, 1991; Briggs, 1969). Mishra (1996) dünyadaki ilk refah devletinin Almanya’da çalışanların memnuniyetsizliğine ve sosyalizme yanıt olarak ortaya çıktığını ifade etmektedir. Ancak, 2. Dünya Savaşı sonrasında

Page 113: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

109

güçlerin üzerinde anlaşacağı yeni bir toplumsal uzlaşma arayışı olarak

görülmektedir. New Deal ile ABD’de işçi sınıfı tamamen tüketim sistemine dahil

edilmiş, işveren kesimi ile devlet arasında da işbirliğinin yolu açılmıştır (Beaud,

1984: 206-208; Negri, 1967: 82-83).

ABD’de New Deal ile uygulanan talep yanlı, tüketimi teşvik edici politikalar

Avrupa’da İkinci Dünya Savaşı sonrasında uygulanmaya başlanmıştır. I. Dünya

Savaşı ve 1929 bunalımının ardından işsizliğin yüksek oranlara ulaşması J. M.

Keynes’in Genel Teorisi’ni yazma nedeni olmuştur. İşsizliğin emek piyasalarının

katılığından, istikrarsızlığın ve durgunluğun devletin piyasaya yönelik

müdahalelerinden kaynaklandığını düşünen neoklasik görüşü reddeden Keynes,

“bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” anlayışını kabul etmemekte, tam istihdama

ulaşmak için devletin piyasalara müdahale etmesi gerektiğini düşünmektedir80.

Bunalımın nedeni, arz fazlasıdır. Devlet, üretimi teşvik edici politikalara ek olarak,

üretilenlerin satın alınmasını sağlayabilmek için çalışan kesimlerin satın alma

güçlerini de yüksek tutmalıdır. Dolayısıyla devlet piyasaları kontrol altında tutmalı

ve onlara müdahale etmelidir (Beaud, 1984: 211-212; Drache, 1996: 34; Köse ve

Öncü, 2003; Negri, 1967).

Keynes kapitalizmin üç ana aktörü -devlet, kapitalistler ve işçiler- arasındaki

politik ve ekonomik ilişkilerin düzenlenmesiyle ideal bir toplumun yaratılabileceği

inancını taşımaktadır. “Bir liberal olan Keynes’in hayalindeki toplum tam anlamıyla

düzenlenmiş bir piyasadır” (Köse ve Öncü, 2003: 122)81. Bu açıdan

değerlendirildiğinde Keynes, siyaseti diğer düzeylerden ayıran klasik liberal görüşe

karşı, “siyasal öğenin iktisada içsel bir öğe haline getirilmesi”ni savunmaktadır

uygulanan Keynesyen benzeri politikalar ABD’de “New Deal” ile başladığı için bu tarih kullanılmıştır. 80 Keynes “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” politikasını 1. Dünya Savaşının ardından yazdığı “The Economic Consequences of the Peace” adlı çalışmasında terk etmiştir. Diğer taraftan Negri, Keynes’in devletin rolünü tam istihdam koşullarını sağlamak olarak gördüğüne, bu sağlandıktan sonra neoklasik denge teorisinin işleyeceğini düşündüğüne dikkat çekmektedir. Keynes’in hedefi dengenin inşa edilmesidir. Müdahalecilik teknik bir zarurettir (1967: 60-68). 81 Negri (1967: 53), Keynes’i 1917 sosyalist devrimine karşı kapitalist toplumun yeniden inşa ve kapitalist devleti yeniden şekillendirme projelerindeki en etkin teorisyen olarak görmektedir. Keynes 1917 devrimi ve 1929 bunalımının ardından kapitalist toplumun ciddi bir ekonomik ve siyasal krize girdiğini düşünmekte ve bunun aşılabilme yollarını aramaktadır. 1. Dünya Savaşının ardından kaleme aldığı politik çalışmalarda ve Genel Teori’de bu vurguya sık sık rastlanmaktadır (Negri, 1967).

Page 114: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

110

(Negri, 1967: 59). Siyaset, “belli bir üretim biçiminin varlığı ve gelişimi için gerekli

olan koşulları toplumsal çapta sağlama uğraşı” (Eroğul, 1999: 42) olarak

tanımlanmaktadır. Bu uğraşı gerçekleştirecek toplumsal örgütlenmenin devlet olduğu

hatırlandığında Keynes’in ekonominin (piyasanın) devlet eliyle düzenlenmesi

gerekliliği fikri açıklığa kavuşmaktadır. Keynes’e göre devlet, “sadece iktisadi bir

destek ve teşvik kaynağı, bir istikrar ve yenilik kaynağı” değildir. Bizzat üretici

kimliğe de bürünebilen, “iktisadi faaliyetin asli motorlarından biridir” (Negri,

1967:70-72).

Keynesyenizmin düzenlenmiş piyasa ilkesinin egemen olduğu, devletin

ekonomiye yoğun müdahalesi ile karakterize olan İkinci Dünya Savaşı Sonrası

dönemde dünya genelinde dikkate değer büyüme oranları yaşanmış, refah düzeyi

yükselmiştir (Beaud, 1984: 240). Ne sağ ne de solda bulunan partiler vatandaşlarını

korumak için piyasayı düzeltici sosyal programların gerekliliğini düzenlenmemiş

piyasalara karşı sorgulamaktadır. Bu dönemde bu politikalara bağlı olarak sosyal

eşitsizlik dinamik değil durağan kalmıştır (Drache, 1996: 34). 1929 bunalımının

sonucu olarak ortaya çıkan refah devleti, piyasanın aksaklıklarını ve yarattığı

sorunları gideren kurumsal bir yapı görünümündedir.

2. Refah Devletine Farklı Yaklaşımlar

Refah devleti tartışmaları Richard Titmuss (1958)’un artık (residual) refah

devleti ve kurumsal refah devleti gruplandırmasını temel almaktadır. Artık refah

devleti, devleti yalnızca aile ve piyasa aksadığında sorumlu tutmaktadır. Bu algılama,

devletin marjinal ve muhtaç sosyal gruplara yönelik taahhütlerini kısıtlamaktadır.

Artık refah devleti, piyasa aksaklıklarını gidermek, yoksulluktan kurtulmak ve belli

kamu mallarını sağlamak için sınırlı devlet faaliyetleri öngörmektedir. Kurumsal

refah devleti ise toplumun bütününü hedeflemekte ve bu anlamda evrensel olduğu

kabul edilmektedir. Kurumsal refah devleti, refaha yönelik kurumsal taahhütler

içermekte, refah taahhütlerini sosyal refah için hayati olan bölüşüm alanına

genişletmektedir (Barr, 1987: 61; Esping-Andersen, 1991: 20-21).

Page 115: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

111

Liberal iktisat82 eşitlik ve zenginliğin, maksimum serbest piyasa ve minimum

devlet müdahalesi ile elde edileceğini düşünmektedirler (Esping-Andersen, 1991: 9).

Klasik liberal iktisatta devlet müdahalesinin amacı, esas olarak, kendi kendini

düzenleyen ve kendi kendine genişleyen, ‘ulusun zenginliğini’ ençoklaştırmaya

yönelen bir sistem olarak kabul edilen kapitalizm için en uygun koşulları

yaratmak ve sürdürmektir (Hobsbawm, 1998: 209).

Bu anlamda liberal yazarlar artık refah devleti yapısına sıcak bakmaktadır.

Onlara göre müdahale, insanların geçimlerini sağlamalarının koşullarını toplumsal

düzenlemelerle gerçekleştirilmesi gereğini işaret eden ahlaki bir tavırdan

kaynaklanmaktadır (Buğra, 2003: 196). Geçim koşullarını sağlayacak olan piyasa

kurumudur ve müdahale de onun oluşması ve işlemesiyle sınırlandırılmalıdır. Bu

gelenek içerisinde yer alan neoklasik iktisat, refah devletinin piyasanın belirlediği

fiyat ve ücretleri değiştirerek, fiyatların ekonomideki aktörlere bilgi aktarma ve

teşvik fonksiyonlarını zayıflattığını ileri sürmektedir. Fiyatların piyasanın belirlediği

fiyatlardan farklılaşması, kaynak dağılımında etkinliği bozmaktadır.

Refah devletine karşı sunulan temel argüman refah devletinin etkinliği

azaltmasıdır83. Bu fikir 1970 bunalımının ardından ve onu izleyen neoliberal

politikaların ardından yeniden güçlenmiştir. İkinci Dünya Savaşı ile 1970’lerin

ortasına kadar süren Altın Çağ döneminde, devletin piyasanın etkinlikten uzak ve

gelir dağılımında eşitsizlik yaratan etkilerini giderici, toplumda sınıflar ve gruplar

arasında çatışmaları yumuşatan bir kurum olduğu yönünde yaygın bir görüş

82 Liberal yazarlar, devlet müdahalesini piyasanın etkinliğini bozan bir unsur olarak ele alan yazarlardır. Barr, liberal yazarlar içerisine Keynes, Galbraight, Rawls gibi sosyal adalet ve devlet müdahalesinin gerekliliğine inanan yazarları da dahil etmiştir. Barr, piyasayı refahı sağlamada temel kurum olarak gören yazarları liberteryan olarak nitelemiştir. Bu ayrıma göre liberal yazarlar, refah devletini desteklemektedir. Onlara göre özel mülkiyet amaç olmaktan ziyade araçtır. Liberal teori ayrıca eşitlikçi yapısıyla devlete bölüşüm sorununu çözme konusunda liberteryanlara göre daha büyük bir rol biçmektedir. Liberteryan teoriyi iki alt gruba ayıran Barr’a göre, doğal hakları savunan libertaryanlar (Nozick gibi) asgari gece bekçisi devleti savunmaktadır. Nozick vergiyi hırsızlık olarak görmekte, devlet müdahalesini ahlaki olarak yanlış bulmakta ve devlete yeniden dağıtımcı rol tanınmasına karşı çıkmaktadır. Ampirik libertaryanlar ise (Hayek, Friedman gibi), devlet müdahalesine toplam refahı düşürdüğü için karşı çıkmaktadır. Ancak libertaryanlar genel olarak, rekabetçi piyasanın eşit dağılımı kendiliğinden gerçekleştireceğini düşünmekte, büyük ölçekli devlete baskıcı bir kurum olarak bireysel özgürlüğü kısıtladığı gerekçesiyle karşı çıkmaktadırlar (Barr, 1987: 42-68).

Page 116: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

112

mevcuttur (Offe, 1982: 67). Bunun yanında eşitlik ile etkinlik arasında ters ilişki

olduğu öne sürülmüş ve devletin yeniden dağıtımcı rolü eleştirilmiştir. (Boyer,

1996:105-107; Gough, 1996: 235)84.

Neoklasik iktisat geleneğinde devlet müdahalesi, rekabetçi piyasanın

optimuma ulaşmasını engelleyen tam bilgi ve tam rekabet varsayımlarının ihlal

edildiği ve piyasa aksaklıklarının söz konusu olduğu durumlarda meşru

görülmektedir. Bu koşullar altında devlet etkinlik amacıyla harekete geçmektedir85.

Kurumsal refah devleti ise devletin piyasanın yarattığı sorunları çözmesinin ötesinde

çeşitli nedenlerle toplumu oluşturan bireylere yönelik sosyal hizmetleri sunma

amacını güttüğünde ortaya çıkmaktadır. A. Lindbeck (1993:96)86, piyasa etkinliğini

bozan nedenleri ortadan kaldırarak, birey refahının piyasaya bağımlılığını devam

ettiren devlet faaliyetini klasik devlet faaliyeti olarak tanımlayarak, refah devleti

faaliyetlerinden ayırmaktadır. Klasik devlet faaliyetleri, sözleşmeleri güçlendirme,

kamusal malları sağlama, üretimdeki dışsallıkları düzenleme ve fiziksel altyapı

üretme şeklinde sıralanmaktadır. Lindbeck ayrıca çeşitli nedenlerle yapılan devlet

83 Refah devletinin ve genel olarak devletin etkinsizlik yaratan yönleri için bkz. (Snower, 1993). Snower aynı zamanda, eğitim, sağlık, işsizlik sigortası gibi alanlarda özel girişimin başarızızlık nedenlerinin de sıralamaktadır. 84 Snower (1993: 704-705) devletin geliri eşitlik amacıyla yeniden dağıtmasının etkinlikten fedakarlık etmeden söz konusu olamayacağını ileri sürmektedir. O’na göre ulusal gelirin daha eşitlikçi yeniden dağıtılması gelirin küçülmesine neden olmaktadır. Çünkü ikinci refah teoreminin öne sürdüğü serbest piyasayı etkilemeden maliyetsiz bir defalık transferler gerçekleştirmek imkansızdır, bu tarnsferler yeni sapmalar yaratmaktadır. Ancak yapılan çalışmalar etkinlik ile eşitlik arasında A. M. Okun’un ortaya koyduğu gibi bir ters ilişki olmadığını göstermiştir (Okun, 1975’den aktaran Gough, 1996). Ayrıca Gough çalışmasında sosyal refah ile rekabetçilik arasındaki ilişkinin tesadüfi olduğunu vurgulamaktadır. Akerlof ise daha eşit gelir dağılımının özel ve global etkinliği artırabileceğini ortaya koymuştur (aktaran Boyer, 1996). 85 Etkinlik amaçlı devlet müdahalesi düzenleme, finansman, kamusal üretim ve nakit transferleri yoluyla yapılabilmektedir. Düzenleme yoluyla devlet müdahalesi her zaman ekonomik amaçlı olmayabilmekte, sosyal amaçlar da gözetebilmektedir. Piyasada üretilen malların niteliğini düzenleyen devlet etkinliği daha çok piyasanın arz tarafını etkilerken, niceliğini düzenlemeyi amaçlayan devlet etkinliği bireysel talebi etkilemektedir. Finansman yoluyla müdahale belli mallara ya da bireylerin gelirlerine vergi ve sübvansiyon konulması şeklinde olmaktadır. Böylece devlet bazı malları ve kesimleri desteklemekte, bazı malların kullanımına da sınırlama getirebilmektedir. Kamusal üretim, devletin piyasaya doğrudan müdahalesi olarak görülmektedir. Bu yöntemde devlet sermaye mallarına sahip olmakta ve emek istihdam etmektedir. Nakit transferleri yani gelir sübvansiyonları ile amaç faktör ya da ürün fiyatları üzerinde etkide bulunmadan bireylerin gelirlerini değiştirmektir (Barr, 1987: 79-80). 86 Lindbeck (1993: 110), refah devletinin yeniden dağıtım amacıyla “transfer devletine” dönüştüğünü ileri sürerek, refah devletinin yaşadığı krizin de bundan kaynaklandığını düşünmektedir. Diğer taraftan yoksulluğu azaltma, bireyin ömür boyu aynı serveti almasını sağlama, insani sermayeye yatırım yapılması ve iktisadi belirsizliklerin giderilmesi konularında başarı sağladığını düşünmektedir (1993:98).

