23 mart 2012  · 1 . 23 mart 2012 . . 2 . ... heyet, ilgili ayetlerin tefsiri) demek ki, kalem ile...

24
1 23 Mart 2012 www.sorularlaislamiyet.com

Upload: others

Post on 02-Jan-2020

2 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

1

23 Mart 2012 www.sorularlaislamiyet.com

2

İçindekilerAyette “O, insana kalemle yazmayı öğretti” deniyor ama okula gittiğimizde öğretmenler öğretmiyor mu, bunun arasındakı ilişkiyi veya farkı anlatabilir misiniz? .............................. 3

“Kur´an, senin için de, kavmin için de bir öğüttür ve siz ondan sorguya çekileceksiniz. (Zuhruf 44) ayetinin sadece peygamberimizin kavmine hitap ediyor olması evrenselliğe aykırı olmaz mı? .......................................................................................................................... 4

Peygamberimiz, “Ya Ali! Gözlerini kapa ve diyeceklerimi tekrarla diyerek sesini yükseltip üç defa “La İlahe İllallah” dedi” (el-İnayetü’r-Rabbaniye) hadis midir? .................................. 5

Peygamberlerin de normal insanlar gibi ruhen sıkıntı çektikleri ya da buhrana düştükleri zamanlar olmuş mudur? ............................................................................................................. 6

Çocuk emziren kadının hamile kalmasının veya onunla cinsel münasebet kurmanın kadına ve çocuğa zararı olacağı şeklide bir hadis varmış. Buna göre kadın süt emdirdiği sürece eşiyle cinsel hayatı olmayacak mıdır? ....................................................................................... 7

İlmihal kitaplarında geçen kadaen/kazaen yani hukuken geçersiz ancak diyaneten geçerlidir ifadeleri ne anlama gelir? .......................................................................................... 8

“Biz Kur’an’ı sana her şeyin apaçık bir beyanı olarak indirdik” (Nahl, 89) ayetinden ne anlamamız gerekiyor. Her şeyin ayrıntılarıyla anlatılması mı, yoksa Kur´an da her şeyin olduğu mu?.................................................................................................................................. 9

Yaslanarak yemek yemek caiz midir? Tıbbi sakıncaları var mıdır? ....................................... 10

"Biz gece ve gündüzü iki Ayet kıldık ve gece âyetini sildik" (İsra 17/12) ayeti, çok önemli bir bilimsel gerçek olan ayın bir zamanlar güneş gibi olduğuna kanıt olur mu? Gece ayetini sildik, ifadesi nasıl anlaşılmalıdır? ........................................................................................... 11

"Ayak bileğinin altına kadar giyilen elbise Cehennem ateşindedir" diye bir hadis var mıdır? .................................................................................................................................................... 14

Bazı septik felsefeciler duyu organlarının bizi yanıltığını söylüyorlar. Duyu oraganları bizi yanıltır mı? ................................................................................................................................. 15

Hz. Yusuf, “Müslüman olarak benim hayatıma son ver ve beni salihlerin arasına kat." (Yusuf 101) duasını yaptıktan ne kadar zaman sonra vefat etmiştir? ................................... 16

İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin islam dünyasına ne gibi yararları ve zararları dokunmuştur? Bunların faaliyetlerine bakış açımız nasıl olmalıdır? ............................................................. 18

"Medine'de ölmeye gücü yeten, burada ölsün. Burada ölene şefaatim vacip olur" hadisi sahih midir? Nasıl anlamalıyız? ................................................................................................ 21

Allah kullarına ceza vermek için neden Cehennem azabını uygun gördü? Bu ceza fazla değil midir?................................................................................................................................ 22

Allah yolunda kesilmiş olmayan, helal olmayan etler necis midir? Yağları, etleri veya diğer organları pis sayılır mı? ............................................................................................................ 24

3

Ayette “O, insana kalemle yazmayı öğretti” deniyor ama okula gittiğimizde öğretmenler öğretmiyor mu, bunun arasındakı ilişkiyi veya farkı anlatabilir misiniz?

İlgili ayetlerin mealleri:

“Yaratan rabbinin adıyla oku! O, insanı alaktan (asılıp tutunan zigottan) yaratmıştır. Oku! Kalemle (yazmayı) öğreten rabbin sonsuz kerem sahibidir. O, insana bilmediklerini öğretti.” (Alak, 96/1-5)

Bu âyetler Hz. Peygamber'e (asm) inen ilk vahiy olup Peygamber'e ve onun şahsında tüm müslümanlara okumayı emret¬miş, onları kalemle yazmaya ve ilimde gelişip yetkinleşmeye teşvik etmiştir. İlk vahyin "oku" emriyle başlaması ve bu emrin iki defa tekrar edilmesi, okumanın ve ilmin dinde ve insan hayatında ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Kur'an'ın, canlılar arasında insanın farklı ve üstün yerini onun öğrenme özelliği ile tanımlaması son derece anlamlıdır. (ayrıca bk. Bakara 2/31)

Cebrail (as), Hz. Peygamber'e "Oku