Page 117: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

113

düzenlemeleri ve makro istikrar politikalarını da refah devletinin faaliyet alanının

dışında görmektedir.

Farklı teorik ve ideolojik yaklaşımların87 refah devleti tanımlarında ortak

unsur, devletin piyasanın işleyişi sonucu oluşan hem ekonomik hem de sosyal

sorunlara çözüm üreten karmaşık kurumsal bir yapı olarak görülmesidir. Briggs

(1969), refah devletini, piyasa güçlerinin oyununu tadil etme amacında olan örgütlü

bir güç olarak görmektedir. Bu örgütlü gücün ilk amacı, bireylere ve ailelere

yaptıkları iş ya da niteliklerinin piyasa değerlerine bakmaksızın asgari gelirin garanti

edilmesidir. İkincisi, bireyleri ve aileleri krize sokacak beklenmedik olumsuz

(işsizlik, hastalık gibi) olaylara karşı güvensizliklerinin azaltılmasıdır. Son amaç,

statü ve sınıf farkı gözetmeksizin tüm vatandaşlara en iyi sosyal hizmet standardının

sağlanmasıdır. İlk iki amaç, ortak kaynakların yoksulluğu azaltmak ve sıkıntı

içindekilere yardımcı olmak amacıyla istihdam edildiği “sosyal hizmet devleti”

denilen devleti tanımlamaktadır. Son amaçta ise minimum anlayışından maksimum

fikrine geçilmekte; devlet, sadece sınıf farklılıklarının azaltılması ya da belli

grupların ihtiyaçları ile ilgilenmemekte aynı zamanda eşit muamele ve eşit seçmen

gücü tanınması ile ilgilenmektedir. Buradaki refah devleti tanımı da kurumsal refah

devletini betimlemektedir ve en önemli özelliği eşitlik perspektifine sahip

olmasındadır.

Ancak Lindbeck’in ayrımının da gösterdiği gibi, refah devleti deneyimini,

piyasa aksaklıklarını düzenleyecek bir mekanizma ihtiyacına dayandırarak açıklamak

yetersiz kalmaktadır. Offe refah devletinin sosyal hizmetleri sağlayan bir yapıya

indirgenerek tanımlanmasını eleştirmiştir. Yazara göre refah devleti, kapitalist

ekonomiyi ve toplumsallaşma yapılarını yönetmeyi amaç edinmiş olan politik ve

bürokratik kurumların çok işlevli ve heterojen bir kümesidir. Refah devleti daha

geniş bir şekilde “kriz yönetimi” olarak yani, sermaye birikimi ve toplumsallaşma

süreçlerinin düzenlenmesi olarak da tanımlanabilmektedir. Örneğin, refah devleti,

özel kesim tarafından kontrol edilen mübadele süreçlerinin, bu süreçlerin kendisinin

yarattığı sapma yaratıcı eğilimleri minimize ederek ayakta kalmasını sağlamaktadır.

87 Farklı teorik ve ideolojik görüşlerin refah devletine yaklaşımları için Esping-Andersen (1991: 9-15) ve Barr, 1987: 42-68)’a bakılabilir.

Page 118: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

114

Bu strateji sendikalara etkin rol tanımaktadır. Ayrıca refah devleti yöneticileri

toplumsallaşma süreçlerini düzenlemeye ve düzeltmeye çalışmaktadır. Örneğin,

piyasa mübadelesi nedeniyle zarar gören kesimlere yasal kaynak transferleri

yapılmaktadır (Keane, 1984: 11-13).

Offe (1982) ayrıca 1970’lere kadar refah devletinin toplumdaki çatışmaları

azaltıcı bir yapı olarak görüldüğüne dikkat çekmektedir. Yazara göre refah devleti II.

Dünya Savaşı Sonrası dönemde gelişmiş kapitalist demokrasilere temel barış formülü

olarak sunulmuştur. Bu barış formülüne göre, piyasa toplumunun getirdiği çeşitli

risklerden zarar görmüş vatandaşlara destek ve yardım sağlayan devlet aygıtları bir

zorunluluk olarak belirmektedir. Ayrıca, kamu politikasının belirlenmesi ve ortak

pazarlıkta işçi sendikalarına resmi rol verilmektedir. Refah devletinin bu yapısal

unsurlarının sınıf karşıtlıklarını azaltacağı, emek ve sermaye arasındaki eşitsiz güç

ilişkilerini dengeleyeceği ve böylece refah devleti öncesi liberal kapitalizmin en

belirgin özelliği olan zarar verici mücadele ve çelişki koşullarının üstesinden

gelinebileceği düşünülmektedir. Kısacası refah devletinin II. Dünya Savaşı sonrası

dönem boyunca toplumsal çelişkilere politik bir çözüm olarak ilan edildiği

düşünülmektedir (1982: 67).

Marksist yaklaşım Almanya’da Bismarck’ın refah devletinin ilk kurumlarını

işçi sınıfı hareketinin yükselmesi ve sosyalizm tehdidine karşı, çalışanları kapitalist

sistem içerisinde tutmak amacıyla oluşturduğuna dikkat çekerek, refah devletinin

kapitalizmin sosyalist alternatifi kontrol altına alma yöntemi olduğunu iddia

etmektedir (Negri, 1967). Bu anlamda refah devleti kapitalizmin eşitsizliğe neden

olan yapısının giderilmesine çalışmakta ve böylece eşitsizlikten zarar gören

kesimlerin kapitalist toplumsal sisteme karşı hoşnutsuzluklarını gidermektedir

(Ferguson vd., 2002).

3. Refah Devleti Rejimleri

G. Esping-Andersen (1991) farklı ülkelerin yaşadığı refah devleti

deneyimlerinden yola çıkarak refah devleti rejimleri kavramlaştırmasını yapmış ve

bu yaklaşım sosyal teori açısından refah devletini anlamada merkezi kavrayış haline

Page 119: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

115

gelmiştir (Fine, 2002: 197)88. Bu bölümde de Esping-Andersen’in yaklaşımı temel

alınacaktır.

Esping-Andersen, ülkelerin refah devleti rejimlerinin farklılaşma nedenlerini

her toplumun kendi tarihsel, kurumsal, politik ve sınıfsal yapısında görmektedir.

Özellikle sınıf hareketlerinin yapısı ve sınıflar arasındaki politik koalisyonların

niteliği refah devleti rejimlerini farklılaştırmaktadır. Orta sınıfların yükselmesi sosyal

demokrat projeyi gündemden düşürürken, liberal refah devletini güçlendirmektedir.

O’na göre, refah devleti çalışan sınıflara ve yoksullara hizmet ederken, özel sigorta

ve mesleki sosyal ücret ödemeleri (fringe benefit) orta sınıflara hitap etmektedir.

Esping-Andersen refah devleti rejimlerini, metalaşmama

(decommodification) derecesi (sosyal hakların piyasa mekanizmasından

bağımsızlığı), tabakalaşma sistemi (ya da eşitsiz yapılanma) ve devlet-piyasa-aile

(sosyal koruma formu) ilişkilerine göre sınıflandırmaktadır. Metalaşmama, bireylerin

emek piyasalarından bağımsız olarak (refah politikaları sonucu) var olabilme

derecesidir. Tabakalaşma refahın sağlanmasının sosyal farklılıklar üzerindeki etkisi

iken; istihdam onun kompozisyonal yapısı, emek piyasalarının örgütlenmesi, çalışma

koşulları ve tam istihdam taahhüdünün derecesi ile ilişkilendirilmektedir.

Esping-Andersen metalaşmamayı, vatandaşların özgür biçimde ve potansiyel

iş, gelir ya da genel refah kaybı olmaksızın, gerekli gördüklerinde işlerinden

vazgeçebilmeleri olarak tanımlamaktadır. Yazara göre refah devleti yalnızca eşitsiz

yapıya müdahale eden ve düzelten bir mekanizma değil aynı zamanda bir

tabakalaşma sistemidir ve sosyal ilişkilerin sıralanmasında aktif bir güç olarak ortaya

88 Mishra (1996: 322-323) da Esping-Andersen’a benzer şekilde refah devleti deneyimini üç model etrafında sınıflandırmıştır. İlki piyasa ya da laissez-faire modelidir. Bu modele göre devletin rolü düşük gelir gruplarına asgari yarar sağlama ile sınırlandırılmıştır. Amerikan sistemi bu gruba girmektedir. Sosyal demokrat model ise sosyal dayanışma ve vatandaşlık kavramları temelinde evrensel ve kapsayıcı hizmetler sunmaktadır. 1950’lerdeki İngiliz devleti bu tanıma yakın durmaktadır. İsviçre ise bu modelin güçlü bir korporatist tarzını geliştirmiştir. İsviçre örneğinde eşitliğe vurgu yapılmakta, emek piyasalarına yapılan yoğun müdahale ve merkezileşmiş ortak pazarlık yöntemi ile sosyal refah sağlanmaktadır. Son model ise Almanya’nın örnek olduğu modeldir. Almanya refah devleti, sosyal refaha ilişkin güçlü devlet taahhütü ile karakterize olurken, bu taahhüt eşitlikten ziyade güvenlik ve istikrarı temel almaktadır. Japonya refah devleti ise birinci ve üçüncü modellerin karışımı niteliğindedir.

Page 120: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

116

çıkmaktadır (Esping-Andersen, 1991:23). Bu üç kriter üzerinden Esping-

Andersen üç rejim tanımlamaktadır:

1-Sosyal demokrat, evrensel yüksek metalaşmama modeli: Bu rejimde,

gelir dağılımı eşitsizlikleri düşük oranlarda kalmakta ve refah amaçlı hizmetlerin

devlet tarafından sunulması söz konusu olmaktadır. Devlet, devlet ile piyasa ve

çalışan sınıflar ile orta sınıflar arasındaki ikilemleri tolere etme, toplumdaki her

vatandaşın asgari gelir ve ihtiyaçlarının karşılanarak eşitliğin sağlanmasından ziyade

hayat standartlarının yükseltilerek, bu yüksek standartlar üzerinden eşitliğin

sağlanması amaçları takip edilmektedir. Tüm vatandaşlar için hizmetler yeni orta

sınıfların zevkleri ile eşit düzeye yükseltilmektedir. Yüksek metalaşmama ve

toplumdaki farklı beklenti ve istekleri uyumlu hale getirmeye dönük politikalar

uygulanmaktadır. Sosyal demokrat rejimlerin vatandaşlarını kurtarma politikası hem

piyasayı hem de geleneksel aileyi işaret etmektedir. Korporatist modelin aksine,

ailenin olanaklarının tükenmesi beklenmemekte, ailevi maliyetler

toplumsallaştırılmaktadır. Bu ideal aileye bağımlılığı artırmamakta aksine bireysel

bağımsızlık kapasitesini artırmaktadır. Bu anlamda model liberalizm ve sosyalizmin

özel bir birleşmesi olarak görülmektedir. Esping-Andersen’a göre bu model piyasayı

kovmakta ve sonuç olarak temelde refah devletinin yanında evrensel dayanışmayı

inşa etmektedir. Ortaya çıkan devlet, çocuklara doğrudan transferler sağlayan, çocuk,

yaşlı ve yardıma muhtaçların sorumluluğunu doğrudan üstüne alan bir refah

devletidir. Çalışma hakkı ile çalışanların gelirlerinin korunması hakkı eşit statüdedir.

Dayanışmacı, evrenselleştirici ve metasızlaştırıcı refah sistemini sürdürmenin devasa

maliyetine, devletin sosyal sorunları minimize etmesi ve geliri ençoklaştırması

sayesinde katlanılmaktadır. Bu özellikleri sağlayan refah devleti İskandinav

ülkelerindeki deneyimlere işaret etmektedir.

2 - Orta derecede metalaşmama getiren muhafazakar korporatist refah

devleti: Bu devlet rejiminde öne çıkan özellik toplumdaki statü farklılaşmalarının

korunmasıdır. Devletin sunduğu haklar sınıf ve statülere göre belirlenmektedir. Bu

korporatizm, refah sağlayıcı olarak piyasayı yerinden etmeye hazır bir devlet yapısını

içermektedir. Diğer taraftan devletin statü farklılıklarını desteklemeye yaptığı

vurgunun anlamı, onun yeniden dağıtımcı etkilerinin göz ardı edilebilir olmasıdır. Bu

Page 121: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

117

arada korporatist devlet klasik kilise anlayışı tarafından biçimlendirilmektedir.

Geleneksel aileyi korumaya büyük önem verilmekte, aile yardımları anneliği teşvik

etmektedir. Günlük bakım ve benzeri aile hizmetleri az gelişmiştir. Muhtaç bireylere

ise devlet aile üyelerinin gücü tükendiğinde müdahale etmektedir. Avusturya, Fransa,

Almanya ve İtalya korporatist refah devleti rejimlerinin özelliklerini sağlamaktadır.

3- Liberal artık (residual) devleti: Düşük metalaşmama, yüksek eşitsizliğin

görüldüğü bu rejimde, yoksulluğun giderilmesi ve muhtaçların bakımı konusunda

bireysel yardıma vurgu yapılmaktadır. Ilımlı evrensel transferler ya da sosyal sigorta

planları uygulanmaktadır. Devletin sağladığı faydalar, düşük gelirli, genelde çalışan

sınıfa ve devlete bağımlı olanlara sunulmaktadır. Ayrıca, devlet piyasayı ya pasif

olarak -sadece asgariyi garanti ederek- ya da aktif olarak -özel refah planlarını

sübvanse ederek- teşvik etmektedir. Bu tür refah devleti, metalaşmama etkilerini

asgari düzeyde tutmaktadır. Amerika Birleşik Devletleri, Kanada ve Avustralya refah

devletleri bu özellikleri taşımaktadır.

Yaptığı refah devleti rejimleri gruplandırmasının ardından Esping-Andersen,

rejimlerin hiçbir ülkede saf olarak yaşanmadığına dikkat çekmektedir. Sosyal

demokrat özelliklerin baskın olduğu İskandinav ülkeleri liberal refah devleti

özelliklerini de taşımaktadır (Esping-Andersen, 1987:28-29).

Esping-Andersen’in analizinde metalaşmama önemli bir kriter olarak

belirmektedir. Çalışanların piyasadan bağımsızlaşması ile ölçülen metalaşmama

derecesi, refahın piyasa merkezli algılanmadığının da göstergesi konumundadır.

Çünkü insan ihtiyaçları ve işgücü meta haline geldiğinde toplumun refahı da nakit

ilişkisine bağımlı hale gelmektedir. Esping-Andersen’e göre modern sosyal hakların

gündeme gelmesi çalışanların meta statülerinin zayıflamasını ifade etmektedir.

Metalaşmama, bir hizmet hak haline geldiğinde ve birey piyasaya bağımlı olmadan

hayatını idame ettirebildiğinde meydana gelmektedir. Buna karşılık, sosyal yardım

ya da sosyal sigorta hizmetleri bireyleri piyasa bağımlılığından önemli ölçüde

kurtarmadığı sürece önemli bir metalaşmama olarak görülememektedir (Esping-

Andersen, 1987: 22). Bu anlamda Esping-Andersen sosyal demokrat refah devletinde

dahi, devletin sunduğu kurumsal olanaklarla işgücünün kısmi olarak metasızlaştığını,

Page 122: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

118

emeğin ve toplumun yeniden üretiminin piyasaya bağımlılığının sürdüğünü

düşünmektedir (Lacher, 1999: 347).

Esping-Andersen, refah devletinin sanayileşmenin bir gereği olarak ortaya

çıktığı tezine karşı çıkmaktadır. O’na göre çağdaş refah devleti sadece endüstriyel

gelişmenin pasif bir ürünü değildir. Kurumsallaşmasıyla birlikte refah devleti

geleceği kararlı biçimde şekillendiren güçlü bir sosyal mekanizma haline gelmiştir

(1987: 223).

3.1. Esping-Andersen’in kavramlaştırmasına eleştiriler

Fine (2002: 197-207), Esping-Andersen’in yaklaşımını betimleyici

bulmaktadır. Fine’a göre Esping-Andersen bir teoriyi temel alarak refah devletlerini

ele almaktan ziyade, ülke deneyimlerinin farklı özelliklerini gruplandırarak refah

devleti rejimlerine ulaşmaktadır. Bunu yaparken belli devletleri ve bu devletlerin

kimi özelliklerini de dışarıda bırakmaktadır. Fine, gruplandırma analizinde bütün

politika programlarının dahil edilmesi gerektiğini ileri sürerek, Esping-Andersen’in

refah kapitalizmi tanımında evrensel vatandaşlık, sosyal dayanışma, tam demokrasi,

sendikalaşma bilinci ve eğitimle ilgili hizmet sunumunun varlığına göre

değerlendirme yapılırken, sağlık hizmetlerinin analiz dışında bırakıldığına dikkat

çekmektedir. Bunu bir eksiklik olarak gören Fine’a göre, Esping-Andersen’in

yaklaşımında eğitim ve sağlığın rolü ikincil olarak görünmektedir. Buna karşılık

analiz temelde gelirin devamlılığı ve emek piyasaları uygulamalarına

odaklanmaktadır. Fine azgelişmiş ülkelerdeki refah devleti deneyimlerinin89 Esping-

Andersen’in sınıflandırmasına uymadığına da dikkat çekmektedir.

Esping-Andersen’in refah devleti rejimlerini sınıflandırırken kullandığı

kavramlardan tabakalaşmayı tanımlarken sadece sınıf farklılıklarını ele alması da

Fine tarafından eleştirilmektedir. Esping-Andersen , sadece sınıf farklılıklarını ele

alarak, toplumsal cinsiyet, bölgesel ve etnik farklılıkları göz ardı etmekte ve

küreselleşmenin sonuçlarına yeterince önem vermemektedir.

89 P. Davis’in Bangladeş üzerine yaptığı incelemede eğitim, sağlık, konut ve toprak politikaları ile finansal hizmetlerin fakir nüfusun yaşamını sürdürmesinde yetersiz nakit transferlerinden daha büyük etkiye sahip olduğu görülmektedir (Fine, 2002: 199).

Page 123: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

119

Fine, Esping-Andersen’in refah devleti rejimlerini tanımlarken ve bunları

ülkelerle eşleştirirken kullandığı ampirik mantığın sıradan ve üstünkörü istatistiki

tekniklerin karışımı olarak görmektedir. Esping-Andersen’in yaklaşımının teoriyi

ikinci planda tutan, basit bir şekilde yapısal olarak farklı refah programlarının bir

araya getirilmesi sonucu oluşturulduğunu ileri sürmektedir.

Ferguson vd. (2002: 26-47) ise, Esping-Andersen’in “metasızlaşan emek”

kavramının genel metalaşan emek sistemine dayandığına dikkat çekmekte ve

toplumda genel olarak bir metalaşmamanın yaşanmadığını vurgulamaktadırlar. Diğer

bir deyişle söz konusu metalaşan sistem, vergi ve sigorta primi ödeyen çalışanların

kendilerini ve diğer insanları tam zamanlı çalışma olanağı bulamadıkları dönemlerde

desteklemeleri şeklinde çalışmaktadır. Yazarlar, hizmetlerin meta olmaktan çıkması

ve metalaşması kavramlarının tanımlarının da sorunlu olduğunu iddia etmektedir.

Refah hizmetlerinin özel kesimce sunulmasının hizmetlerin metalaşması, devlet

tarafından sunulmasının da metalaşmaması olarak görülmesini eleştiren yazarlar, bu

görüşün devleti ekonomik üretimin ihtiyaçlarından göreli olarak özerk

addedilmesinden kaynaklandığına dikkat çekmektedirler.

Yazarlara göre, “metalaşan” ve “metasızlaşan” hizmetler kavramlaştırması

metasızlaşan, millileştirilen refah sanayilerinin neredeyse “kapitalist denizde

sosyalist (ya da sosyal demokrat) bir ada olarak algılandığı politik yanlış anlamaya”

(2002: 32) neden olmaktadır. Zira hizmetin sunumundan ziyade hizmeti alanlara

yönelik perspektif (hizmet sunumunda sınıf eşitsizliği, ırkçılık ve cinsiyet ayrımcılığı

gibi) önemli olmaktadır. Esping-Andersen, hizmetlerin “metalaşmaması”nı daha

eşitlikçi ve ilerlemeci sosyal bir sistem için en önemli unsur olarak görmesine karşın,

Marksist yaklaşımı benimseyen yazarlara göre hem sosyalist hem de kapitalist

ülkelerde bu hizmetler insan ihtiyaçlarının karşılanması amacından ziyade sağlıklı,

eğitimli çalışanlar yaratma ve ideolojik olarak varolan sisteme insanları bağlama

amacını taşımaktadır. Yazarlar tüm bunlara rağmen devletin sunduğu refah

hizmetlerinin meta sistemi içerisinde bulunsa da çalışanlara ve ailelerine önemli

katkılar sağladığını teslim etmektedir. Yazarlara göre, refah harcamaları kolektif

tüketilen sosyal ücret olarak tanımlanabilir. Diğer bir deyişle sosyal ücret, bireysel

kapitalist tarafından doğrudan çalışana ödenmeyen ancak birey ya da ailelerden nakit

Page 124: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

120

ya da ayni olarak toplanıp devlet aracılığıyla transfer edilen kolektif katkıların

toplamıdır.

4. Piyasa toplum çatışması ve Polanyi’nin refah devleti yaklaşımı

K. Polanyi (2000) ekonominin sosyal ve politik kurumlardan yalıtılmasına

yönelik her çabanın toplumu yıkacağını düşünmektedir. Büyük Dönüşüm adlı

eserinde 20. yüzyılın başında New Deal politikaları ile başlayan korumacı devlet

müdahalelerinin liberal politikalar ile nasıl ve neden yer değiştirdiğini anlatan

Polanyi’ye göre, ekonomi, toplumun yaşaması için topluma yerleşik olmalıdır.

Polanyi, sosyal politikayı sosyal ekonominin yeniden bütünleşmesi için gerekli bir

önkoşul olarak görmektedir. Polanyi’ye göre kendi kurallarına göre işleyen piyasa

ütopik bir fikirdir ve ilerlemesi gerçekçi bir biçimde toplumun kendini korumasıyla

durdurulmuştur. Çünkü, piyasanın meta olarak gördüğü emek, toprak ve para

gerçekte meta değildir. Meta kavramını piyasada satılmak üzere üretilen şeyler

olarak tanımlayan Polanyi, emek, toprak ve parayı hayali metalar olarak nitelemiştir.

Polanyi’ye göre “piyasa mekanizmasının insanların ve onların doğal çevresinin

kaderinin, hatta satın alma gücünün miktarı ve kullanımının tek yönlendiricisi

olmasına izin vermek, toplumun çöküşüyle sonuçlan”maktadır (Polanyi, 2000: 120).

Ancak, kendi kurallarına göre işleyen piyasaya müdahale etmek de aynı ölçüde

yıkıcıdır. Polanyi, buradan yola çıkarak 19. yüzyılın “ikili hareket” ile

oluşturulduğunu ileri sürmektedir. Hareketin bir kolunu kendi kurallarına göre

işleyen piyasayı amaç edinen ekonomik liberalizm oluştururken diğer kolu, kendi

kurallarına göre işleyen piyasanın yıkıcı etkilerine karşı toplumun kendini savunma

mekanizması olarak ortaya çıkan sosyal koruma ilkesi meydana getirmektedir90:

Bizim tezimiz, dengesini kendi sağlayan piyasa fikrinin düpedüz bir ütopya

olduğu. Böyle bir kurum, toplumun insani ve doğal özünü yok etmeden uzun

süre yaşayamazdı; insanı fiziksel olarak yok eder, çevresini de çöle çevirirdi.

Kaçınılmaz olarak, toplum kendini korumak için bazı önlemler aldı, ama alınan

önlemler piyasanın kendi yasalarını bozdular; çalışma yaşamını altüst ettiler ve

böylece toplumu başka bir biçimde tehlikeye sürüklediler. Piyasa sisteminin

90 Lacher (1999a), Polanyi’nin ikili hareketine “kapitalizmin liberalizm ile korumacılık arasındaki tarihsel diyalektiği” demektedir.

Page 125: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

121

gelişmesini belirli bir yöne sürükleyen ve sonunda bu sisteme dayanan sosyal

düzeni yıkan bu ikilem oldu (2000:36).

Polanyi’nin piyasanın yıkıcı etkilerine karşı toplumun kendini korumaya

yönelik hareket ettiğine ilişkin tezi, Polanyi’nin refah devletinin kahini olarak

adlandırılmasına neden olmuştur. Fakat Polanyi için böylesi örgütlenmiş bir

kapitalizm ya da yönetilen piyasalar tarihsel olarak imkansızdır. Örgütlenmiş

kapitalizm “bırakınız yapsınlar” politikasını benimsemiş bir kapitalist sistemden

daha az kendi kendini yıkıcı değildir. Toplumun piyasaya karşı korumacılığa

başvurması piyasa sisteminin krizlerini daha da kötüleştirmekte ve onun

parçalanmasına katkıda bulunmaktadır. Korumacılık burada toplum ve insanlığın

sosyal ve kültürel bütünlüğünü koruma amacına sahip, piyasalar üzerine temellenen

ekonomik bir sürece toplumun ve devletin müdahalesi olarak tanımlanmaktadır.

Polanyi’nin çalışmasının merkezindeki bu argüman göz ardı edilerek Polanyi’nin

refah devletini piyasanın topluma zarar veren yapısını ehlileştirecek bir yapı olarak

gördüğü değerlendirmeleri yapılmıştır (Lacher, 1999a: 313). Buradan yola çıkarak

Polanyi’nin Altın Çağ döneminde yanıldığı değerlendirmeleri yapılsa da refah

devletine karşı 80’den sonra yönelen, onun kurumlarının tasfiyesine yönelik

girişimler Polanyi’nin piyasanın işleyişine müdahalenin kriz yaratıcı olduğu tezini

haklı çıkarmaktadır (Lacher, 1999b: 347).

Polanyi’nin yaklaşımını temel alan analizler refah devletini ekonominin

toplum yanında ikincil olması yönünde sistematik bir girişim olmaktan ziyade piyasa

ekonomisinin ihlaline yönelik anlık tepkinin bir parçası olarak görmektedir. Polanyi,

toplumun bütünüyle kurtulması için ekonominin topluma gömülü hale gelmesi

gerektiğini ileri sürmektedir. Gömülülük ise hayali metaların meta olmaktan çıkması

ile mümkündür. Ancak refah devleti emekte kısmi bir metalaşmama getirdiği ve

toprak ve paranın meta karakterini değiştirmediği ve refah devleti döneminde

insanların ve toplumun yeniden üretimi piyasaya bağımlı olmaya devam ettiği için

ekonominin topluma gömülü hale gelmesini sağlayamamaktadır (Lacher, 1999b).

Offe (1975:119-129) refah devletinin yarattığı kısmi metalaşmamayı

“yeniden metalaştırma (recommodification)” olarak tanımlamıştır. Toplumdaki her

değer biriminin sahibi değerini başarılı biçimde mübadele edebildiği sürece, devletin

Page 126: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

122

özel ekonomik karar verme sürecine müdahale etmesine, maddi kaynaklara sahip

olmasına gerek kalmamakta; devletin birikim sürecini sürdürme sorunu ortaya

çıkmamakta; ve son olarak metalar dünyasının varlığını korumak için politik elitin

meşruiyet ya da konsensüs aramasına gerek kalmamaktadır. Ancak devlet meta

formunu ve mübadele süreçlerini politik ve idari araçlarla istikrara kavuşturma ve

evrenselleştirme amacıyla, piyasada mübadele edilme yeteneği kalmayan yani meta

olmaktan çıkan (eskiyen) değerleri (emek ya da sermaye) çeşitli politikalarla yeniden

yapay olarak meta haline getirmek durumunda kalmaktadır. Aslında hayatlarını

sürdürmek için piyasa (mübadele süreçleri) yerine devlete bağımlılıkları arttığı için

bu değerler meta olmaktan çıkmaktadır. Offe’nin idari yeniden metalaştırıcı

politikalar (administrative recommodification policies) olarak nitelediği devlet

politikaları, işgücünün piyasada gücünü artıran eğitim, mesleki eğitim hizmetleri ve

transfer ödemeleri gibi önlemleri içerirken; sermayeye yönelik genel olarak üretim

maliyetlerinin toplumsallaştırılması olarak adlandırabileceğimiz, altyapı yatırımları,

sübvansiyon, araştırma-geliştirme, belli sektörlerin ayakta kalmasını sağlama ve

bölgesel kalkınma gibi politikalardan oluşmaktadır. Ayrıca devlet koyduğu kural ve

sınırlamalarla piyasadaki aktörlerin rakiplerini yok etmelerine de izin

vermemektedir. Böylece bu politikalar sayesinde hem emek hem de sermaye için

maksimum mübadele fırsatları sağlanmakta ve her iki sınıfın bireyleri de kapitalist

üretim ilişkilerine girme şansını elde edebilmektedir. “Devlet politikaları günlük

hayatı sözleşme yerine politik statüleri ve “mülkiyet hakları” yerine “vatandaş

hakları”nı getirerek dikkate alınacak ölçüde metasızlaştırmaktadır” (Keane, 1993:

18).

Ancak, meta formunu ve mübadele süreçlerini politik ve idari araçlarla

istikrara kavuşturma ve evrenselleştirme çabaları devlet kapitalizmi toplumlarında

çok sayıda toplumsal çatışma ve politik mücadeleye dönüşen yapısal çelişkiye neden

olmaktadır. Offe’ye göre ekonomik düzeyde, mübadele ilişkilerini genişletme ve

sürdürmeye yönelik devlet politikaları bu ilişkilerin sürdürülmesini tehdit edici

etkiler yaratmaktadır.

Offe (1982:263) Polanyi’ye referansla refah kurumlarının işgücünün

metalaşması için bir önkoşul olduğuna işaret etmektedir. Offe’ye göre refahla

Page 127: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

123

kapitalizm çelişkilidir: Modern kapitalist koşullar altında metasızlaştırıcı kurumlar

işgücünden bir meta gibi yararlanan ekonomik sistem için gereklidir. Bu çelişki

sosyal politika uygulayan tekelci devlet tarafından derinleştirilmektedir. Sosyal

politikalar kapitalizm öncesi toplumlarda aile, kilise, gibi geleneksel yollarla yerine

getirilmektedir. Metasızlaştırıcı destek sistemleri artarak politize olmuş yani özel,

bölgesel ve hayırsever örgütlenmeler devlet aygıtlarına dönüşmüştür. Refah sağlayıcı

yöntemlerin bu şekilde politize olması büyük ölçüde üç politik gelişme tarafından

hızlandırılmıştır: Hükümetin parlamento tarafından belirlenmesi, oy hakkının

genelleşmesi ve sendikaların çıkarlarının ve veto güçlerinin resmi olarak kabul

edilmesi.

Ancak daha önce de vurgulandığı gibi bu politikalar kısmi bir metalaşmama

getirmekte ve refah devletinin Polanyi’nin ekonominin topluma gömülü olduğu

toplum şeklini oluşturma potansiyeli söz konusu olmamaktadır. Lacher (1999b)’e

göre toplumun yeniden üretimi için piyasa temel kurum olarak kaldığı sürece

toplumun kendi kendini belirleme özgürlüğü üzerinde sınırlar bulunmaktadır. Hayali

metalar sayesinde meta ilişkilerinin iktisadi mantığı toplum üzerinde egemen olmaya

devam etmektedir. “Çünkü refah devleti döneminde, daha önce hiçbir toplum bu

kadar doğrudan şekilde ekonominin ihtiyaçlarına uydurulmamıştır. İnsanlar kitlesel

üretimin gereklerine uygun olarak kitlesel tüketim için yönlendirilmiştir” (Lacher,

1999b: 352).

B. 1980 Sonrasında Refah Devletinde Yaşanan Gelişmeler: Piyasa

Merkezli Refah Anlayışına Geri Dönüş

1970’lerde ve 80’lerde Keynesyen politikalardan radikal bir dönüşüm

yaşanmış ve piyasalar modern toplumları örgütlemede tekrar en etkin araç olarak

görülmeye başlamıştır. Bu düşünsel kaymaya destek veren unsurlardan biri ise

Keynesyen politikaların 1950’lerdeki sonuçları vermemesidir (Drache, 1996).

1970’lerin ortasında yaşanan krizle birlikte devletlerin borç ve açıklarının vergiler

artırılarak değil reel sosyal harcamalar düşürülerek azaltılması yoluna gidilmiştir.

Page 128: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

124

Çünkü krizin nedeni devletin ekonomiye aşırı müdahalesi91 ve sosyal yükümlülükleri

nedeniyle oluşan harcamalarda görülmektedir. Bu nedenle sosyal refah

programlarında ve sosyal hizmet sunumunda ciddi kısıntılara gidilmiştir (Mishra,

1996:316). Varolan sosyal programlar sermaye birikimi için bir engel olarak

görülmüş, işsizlik ödemelerinin emek hareketliliğini engellediği, gelir desteği

programlarının kaldırılamaz bir yük getirdiği düşünülmüştür. Bu sorunların

çözümüne yönelik piyasa yanlısı, üretim yönelimli yaklaşımlar önerilmiştir. Temelde

bu, devletin refahı sağlamaya yönelik faaliyetlerinin, kamu sektörünün ve dolayısıyla

vergi yükünün daraltılması92; evrenselliğin terk edilerek hizmet ve katkıların ihtiyacı

olan nüfusa yönlendirilmesi; özel kesim ya da işveren tarafından sağlanan yararların

teşvik edilmesi; ve sosyal refahın arzına özelleştirme ve kâr güdülü faaliyetler

aracılığıyla daha çok rekabetin sokulması anlamına gelmektedir (Mishra, 1996: 319;

Snower, 1993: 700-701). Tüm bu politika değişiklikleri ekonominin kamusal

kontrolden çıkarılması amacını gütmektedir (Mishra, 1996: 328). Piyasalar en etkin

bölüşüm mekanizması olarak kabul görürken, piyasalara herhangi bir müdahalenin

kısa dönem kriz olasılığını artıracak olan sistemik dengesizliklere yol açtığı

savunulmaktadır (Ferguson vd., 2002: 136). Sonuç olarak, refah devletinin yeniden

dağıtımcı rolünün azaldığı gözlenmekte; bunun yanında devlet, piyasanın yol açtığı

risklere karşı koruma sağlama konusunda daha az etkin hale gelmektedir (Clayton ve

Pontusson: 1998). Offe’nin refah devleti deneyimini refahın politikleşmesi olarak

değerlendirdiği hatırlanırsa, bu dönemde “çağdaş iktisat kuramı, siyaseti etkisiz

kılmak konusunda 18. yüzyıl ve 19. yüzyıl başındaki kadar kararlıdır” (Buğra, 2003:

205)93. Bu kararlılık refahın algılanışında piyasa merkezli ekonomizme94 geri dönüşü

yansıtmaktadır.

91 Ekonomik teşviklerde ve kişisel özgürlüklerde erozyon yaşandığı da iddia edilmektedir (Snower, 1993: 700). 92 Vergi yükünün azaltılmasının gerekçesi, ekonomik teşvikleri artırma amacı olarak konulmaktadır (Snower, 1993: 700). 93 Buğra (2003: 204-206), 1980’den sonra yaşanan ve Keynesyen uzlaşma olarak adlandırdığı refah devleti uygulamalarından kopuşun teorik argümanlarının sadece devlet müdahalesinin akıldışı niteliğine vurgu yapmadığına dikkat çekmektedir. Yeni politik iktisat ve yeni kurumsal iktisat alanlarındaki teorik gelişmelerle daha iktisadi bir yaklaşım egemen olmuştur. Bu yaklaşıma göre akılcı birey tipi insanın tamamen yerini almakta ve devlet adamlarının da diğer insanlar gibi sadece kendi ekonomik ve siyasi çıkarları için hareket ettikleri kabul edilmektedir. Buradan yola çıkılarak, özellikle siyasi çıkarlarını ençoklaştırmaya çalışan devlet adamlarının kontrolündeki devlet müdahalesinin ekonominin kötü işlemesine neden olacağı ileri sürülmektedir. Çözüm ekonominin işleyişini siyasetten arındırmak ve teknikerlere teslim etmekte görülmektedir. Ekonomik etkinlik adına

Page 129: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

125

1970’lerin ortalarından itibaren tam istihdam devletlerin politika

amaçlarından biri olmaktan çıkmış işsizlik oranları da bu eğilime paralel olarak

artmıştır95. Vergi oranları, özellikle şirketlerin ve yüksek gelirlilerin, düşürülmüştür.

Sosyal harcamalara bütçeden ayrılan paylar kısılırken, refah devletinin bazı

bölümleri özelleştirilmiştir. OECD ülkelerinde hükümetlerin nihai tüketim

harcamaları 1960 ile 1994 arasında sürekli düşme eğiliminde olmuştur96. Yine

OECD ülkelerinde sosyal harcamaların fakirlere oranındaki artış, kişi başına reel

GDP büyüme oranının çok altında kalmakta, bu oranı yakalayamamaktadır. Bunun

sonucu olarak 1980 ile 1991 arasında İsveç, Almanya, İngiltere ve ABD’de

yoksulluk dikkat çekici biçimde artmıştır97. Ayrıca, yoksullara yönelik sağlık ve

hizmetlerinin kalitesinde düşme yaşanmış, bu hizmetlerin bir hak olduğu ve tüm

vatandaşlara götürülmesi gereğinden uzaklaşılmış, evsizlerin ve uyuşturucu

bağımlılarının sayısı artmıştır (Snower, 1993: 700).

Sosyal harcamaların dağılımında da değişme yaşanmıştır. İngiltere ve İsveç’te

sosyal harcamalardan transfer ödemelerine kayış olmuştur. Transfer harcamalarında

ise sosyal sigorta harcamalarından sosyal yardım harcamalarına bir kayma meydana

gelmiştir. İsveç’te 1980’lerin ortalarından beri evrensel programlara ulaşamayan ve

sosyal yardım hizmetlerine bağlı kalanların sayısı toplam nüfusun içinde önemli

ölçüde artmıştır (Clayton ve Potusson, 1998). Yoksulluğun arttığı hatırlanırsa bu

dönüşüm, yoksulluğun nedenlerine inerek engellenmesinden ziyade yardımlar

yoluyla azaltılması yönteminin benimsendiğini göstermektedir. Piyasanın eşitsizlik

insanların geçim olanaklarını etkileyen kararlara siyasi katılım yoluyla müdahale etme şansı ortadan kaldırılmaktadır. 94 Sönmez, rekabetçi piyasa ile refah arasında doğrudan bağlantı kuran Paretocu denge yaklaşımının refahı ekonomizm çerçevesinde tanımladığını vurgulamaktadır (Sönmez, 1987: 76). 95 1960 ile 1997 arasında OECD ülkelerinde işsizlik oranlarında ciddi artışlar yaşanmıştır. İsviçre’de 1960-73 arasında 1.9 olan toplam işgücüne oranla ölçülen ortalama işsizlik oranı 1990-97 arasında üç kat artarak 6.2’ye ulaşmıştır. İngiltere’de 1960-73 arası 1.9 olan işsizlik oranı 8.3’e; Fransa’da 2.0’dan 11.1’e; Japonya’da 1.3’ten 2.7’ye; ABD’de ise 4.8’den 6.0’a çıkmıştır (OECD, 1999). 96 OECD ülkelerinde 1960-1973 arasında hükümetlerin nihai tüketim harcamalarının ortalama yıllık büyüme oranı 3.6 iken bu oran 1973-79 arasında 2.8’e, 1979-89 arasında 2.4’e, 1989-1994 arasında da 1.2’ye gerilemiştir (Clayton ve Potusson, 1998). 97 Ortalama hanehalkı gelirinin % 40’ından daha az geliri olanlar yoksul olarak nitelendirilmektedir. Yoksulluktaki artış için bkz. (Clayton ve Potusson, 1998).

Page 130: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

126

yaratan etkilerine müdahale etmemeyi temel alan bu yaklaşım Dünya Bankası’nın

yoksullukla mücadele programlarında da görülmektedir98.

Bu yaklaşıma paralel olarak işsizlik ödemeleri azaltılmış, emek piyasaları

esnekleştirilmiştir. Sosyal programların evrenselliği daraltılırken, sosyal hizmetler de

azaltılmıştır. Orta ve yüksek gelir grubundakiler vergi yükünden dolayı bu

hizmetlerin özelleştirilmesini talep etmeye başlamıştır. Tüm bu politika

değişimleriyle ücretlerdeki artan kutuplaşma99 birleşince kaçınılmaz olarak

1970’lerden beri gelir eşitsizliğinde artış yaşanmıştır (Clayton ve Pontusson, 1998;

Mishra, 1996: 326-327). Birleşmiş Milletler 1998 İnsani Kalkınma Raporu’na göre

dünyadaki en zengin 225 insanın geliri 1 trilyon doların üzerindedir. Bu rakam dünya

nüfusunun en yoksul yüzde 47’sinin yani yaklaşık 2,5 milyar insanın yıllık gelirine

eşittir. Son 20 yıl, zenginliğin belli ellerde yoğunlaşmasının artması ile yoksulluk

artışının birlikte gerçekleşmesine tanık olmuştur. Yukarda da gösterildiği gibi

gelişmiş ülkelerde de gelir dağılımı eşitsizlikleri ve yoksulluk oranları son 20 yılda

artmıştır (Ferguson vd., 2002: 12-13).

1980 sonrası yaklaşım gerçekte sosyal refahı özelleştirerek, devletin rolünü

artık devlet konumuna düşürmeyi amaçlamaktadır100. Yani devletin faaliyet alanı

piyasa aksaklıklarını gidererek piyasanın etkin kaynak tahsisi ve bölüşümü sağlaması

için gerekli düzenlemeleri yapmakla sınırlandırılmıştır. Devlet, ekonomik etkinliği

sağlama adına gelir farklılıklarına izin vermektedir (Snower, 1993: 701). Mishra bu

trendin sürmesi halinde İkinci Dünya Savaşı öncesindeki güvensizlik ve eşitsizlik

koşullarına dönüleceği uyarısında bulunmaktadır (1996: 317). Nitekim İsveç

98 Yoksulluk, 1980’den sonra yaşanan küreselleşme sürecinin en önemli sonucu olarak bütün dünyada gözlenmiştir. Gelişmiş ülkelerde 1980 öncesi ile karşılaştırıldığında göreli olarak gözlemlenen bu süreç, azgelişmiş ülkelerde şiddetli biçimde yaşanmıştır. Dünya Bankası’nın yoksullukla mücadele programları daha çok azgelişmiş ülkelere ve eski Doğu Bloku’nda bulunan piyasa ekonomisine geçiş sürecinde olan ülkelere yöneliktir. Küresel düzeyde yaşanan yoksulluk ve ülkeler arası örgütlerin yoksulluğa getirdikleri çözüm yöntemleri için bkz. (İnsel, 1989; Oruç, 1989). 99 OECD ülkelerinde tam gün çalışanlar arasındaki ücret eşitsizliğinde 1970’lerin sonları ile 1990’ların ortasına kadarki dönemde yaşanan keskin artış için bkz. (Clayton ve Potusson, 1998) 100 Esping-Andersen’in sosyal demokrat refah devleti olarak tanımladığı İsveç kurumsal olarak korporatist refah devleti kategorisindeki Almanya’ya benzer hale gelirken, İngiltere ABD’ye benzer hale gelmiştir. Genel olarak evrensel hizmet temelli refah devletleri artık refah devletlerinden daha fazla değişim geçirmiştir. Sosyal demokrat refah devletlerinin bulunduğu İskandinav ülkelerinde hizmetlerin ihtiyacı olandan ziyade toplumdaki tüm vatandaşlara sunulması anlamındaki evrensellikten vazgeçilerek, artık refah devleti yaklaşımına uygun olarak, sosyal sigorta sistemi istihdama bağlı olarak yeniden yapılandırılmıştır (Clayton ve Potusson, 1998).

Page 131: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

127

hükümetinin işsizlik sigortasını yenileme oranı 1990’ların ilk yarısında %90’dan

%75’e düşmüştür ve bu eğilim devam etmektedir. İşsizlikteki önemli artış göz önüne

alındığında bu düşme refah devletinin refaha yönelik taahhütlerinde ciddi bir

değişme yaşandığını göstermektedir (Clayton ve Potusson, 1998).

C. Dördüncü Bölümün Genel Değerlendirmesi

Refahın iki kaynağı vardır: İlki üretim, ikincisi ise üretilenin adil olarak

bölüşümüdür. İktisat bu iki sorunla ilgilenegelmiştir. Adam Smith, adil dağılımın

sağlanması gerektiğine inanmaktadır. Ricardo bölüşüm problemi ile başlamaktadır

çalışmasına.

Neoklasik refah iktisadı üretimde etkinliğin sağlanarak gelirin

ençoklaştırılması amacına odaklanmış, bilimsellikten uzaklaşılacağı iddiasıyla

bölüşüm sorununu analiz dışında bırakmıştır. Piyasa merkezli refah anlayışı,

rekabetçi piyasa koşullarında üretim ve dolayısıyla geliri artırarak refahı

ençoklaştırma yöntemini benimsemiştir. Faydacı felsefenin bireysel faydaların

toplamı olarak hesaplanan toplam faydayı ençoklaştırma amacı, refah iktisadında da

korunmuş, üretimde etkinliğin sağlanması sonucu ençoklaştırılan üretim miktarı ile

refahın da ençoklaştırılacağı düşünülmüştür. Pareto, bölüşüm sorununun çözülmüş

kabul edildiğini, üretim sorununa yoğunlaştığını açık biçimde dile getirmiştir

(Sönmez, 1987: 56).

Gelir dağılımı adaletsizliğini refah yargılarında dışarıda bırakan bu yaklaşım

teorik tartışmalarda kalmış, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından hayata geçirilen refah

devleti uygulamasında Keynesyen iktisat anlayışıyla birlikte ekonomik merkezli ele

alınan refah sosyal refaha dönüşmüştür. Refah devletinde, devlet piyasa

aksaklıklarını gidererek etkin kaynak tahsisi ve üretimde etkinliği sağlamaya yönelik

müdahalelerin yanı sıra daha adil bölüşümü sağlayacak hizmetler sunmuş, haklar

yaratmıştır. Bu önlemlerle işgücünün hayatını idame ettirmesi için piyasaya olan

bağımlılığında kısmi bir zayıflık (kısmi metalaşmama) meydana gelmiş, böylece

bireyler piyasanın eşitsizlik üreten yapısından korunmuştur. Ancak, 1980’lerden

sonra yaşanan krizin nedeni olarak devletin adil bölüşüm amaçlı yüklendiği

harcamalar gösterilmiştir (Mishra, 1996). Hatta Lindbeck (1993) refah devletinin

Page 132: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

128

transfer devlet haline geldiğini ve bu nedenle kriz yaşadığını ileri sürmüştür. Bunun

sonucunda 70’lerin ortasından itibaren refah devletinin metalaşmamayı sağlayan

kurumlarının tasfiyesine yönelinmiş, sosyal harcamaların miktarı azaltılmıştır ve bu

politikalara bağlı olarak dünya genelinde eşitsizliklerde ve yoksullukta artış

yaşanmıştır. Bu gelişmeler piyasa merkezli refah anlayışına dönüldüğünü

göstermektedir. 1970’lerin ortasından itibaren refahı artırmak için üretim ve toplam

gelirin artırılması amacına dönülmüş, gelir dağılımında artan eşitsizliğin geleneksel

yardım mekanizmaları ile çözüme kavuşturulması yoluna gidilmiştir.

Page 133: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

129

SONUÇ

Yeni Refah İktisadı’nın kavramsal çerçevesi, genel anlamda, bir kimsenin

faydasının başka bir kimsenin faydası azaltılmaksızın artırılmasının imkansız olduğu

bir durum olarak tanımlanan Pareto Optimum ve en azından bir kişinin faydasını

artıran ve kimsenin faydasında azalma meydana getirmeyen bir değişme olarak

tanımlanan Pareto İyileşme (refah artırıcı değişme) kavramları üzerine

temellenmektedir. Yeni refah iktisadı, rekabetçi piyasaların etkin kaynak dağıtım

koşullarını ortaya koyan Pareto’yu temel alarak, piyasa etkinliği ile refah arasında

doğrudan bağlantı kurmaktadır. Bu nedenle, tanımlanan iktisadi optimumlar

toplumun refahını ençoklaştıran kaynak dağılımları olarak görülmekte ve toplum

açısından sorun çok sayıdaki optimum nokta arasından birini seçmek olarak ortaya

konulmaktadır. Neoklasik Paretocu refah iktisadı, rekabetçi piyasaların sağladığı çok

sayıdaki Pareto optimum nokta arasından yapılacak seçim konusunda temel bir ölçüt

sunmamakta, seçim sorununa “sosyal seçim teorisi” çerçevesinde yanıt aramaktadır.

Piyasa ile refah arasında kurulan bağlantının kapitalizmle birlikte piyasayı

toplumun merkezi olarak gören liberal teorinin ve onun iktisattaki yansıması klasik

ve neoklasik teorinin yaklaşımına dayandığı öne sürülmüştür. Piyasa, toplumun

merkezi addedildiğinde bu alanda dengenin sağlanması birey ve ondan gidilerek

ölçülen toplumun refahı için de önkoşul haline gelmektedir. Bağlantı piyasadan

topluma kurulmakta, piyasanın şartları toplumun refahını tayin etmektedir.

Piyasadaki belirleyici aktör bireydir. Piyasa bireysel aktörlerin kararlarıyla işleyen

kurumsal bir mekanizma iken, toplum da bireylerin toplamından ayrı bir varlık

olarak kabul edilmemektedir. Bireyden yola çıkarak toplumu açıklayan bu kavrayış,

bireyin özgür davranışını olanaklı kılan piyasa ve onun işleyişine göre toplumu

açıklama olanağını getirmektedir. Toplum da, devlet de bireylerin toplamı olarak

kabul edildiğinde, toplumsal refah da bireysel refahlardan yola çıkılarak açıklanan

bir kavram haline gelmektedir.

Toplumu bireyler üzerinden tanımlamak için, piyasa dışındaki insanlar arası

etkileşimler yok varsayılmakta ve böylece insanların yaşamını ve refahını belirleyen

piyasa dışındaki kurumlar ve toplumsal değerler analiz dışında bırakılabilmektedir.

Page 134: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

130

Zira piyasadaki tek davranış biçimi çıkarların ençoklaştırılmasıdır ve bu insanın

doğasına içkindir. Bu şekilde analiz basitleştirildiğinde iktisadi alanın dışındaki

toplumsal ve siyasal alanlara ait kurumlar ve değerlerin refah üzerindeki etkileri göz

ardı edilebilmektedir. Piyasanın müdahalesiz kendiliğinden işleyişi aynı zamanda

bireysel özgürlük ortamını yaratmakta, liberalizmin temel idealine de piyasanın

işleyişi ile ulaşılabilmektedir. Oysa toplumsal değerler ve diğer kurumsal yapılar

bireyi biçimlendiren en önemli unsurlar olmaktadır. Sen’in refah yerine önerdiği

yapabilirlik kavramı bu açıdan önem kazanmaktadır. Sen, toplumdan topluma

değişen değerlerin bireylerin refahını gelir düzeyleri eşit olsa dahi nasıl etkilediğine

ve birey egemenliği varsayımının gerçekliği yansıtmadığına dikkat çekmektedir.

Tam rekabetçi piyasadaki Pareto anlamında etkin kaynak tahsisini sağlayan

denge durumu aracılığı ile refah arasında Paretocu refah iktisadının kurduğu ilişki,

veri kaynak dağılımı altında yapılmaktadır. Pareto, üretimin etkinleşmesi üzerine

yoğunlaşmış ve Paretocu refah iktisadı da faydacı felsefeyi takip eden Pigou’nun

eşitlikçi argümanlarını terk edip üretim etkinliği ile ilgilenerek bölüşüm sorununu

liberal teorinin ayrıştırdığı politik alana bırakmıştır.

Dışsallıklar ve kamu malları, rekabetçi piyasanın kendiliğinden işleyişini

bozan iki aksaklık durumudur. Paretocu denge teorisi bu iki durumu yok sayarak

dengeye ulaşabilmekte ve kaynak tahsisinde optimum sağlanabilmektedir. Bu iki

durumun varlığında optimumun sağlanabilmesi için ya devletin müdahalesi önerilmiş

ya da dışsallıklar ve kamu malları başlıkları altında ele alınan durumların fiyat

sistemi içerisinde nasıl ortadan kaldırılacağı araştırılmıştır. Dışsallıkların varlığı söz

konusu ise Pigoucu geleneksel çözüm, devletin olumlu dışsallığı yaratan kesimi

sübvanse etmesi; olumsuz dışsallık yaratan kesimi vergilemesini önermektedir.

Böylece, piyasa tarafından fiyatlanamayan dışsallıkların etkileri devlet tarafından

telafi edilmekte, dışsallıklara bir çeşit dolaylı fiyat belirlenmektedir. Buna karşılık

devletin müdahalesi dışsallıkların ekonomik birimler arasında içselleştirilmesi ya da

dışsallıklar için bir piyasa oluşturularak bunların da fiyat sistemi içerisinde çözülmesi

ile gereksiz hale gelebilmektedir.

A. K. Sen refahın, insanın maddi zenginliğine indirgenemeyeceğini, insanın

özgürlük ve hakları ile bütünleşik bir kavram olduğunu hatırlatmıştır. Sen’in bu

Page 135: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

131

yaklaşımı toplumu piyasa etrafında kurgulayan, dolayısıyla refahı da mübadele ile

artacağı varsayılan iktisadi bir kavram haline indirgeyen klasik (Marx dışında) ve

neoklasik yaklaşıma tezat oluşturmaktadır. Bu tez çalışmasında Sen’in refah

algılayışı benimsenerek, refah iktisadının piyasa ile refah arasında kurduğu bağlantı

izlenmeye çalışılmış; daha sonra gerçeklikte refah algılayışında piyasadan

uzaklaşılan dönemler ile piyasaya dönülen dönemler incelenmiştir.

Refah devleti, hem iktisadi hem de toplumsal ve siyasal krizi aşma projesi

olarak hayata geçirilmiştir. Refah devletinden önceki dönem rekabetçi piyasaya

dayalı bir iktisadi ve toplumsal düzen idealinin egemen olduğu bir dönemdir ve bu

dönem sadece piyasanın aksadığı durumlarda piyasanın işleyişini ideal olana

yaklaştırmak amacıyla müdahaleyi meşru görmektedir. Refah devleti ile birlikte

piyasa kurumunun ve fiyat mekanizmasının sayesinde ulaşılan etkin üretimin refahı

sağlamak için yeterli olmadığı fark edilmiş iktisadi hayatın etkinleştirilmesi için

devletin düzenleyiciliğine başvurulmuş; bunun yanında toplum üyelerinin

hoşnutsuzluklarını gidermek için üretilen değerin adil bölüşümü de refahın unsurları

arasına dahil edilmiştir. Sağlanan sosyal hak ve hizmetler ile piyasaya olan

bağımlılıklarda kısmi bir bağımsızlaşma sağlanmış ve böylece mübadele ve

dolayısıyla piyasa refahı sağlayan tek eylem ve kurum olmaktan görece

uzaklaşmıştır. İktisadi refahın sağlanmasından sosyal refahın oluşturulmasına geçilen

bu dönemde gelir dağılımı eşitsizliklerinin de azaldığı gözlenmiştir.

1970’lerin ortası yeni bir iktisadi ve toplumsal krize işaret etmektedir. Bu kriz

piyasanın yeniden göreve çağrıldığı bir dönemi başlatmıştır. Etkinlik tekrar tek

gösterge haline gelmiştir. Devletin üretimde ve üretilenin yeniden dağıtımında neden

olduğu savunulan etkinsizlikler krizin kaynağı olarak algılanmış ve sosyal refahın

temel kurumları ve mekanizmalarının bir kısmının tamamen ortadan kaldırılmasına

bir kısmının ise yeniden yapılandırılmasına başlanmıştır. Etkinlik ile eşitlik arasında

var olduğuna düşünülen ters ilişki (trade-off) bu dönemde tekrar gündeme getirilmiş

ve gelir dağılımı eşitsizlikleri ve bunun doğal sonucu yoksulluk gelişmiş ülkeleri de

içine alarak tüm dünyada artmıştır. Refah devletinin krizi olarak da görülen bu

dönemi piyasa merkezli iktisadi refah algılayışının yeniden başat hale geldiği dönem

olarak görmekteyiz. Bu dönemde iktisadi alan ile siyasal alanın ayrıştırılması

Page 136: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

132

gereğine yapılan vurgu bütün iktisadi politikaların temel argümanı haline gelmiştir.

Pareto’nun analiz gereği basitleştirme olarak gördüğü iktisadi alanın bilgisinin diğer

alanlardan yalıtılarak incelenmesi etkinlik amacına uygun olarak politika önermesi

haline gelmiştir. Anayasal iktisat yaklaşımı bu görüşün en berrak görüldüğü teori

olarak ortaya çıkmaktadır.

İktisat teorisi ve pratik arasında belli tarih dilimlerinde uyuşmazlık ortaya

çıktığı görülmektedir. Teorinin tanımladığı, dışsallıkların olmadığı, tam bilginin var

olduğu, bireylerin sadece bireysel çıkar takibi güdüsüyle hareket ettiği, piyasada arz

ve talebin fiyat sistemi aracılığıyla sürtünmesiz anlık olarak birbirine intibak ettiği,

müdahalesiz kurulan ve kendiliğinden dengeye ulaşan ideal tam rekabetçi piyasa

gerçeklikte hiçbir zaman olmamıştır. Serbest piyasa Polanyi’nin vurguladığı gibi

bizzat devlet müdahalesiyle yani dışardan etki ile kurulmuş, kurulduktan sonra da

kendiliğinden işleyişine her zaman farklılaşan düzeylerde etkide bulunulmuştur.

Refah iktisadının piyasa ile refah arasında kurduğu bağlantı da kendiliğinden işleyen

tam rekabetçi piyasaya dayanmaktadır. Ancak refah devleti deneyiminde de

görüldüğü gibi refahın piyasa sonuçlarına bırakılmadığı durumlarda refah düzeyinin

artırılabildiği görülmüştür. Ancak, 1970’lerin ortasından itibaren teorinin öngördüğü

yönde piyasadaki etkinliğe dayalı bir değişim yaşanmıştır. Bu tez çalışmasında bu

tespitler yapılmakla birlikte, teori ile pratik arasında görülen farklılığın kaynağı bir

soru olarak kalmaktadır. Tarihin belli dilimlerinde teorinin politik öngörülerine

uygun reel politikalar hayata geçirilirken, belli dönemlerinde bu öngörülerden ciddi

sapmalar yaşanmaktadır. Bu durumun bir sapma olup olmadığı; sapma ise

nedenlerinin araştırılması gerekmektedir. Ancak bu tez çalışması teorik olarak

toplumumuzdaki temel kurumsal yapı addedilen piyasa ile bireysel ve toplumsal

refah arasında kurulan bağlantıyı incelemiş; piyasanın aksadığı durumlarda denge

koşullarının hangi şartlar altında ve nasıl kurulacağını ele almış; ve son olarak

teoriden bir sapma olarak nitelenebilecek piyasa dışı refah kurumlarının varlığı ile

karakterize olan bir dönemi ele almış ve günümüzdeki, teori ile uyumlu olgusal

gözlemleri sergilemiştir. Tez çalışmasının yanıtlanmamış bıraktığı sorular bu tez

çalışmasının sınırlarının dışında kaldığından daha sonraki çalışmalarda daha farklı

yazınların da yardımıyla ele alınması gerektiği düşünülmektedir.

Page 137: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

133

KAYNAKÇA

Albert, M. ve Hahnel, R., A Quiet Revolution in Welfare Economics,

www.zmag.org/books/quiet.htm

Anderson, E., (2001), “Unstrapping The Straitjacket Of ‘Preference’: A

Comment On Amartya Sen’s Contributions To Philosophy And Economics”,

Economics And Philosophy, Cilt: 17, 21

Arrow, K. J., (1950), “A Difficulty in the Concept of Social Welfare”,

The Journal of Political Economy, Cilt: 58, Ağustos, 328-346 ve Arrow ve

Scitovsky (der) içinde, 147-169

Arrow, K., J. ve Scitovsky, T., (der), (1969), Readings in Welfare

Economics, Geoege Allen and Unwin Ltd, Londra

Arrow, K. J., (1994), “Methodological Individualism and Social

Knowledge”, American Economic Review, Cilt: 84, Mayıs, 1-9

Atkinson, A., B., (2001), “The Strange Disappearance of Welfare

Economics”, Kyklos, Cilt: 54, 193-206

Bator, Francis M., (1957), “The Simple Analytics of Welfare

Maximization”, American Economic Review, Mart

Bengül, N., (1963), İktisadi Refah Teorisinin Başlıca Meseleleri, AÜ

SBF Yayınları

Bergson, A., (1938), “A Reformulation of Certain Aspects of Welfare

Economics”, The Quarterly Journal of Economics, Cilt:.52, 310-334 ve Arrow ve

Scitovsky (der) içinde, 7-26

Bergson, A., (1983), “Pareto on Social Welfare”, Journal of economic

Literature, Cilt: 21, 40-46

Baumol, W., J., (1965), Economic Theory and Operations Analysis,

Prentice-Hall, Inc. Englewood Cliffs, New Jersey

Page 138: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

134

Barr, N., (1987), The Economics of Welfare State, Stanford University

Press, Stanford, California

Barr, N., (1992), “Economic Theory and the Welfare State: A Survey and

Interpretation”, Journal of Economic Literature, Cilt: 30, Temmuz, 741-803

Bator, F., M., (1957), “The Simple Analytics of Welfare Maximization”

American Economic Review -March’1957

Boyer, R., (1996), “State and the Market: A New Engagement for the

Twenty-First Centure?”, 84-117, Boyer ve Drache içinde

Boyer, R., ve Drache, D., (1996), (der) States against Markets,

Routledge, Londra

Briggs, A., (1969), “The Welfare State in Historical Perspective”, Castles

ve Pierson (der) içinde, 18-32

Bulutay, T., (1979), Genel Denge Kuramı, AÜ SBF Yayınları

Buğra, A., (2001), İktisatçılar ve İnsanlar, İletişim Yayınları

Buğra, A., (2003), “Bir Toplumsal Dönüşümü Anlama Çabalarına Katkı:

Bugün Türkiye’de E. P. Thompson’ı Okumak”, Köse vd. (der) içinde, 191-218

Buchanan, J., M., ve Stubblebine, Wm., C., “Externality”, Economica,

Cilt: 29, 371-384 ve Arrow ve Scitovsky (der) içinde, 199-212

Buchanan, J., M.., (1966), “Joint Supply, Externality and Optimality”,

Economica, Cilt: 33, 404-415

Castles, F., G., ve Pierson, C., (der), (2000), The Welfare State Reader,

Polity Press

Clayton, R., ve Pontusson, J., (1998), “Welfare State Retrenchment

Revisited”, Castles ve Pierson (der) içinde, 320-334

Page 139: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

135

Clerc, J., O., (1942), “Walras and Pareto: Their Approach to Applied

Economics and Social Economics”, The Canadian Journal of Economics and

Political Science, Cilt: 8, Ekim, 584-594

Çeçen, A., (2003), “Rasyonel Eylem, Aksiyomatik Bilgi ve Homo

Economicus”, Köse vd. (der) içinde, 219-247

Dasgupta, P., (2000), “Positive Freedom, Markets, and the Welfare State”,

Helm (der) içinde, 110-125

Davis, A., D. ve Whinston, A., (1962), “Externalities, Welfare, and The

Theory of Games”, The Journal of Political Economy, Ciltl. 70, Haziran, 241-262

Desai, M., (2001), “Amartya Sen’s Contribution to Development

Economics”, Oxford Development Studies, Cilt: 29, 213-223

Devereux, S., (2001), “Sen’s Entitlement Approach: Critiques and Counter

Critiques”, Oxford Development Studies, Cilt: 29, 243-263

Dobb, M., (1969), Welfare Economics and the Economics of Socialism,

Cambridge University Press

Drache, D., (1996), “From Keynes to K-Mart: Competitiveness in a

Corporate Age”, 31-62, Boyer ve Drache (der) içinde

Eatwell, J., vd., (1989), General Equilibrium, The Macmillan Press Ltd., New

York

Engels, F. (1995), Anti-Dühring, Sol Yayınları, Ankara

Elster, J. ve Roemer, J. E., (1991), Interpersonal Comparisons of Well-Being

Eroğul, C., (1999), Devlet Nedir?, İmge Kitabevi, Ankara

Esping-Andersen, G., (1991), The Three Worlds of Welfare Capitalism,

Polity Press

Page 140: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

136

Ferguson, I., vd., (2002), Rethinking Welfare: A Critical Perspective, Sage

Publications, Londra

Fine, B., (1975), “Individual Liberalism in a Paretian Society”, Journal of

Political Econumy, Cilt: 83, 1277

Fine, B., (2002), The World of Consumption, Routledge, İkinci Baskı,

Londra

Foot, P. (1985 ), “Utilitarianism and Virtues”, Mind, New Series, Cilt: 94,

Nisan, 196-209

Gough, I., (1996), “Social Welfare and Competitiveness”, Castles ve Pierson

(der) içinde, 234-254

Harsanyi, J. C., (1955), “Cardinal Welfare, İndividualistic Eticks, and

İnterpersonal Comparisons of Utility”, Journal of Political Economy, Cilt:63, 309-

321 ve Arrow ve Scitovsky (der) içinde, 46-61

Hausmann, D. M. ve McPherson, M. S., (1997), Economic Analysis and

Moral Philosophy, Cambridge University Press,

Hardt, M. ve Negri, A., (2003), Dionysos’un Emeği: Devlet Biçiminin Bir

Eleştirisi, İletişim Yayınları, İstanbul

Helm, D., (der), (2000), The Economic Borders of the Sate, Oxford

University Press

Hicks, J., R., (1939), “Foundations of Welfare Ecomomics”, The Economic

Journal, Cilt: 49, Ocak, 696-712

Hicks, J., R., (1941), “The Rehabilitation of Consumer’s Surplus”, The

Review of Economic Studies, Şubat, Cilt 8, 108-116

Holterman, S. E., (1972), “Externalities and Public Goods”, Economica, Cilt:

39, Ţubat, 78-87

Page 141: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

137

Holton, R. J., (1992), Economy and Society, Routledge, Londra

Hunt, E. K., (1980), “A Radikal Critiuqe of Welfare Economics”, Edward J.

Nell (ed) “Growth, Profits and Property” içinde, Cambridge University Press

İnsel, A., (2000), “Özgürlük etiği Karşısında İktisat Kuramı: Amartya Sen’in

Etik İktisat Önerisi”, Toplum ve Bilim, Sayı: 86, 7-21

İnsel, A., (2001), “İki Yoksulluk Tanımı ve Bir Öneri”, Toplum ve Bilim,

Sayı: 89, Yaz, 62-73

Kaldor, N., (1939), “Welfare Propositions of Economics and Interpersonal

Comparisons of Utility”, Economic Journal, 196, Aralık

Keane, J., (1993), “Introduction”, Keane (der) içinde, 11-35

Keane, J., (der), (1993), Contradictions of the Welafe State, The MIT Press,

Cambridge

Köse, A. H., Şenses, F. ve Yeldan, E., (2003), İktisat Üzerine Yazılar I;

Küresel Düzen: Birikim, Devlet ve Sınıflar; Korkut Boratav’a Armağan, İletişim

Yayınları, İstanbul

Köse , A. H., ve Öncü, A., (2003), “İktisadın Piyasası, Kapitalizmin

Ekonomisi”, Köse vd. (der) içinde, 93-143

Lange, O., (1969), “The Foundations of Welfare Economics”, Arrow ve

Scitovsky (der) içinde, 26-39

Lacher, H., (1999a), “The Politics of the Market: Re-reading Karl Polanyi”,

Global Society: Journal of Interdisciplinary International Relations, Cilt: 13,

Temmuz, 313-323

Lacher, H., (1999b), “Embedded Liberalism, Disembedded Markets:

Reconceptualising The Pax Americana”, New Political Economy, Kasım, Cilt: 4,

343-357

Page 142: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

138

Lindbeck, A., (1993), The Welfare State, Edward Elgar Publishing Ltd.,

England

Little, I. M. D., (1957), A Critique of Welfare Economics, Oxford

University Press, 2. baskı

Maddison, A. (1982), Phases of Capitalist Development, Oxford

University Press, New York

Marx, K., Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Sol Yayınları, 5. Baskı

McKenzie, L., W., (1989), “General Eqilibrium”, Eatwell vd. (der) içinde, 1-

35

Meade, J., E., (1952), “External Economies and Diseconomies in a

Competitive Stituation”, The Economiz Journal, Cilt: 62, 54-67 ve Arrow ve

Scitovsky (der) içinde, 185-198

Mill, J. S., (1946), Faydacılık, Ar Basımevi, Ankara

Mishan, E., J., (1960), “A Survey of Welfare Economics, 1939-1959”, The

Economic Journal-June

Mishan, E., J., (1969a), “The Relationship between Joint Products, Collective

Goods and External Effects”, The Journal of Political Economy, Cilt: 77, Mayıs-

Haziran, 329-348

Mishan, E., J., (1969b), Welfare Economics, North-Holland Publishing

Company, Amsterdam

Mishra, R., (1996), “The Welfare of Nations”, Boyer ve Drache (der) içinde,

316-333

Musgrave, R., A., (1959), The Theory of Public Finance, McGraw-Hill

Book Company

Page 143: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

139

Nath, S. K., (1975), A Reappraisal of Welfare Economics,

Routledge&Kegan Paul, Londra

Nath, S. K., (1969), A Perspective of Welfare Economics, Macmillan

Press Ltd., Londra

Negri, A., (1967), “Keynes ve Kapitalist Devlet Teorisi”, Hardt ve Negri

içinde, 43-87

Ng, Y., K., (1971), “The Possibility of a Paretian Liberal: Impossibility

Theorems and Cardinal Utility”, The Journal of Political Economy, Cilt:. 79, 1397-

1402

Ng, Y., K., (1979), Welfare Economics, Macmillan Press Ltd, Londra

OECD, (1999), Historical Statistics, Paris

Offe, C., (1982), “Some Contradictions of the Modern Welfare State”,

Castles ve Pierson (der) içinde, 67-77 ve Keane (der) içinde, 147-162

Offe, C., (1975), “Theses on the theory of the welfare state”, Keane (der)

içinde, 119-130

Offe, C., (1982), “Reflections on the Welfare State and the Future of

Socialism, An Interview”, Keane (der) içinde, 252-299

O’Neill J., (2001), Piyasa, Ayrıntı Yayınları, 2001

Oruç, Y. M., (2001), “Küresel Yoksulluk ve Birleşmiş Milletler“, Toplum

ve Bilim, Sayı: 89, Yaz, 73-123

Pareto, V., (1971), Manual of Political Economy, Augustus M. Kelley

Publishers, Newyork

Patinkin, D., (1989), “Walras’s Law”, Eatwell vd. (der) içinde, 328-339

Page 144: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

140

Peacock, A. T. ve Rowley, C. K., (1972), “Pareto Optimality and the

Political Economy of Liberalism”, The Journal of Political Economy, Mayıs-

haziran, Cilt: 80, 476-490

Pigou, A., C., (1951), “Some Aspects of Welfare Economics”, American

Economic Review, cilt 41, s.287-302

Pigou, A., C., (1962), The Economics of Welfare, 4. baskı, Macmillian,

Londra,

Polanyi, K., (2000), Büyük Dönüşüm, İletişim Yayınları

Pressman, S., (2000), “The Economic Contributions of Amartya Sen”,

Review of Political Economy, January, Cilt:.12, 89

Price, C. M., (1977), Welfare Economics in Theory and Practice,

Macmillan Press Ltd., Londra

Radomysler, A., (1946), “Welfare Economics and Economic Policy”,

Economica, 13, 190-204 ve Arrow ve Scitovsky (der) içinde, 81-94

Redmond, W. H., (2000 ), “Consumer Rationality and Consumer

Sovereignty”, Review of Social Economy, Cilt: LVIII No. 2, June

Robbins, J., (1934), “Euler’s Theorem and The Problem of Distribution”,

The Economic Journal, Eylül, 398-414

Robbins, L., (1950), “Interpersonal Comparisons of Utility:A Comment”,

Economic Journal, December, 635

Rowley, C. K. ve Peacock, A. T., (1975), Welfare Economics-A Liberal

Restatement, Martin Robertson, Londra

Samuelson, P. A., (1954), “The Pure Theory of Public Expenditure”,

Review of Economics and Statistics, Cilt:. 36, Kasım, 387-389

Page 145: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

141

Samuelson, P. A., (1955), “Diagramatic Exposition of a Theory of Public

Expenditure”, Review of Economics and Statistics, Cilt:. 37, Kasım, 350-356

Samuelson, P. A., (1958), “Aspects of Public Expenditure Theories”,

Review of Economics and Statistics, Cilt:. 40, Kasım, 332-338

Samuelson, P., A., (1958), Foundations of Economic Analysis, Cambridge

Harward University Press

Scitovsky, T., (1951), “The State of Welfare Economics”, American

Economic Review, cilt:41, 303-315

Scitovsky, T., (1941), “A Note on Welfare Propositions”, Arrow ve

Scitovsky (der) içinde, 390-401

Sen, A. K., (1970), “Impossibility of a Paretian Liberal”, Journal of Political

Economy, Cilt: 78, 152

Sen, A. K., (1977), “Rational Fools: A Critique of the Behavioral

Foundations of Economic Theory”, Philosophy and Public Affairs, Cilt: 6,

Summer, 317-344

Sen, A. K., (1979), “Utilitarianism and Welfarism”, The Journal of

Philosophy, Cilt: 74, 463-489

Sen, A. K., (1979), “Personal Utilities and Public Judgements: Or What’s

Wrong With Welfare Economics”, The Economic Journal, Cilt: 89, Eylül , 537

Sen, A. K., (1993), “Markets and Freedoms: Achievments and Limitations

of the Market Mecanism in Promoting İndividual Freedoms”, Oxford Economic

Papers, Cilt: 45, Ekim, 519

Sen, A. K., (1997a), On Ecomomic Inequality, Clarendon Press Oxford

Sen, A. K., (1997b), “Inequality, Unemployment and Contemporary

Europe”, International Labour Review, Cilt:136, No.2, Yaz, 155-170

Page 146: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

142

Sen, A. K., (1999), “The Possibility of Social Choice”, American Economic

Review, Cilt:89, 349

Sen, A., K., (2000), “The Moral Standing of the Market”, Helm (der) içinde,

94-109

Sen, A. K., (2001), Development as Freedom, Alfred A. Knoph, Newyork

Silberberg, E. ve Suen, W., (2001), The Structure of Economics: a

Mathematical Analysis, McGraw-Hill Book, New York

Smith, A., (2001), Ulusların Zenginliği, Alan Yayıncılık, İstanbul

Smith, A., (2002), Ulusların Zenginliği (Cilt 2), Alan Yayıncılık, İstanbul

Snower, D., J., (1993), “The Future of the Welfare State”, The Economis

Journal, Cilt: 103, Mayıs, 700-717

Sönmez, S., (1987), Kamu Ekonomisi Teorisi, Teori Yayınları, Ankara

Tarascio, V., J., (1969), “Paretian Welfare Theory: Some Neglected

Aspects”, The Journal of Political Economy, Cilt: 77, Ocak-Şubat, 1-20

Titmuss, R., (1967), “Universalism versus Selection”, Castles ve Pierson

(der) içinde, 42-51

Tybout, A., T., (1972), “Pricing Pollution and Other Negative

Externalities”, The Bell Journal of Economics and Management Science”, Cilt 3,

Güz, 252-266

Varian, H., R., (1992), Microeconomic Analysis, W.W. Norton&Company,

New York

Wallerstein, I., (1997), Sosyal Bilimleri Düşünmemek, Avesta Yayınları

Yunker, J. A., (1986), “In Defense of Utilitarianism: An Economist’s

Viewpoint”, Review of Social Economy, Nisan, Cilt:44, No.1, 57-79

Page 147: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

143

ABSTRACT

The main purpose of this thesis is to inquire the link between market

mechanism and welfare in the light of the literature on welfare economics. The first

and second chapters of the thesis are about classical and neoclassical welfare theory.

The outcome documented in the conclusion is that new welfare economics has

foreseen the perfect competitive market as a fundamental institution, providing

individual well-being and social welfare achieved through individual welfare.

A. K. Sen has recalled that welfare is a concept which can not be reduced to

material wealth of a human-being. In his analysis, welfare is integrated with the

concepts of freedom and rights of individual. Sen’s approach is contradicted with the

classical (without Marx) and the neoclassical approaches which constructed a society

under the hiphothetical assumption of perfectly competitive markets where welfare is

reduced to an economic conception, which was assumed to increase with exchange

between individuals. Conforming with Sen’s perspective, this essay has tried to

investigate the relationship between market mechanism and welfare.

In the third chapter of the thesis, which is focused on market failures, the

answers provided to the critical question in the welfare economics “what to do

provide individual and social welfare if markets are far from the ideal one” is

investigated. Welfare economics also allowed state interventions if perfect

competitive markets don’t work. But welfare state experience observed in the all of

the world has gone far beyond the institution which provides efficiency and welfare

by overcoming the market failures.

Welfare state has constructed its institutions and politics by accepting both

even income distribution and efficient resource allocation which are the part of

welfare. In the fourth chapter, it is argued that welfare has been described again

through market rules and efficiency conception since 1970s, despite of welfare state

characteristics.

Page 148: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

144

Ek 1: Paretocu Genel dengenin grafiksel anlatımı101

U1 = f1 (X1, Y1) birinci bireyin ordinal tercih fonksiyonu iken, U2 = f2 (X2,

Y2) ikinci bireyin ordinal tercih fonksiyonudur. Fonsiyonlar farksızlık eğrileri ile

gösterilmektedir.

X= Fx (Kx, Lx) ve Y= Fy (Ky, Ly) üretim fonksiyonlarıdır ve eşürün eğrileri ile

temsil edilmektedirler.

Üretimde etkinliğe ulaşmak için ilk etapta üretim faktörleri kullanımında

etkinlik sağlanmalıdır. Buna X ve Y mallarına ait eşürün eğrilerinin teğet olması ile

ulaşılmaktadır. Eşürün eğrilerinin eğimi X ve Y malı üretiminde kullanılan

faktörlerin marjinal teknik ikame oranlarını (MRST) göstermektedir. Şekil 1’de

çizilen Edgeworth kutusunda yatay ve dikey eksenlerde veri K ve L üretim faktörleri

bulunmaktadır. Ox, X malı için orjin, Oy y malı için orjin noktasıdır. Eşürün

eğrilerinin kesiştiği noktalar üzerinden çizilen FF sözleşme eğrisi, etkin üretim

noktalarını sergilemektedir. Bu doğru üzerinde X malının (Y malının) üretimini

artırmak için Y malının (X malının) üretiminin azaltılması gerekmektedir.

Şekil 1: Üretimde etkin noktalar

101Grafiksel anlatım (Bator, 1957; Ng, 1979; Sönmez, 1987)’den yapılmıştır.

Y

X X1

X2

X3

Y1

Y2

Y3

LY

KX

OY

OX

F

F

Page 149: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

145

FF sözleşme eğrisinden X ve Y’nin elde edilebilir maksimum bileşimlerini

alıp üretim olanakları eğrisine (ÜOE) geçilebilir. ÜOE’nin her noktadaki eğimi

marjinal dönüşüm haddini (MRT) yansıtır. MRT, MRST eşitliği sağlandığı sürece

ÜOE, her malın üretiminde kullanılan girdilerin optimal yeniden dağılımı koşulu ile

elmadan toprak ve emek transfer edilerek ne kadar fındığın üretilebileceğini

göstermektedir.

ÜOE ve tüketimde etkinliği sergileyen Edgeworth kutusunun birlikte çizildiği

Şekil 2, üretim ve tüketimde birlikte dengeyi sergilemektedir. ÜOE içine tüketimde

etkinliğin sağlandığı noktaları gösteren, eksenlerde toplumu sahip olduğu malların

miktarlarının yer aldığı Edgeworth kutusu yerleştirilmiştir. 0D doğrusu sözleşme

eğrisidir ve sözleşme eğrisi üzerinde bir bireyin faydasını artırmak için diğer bireyin

faydasının azaltılması gerekmektedir. Sözleşme eğrisi bireylere ait farksızlık

eğrilerinin kesiştiği noktaların birleştirilmesi ile oluşmakta farksızlık eğrilerinin

eğimi ise her bir bireyin iki mal için marjinal ikame oranını göstermektedir.

Farksızlık eğrilerinin kesiştiği noktalarda eğrilerin eğimleri ve dolayısıyla marjinal

ikame oranları birbirlerine eşitlenmekte, tüketimde etkinlik sağlanmaktadır.

Üretim ve tüketimde etkinliğin sağlanabilmesi için mallar arasındaki

MRT’nin, bireylerin MRS’sine eşit olması gerekmektedir. ÜOE eğrisi üzerindeki D

noktasında bu koşul yerine getirilmektedir. ÜOE’nin D noktasındaki eğimi yani

MRT, sözleşme eğrisi üzerindeki A noktasında iki bireyin farksızlık eğrilerinin

eğimine , MRS’ye eşittir. Dahası, ÜOE’nin ve A noktasında farksızlık eğrisilerinin

eğimi aynı zamanda X ve Y malı fiyatlarının oranına eşittir (α= Px/PY).

Page 150: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

146

Şekil 2: Genel Denge

Ancak, şekilden de görülebileceği gibi üretim olanakları eğrisi üzerinde her

nokta farklı bir mal bileşimine denk düşmekte ve bu noktalarda eğrinin eğimi

değişeceğinden mallar arasındaki MRT de değişmektedir. Üretim olanakları eğrisi

üzerindeki her noktaya karşılık gelen mal bileşimine uygun olarak tüketimde de

denge değişmektedir. Dolayısıyla birden fazla Pareto optimal nokta vardır. Bu

noktalar arasından yapılacak seçim için sosyal refah fonksiyonları kullanılmaktadır.

Y

X

0 Y0

X0

A

D

X1

Y1

U12

U11

U13

U23

U22

U21 α α

Page 151: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

147

Şekil 3: Optimum Optimorum

Şekil 3’de PP, Pareto etkin girdi çıktı bileşimlerine dayanan Fayda Olanağı

Eğrisidir. Bu eğri, etkin üretim ve mübadele noktalarından türetilmiştir. Wi (i= 1, 2,

3, 4) ’ler ise sosyal refah fonksiyonlarını temsil eden toplumsal kayıtsızlık

eğrileridir102 ve toplumun, farklı X ve Y malı bileşimlerini tüketmek konusundaki

tercih sıralamasını vermektedir. O noktasında, W1 sosyal refah fonksiyonu fayda

olanağı sınırına teğettir. Bu nokta, optimum optimorum103 noktasıdır. Sönmez (1987:

84-85), Pareto ölçütünün farklı ekonomik durumlar arasında tek tek karşılaştırmakta

yapmaktan kaçınarak kısmi sıralamaya gittiğini sosyal refah fonksiyonunun ise tüm

ekonomik durumlara ilişkin herhangi iki nokta arasında karşılaştırma olanağı

sağlayarak, tam sıralama yapılmasının koşullarını yarattığını vurgulamaktadır.

102 Toplumsal Farksızlık Eğrileri, Scitovsky (1942) tarafından ortaya atılmıştır. 103 Bator (1957), bu noktaya zoraki mutluluk noktası (constrained bliss point) demektedir.

W3

W2

W4

X

Y

P

P

0

O

W1

Page 152: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

148

Sönmez, Paretocu kısmi sıralama ile SRF analizinin işaret ettiği tam sıralama

arasında uyuşmazlık çıktığını göstermiştir. Toplumsal farksızlık eğrileri üzerindeki

bazı noktalardan eksenlere paralel olan teğetler geçtiği durumda sosyal refah

fonksiyonu Paretocu kısmi sıralamayla bağdaşmamaktadır.

Ek 2: Lipsey ve Lancester İkinci En İyi Modellinin Kanıtı

Lipsey ve Lancaster Modeli’nin matematiksel anlatımı genel olarak

şöyledir:104

Lipsey ve Lancaster (1957), F(x1, x2,... xn) şeklinde n değişkeni bulunan bir

fayda fonksiyonu düşünmüşlerdir. Bu fayda fonksiyonu, φ(x1, x2,... xn)=0 kısıtı

altında maksimize (minimize) edilmektedir. Bu ilişkide Xi, tüketilen i malı

miktarıdır. φ ise üretim olanakları sınırıdır.

Bu problemin çözümü için yani Pareto optimuma ulaşmak için, Ωi(x1, x2,...

xn)=0 olduğu varsayılmaktadır. Sistemde n-1 sayıda denklem vardır (i=1, 2, ..., n-1).

Sistemin eş anlı çözümü sağlanıldığında, genel denge varsayımının sonucu olarak, n.

Denklem de kendiliğinden çözülmektedir (Walras Yasası).105

İkinci en iyi teoremine i=j için Ωi≠ 0 türü ek kısıtlama getirilirse, F

fonksiyonunun maksimizasyonu (minimizasyonu) φ ve Ωi≠ 0 kısıtları altında olacak

ve hala ulaşılabilir olan Pareto koşullarından Ωi =0 ve i≠ j sağlanamamaktadır

İkinci sınırlamanın yokluğunda orijinal maksimizasyon (minimizasyon)

probleminin çözümü Lagrange yöntemi ile yapılabilir.

n denklem sözkonusu iken Paretocu koşullar şöyledir:

Fi-λφ i = 0 i=1...n (1)

L(x1, .... xn, λ) = F(x1, x2,... xn) - λ φ(x1, x2,... xn)

L’nin maksimizasyonu sonucu elde edilen birinci sıra koşullardan;

104 Anlatım Lipsey ve Lancaster(1957: 26-31), Price (1977: 42-45), Sönmez (1987: 91-96) üzerinden yapılacaktır.

Page 153: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

149

-λ = (∂ F/∂ xi)/ (∂ F/∂ xn)= (∂ φ/∂ xi)/ (∂ φ/∂ xn), dolayısıyla;

(∂ F/∂ xi)/ (∂ F/∂ xn)= (∂ φ/∂ xi)/ (∂ φ/∂ xn)

Buradan;

Fi=(∂ F/∂ xi) ve φi=(∂ φ/∂ xi)

Sonuçta

Fi /Fn= φi/φn i=1...n-1 (2)

Yukardaki denklemde tüketimde marjinal ikame oranının üretimdeki marjinal

dönüşüm oranına eşit olduğu görülmektedir. Yani Pareto optimumu elde edilmiştir.

İkinci En İyi

n’inci mal nümerer olarak seçilmiştir. Pareto koşullarını engelleyen sınırlama

(i=j için Ωi≠ 0 ) getirilmiş olsun;

F1 /Fn= k(φ1/φn) k≠ 1 (k sabit) (3)

Ya da Pareto koşullardan birinin yerine getirilmediğini belirtirsek (örneğin

i=1 ise)

F1 /Fn= φ1/φn≠ 0

Yani

F1 /Fn= k(φ1/φn)=0

Ek kısıtlama ile fonksiyon şu şekilde maksimize (minimize) edilir:

F- λ’Φ-μ [F1/Fn - k (Φ1/Φn)] (4)

λ’, μ Lagrange sabitleridir.

105 Walras Yasası için bkz. (Patinkin, 1989)

Page 154: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

150

Bu açıklamanın maksimizasyon koşulu şu şekildedir:

Fi- λ’Φ-μ [(FnF1i- F1Fni)/Fn2 - k(ΦnΦ1i- Φ1Φni)/ Φn

2 ] =0 i=1,2,...n (5)

(FnF1i- F1Fni)/Fn2 = ϕi

(ΦnΦ1i- Φ1Φni)/ Φn2 =Ri ile gösterilirse ve

Fi= λ’Φi-μ (ϕi-kRi) ise

(5) nolu koşul aşağıdaki gibi yazılabilir:

Fi/Fn= (Φi/Φn)[1+μ /λ’(ϕi-kRi)]/ [1+μ /λ’(ϕn-kRn)] (6)106

Bu koşullar (3) nolu kısıt veri iken, (2) nolu Paretocu koşullarla

karşılaştırmalı olarak açıklanan ikinci en iyiye ulaşma koşullarıdır.

[Φi+μ /λ’ (ϕi-kRi)]/ [Φn+μ /λ’ (ϕn-kRn)]= Φi/Φn yani

ΦnΦi+Φn(μ /λ’)( ϕi-kRi) = ΦiΦn+Φi( ∂ /λ’) (ϕn-kRn),

yani

Φi/Φn=(ϕi-kRi)/ (ϕn-kRn), ya da

Φi/Φn=[F1/Fn- k(Φ1/Φn) ]i/ [F1/Fn- k(Φ1/Φn) ]n (7)

Lipsey ve Lancaster ikinci en iyi versiyonu;

[1+ ( ∂ /λ’)( ϕi-kRi)]/ [1+ (μ /λ’)( ϕn-kRn)]=1

Genel olarak (7) nolu eşitliğin tuttuğunu varsaymak için bir neden yoktur ve

dolayısıyla gerçekte bir ikinci en iyi konuma ulaşmak için Paretocu koşullardan

ayrılma gereklidir.

106 Price, (6) nolu denklemin yanlış olduğunu ancak bu hatanın genel koşulları değiştirmediğini göstermiştir.

Page 155: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

151

Ek 3: Sen Olanaksızlık Teoremi

Teorem 2’nin kanıtı:

Koşul L*’da sunulan bireyler 1 ve 2 ve seçenek çiftleri (x,y) ve (z,w) olsun.

(x,y) ve (z,w) Kişiler ortak bir seçeneğe sahipler: x=z

1 x’i y’ye tercih etsin, 2 w’yu z (=x)’ye. Toplumdaki herkes 1 ve 2 dahil y’yi

w’ya tercih etsin. Kimse için 1 ve 2 için bile herhangi bir tutarsızlık yoktur. 1. ve 2.

bireylerin sıralamaları:

1: xPy ve yPw(=x)

2: yPw ve wPx(=z)

Koşul U’dan bu sosyal karar mekanizmasının alanında olmalıdır. Koşul L*’a

göre ise x y’ye tercih edilmeli ve w, x (=z)’e tercih edilmek zorundadır, Pareto

ilkesine göre y w’ya tercih edilmek zorundadır. Dolayısıyla (x=z, y, w) seti içinde

sosyal tercih anlamında en iyi unsur yoktur ve her alternatif diğerinden daha kötüdür.

Dolayısıyla toplum için bir seçim fonksiyonu olamaz.

x, y, z, w farklı olsun.

1: xPy,

2: zPw

toplumdaki herkes de wPx ve yPz tercihlerini yapar.

1 ve 2 için çatışma yoktur.

1 basitçe wPx ve xPy ve yPz

2: yPz, zPw ve wPx tercihlerini yapar.

Koşul U’ya göre bireysel tercihlerin bu düzeni bir sosyal seçim fonksiyonu

üretmek zorundadır. Fakat koşul L*’a göre toplum x’i y’ye ve z’yi w’ya tercih etmeli,

Pareto ilkesine göre, toplum w’yu x’e, y’yi z’ye tercih etmelidir.

Page 156: a. ü. sosyal bilimler enstitüsü iktisat anabilim dalı refah iktisadının

152

Bu şu anlama gelmektedir: Bu set için hiçbir en iyi alternatif yoktur ve bir

seçim fonksiyonu bu dört alternatifi de içeren herhangi bir set için yoktur.

Dolayısıyla Koşul U, P, L*’ı sağlayan sosyal seçim fonksiyonu yoktur.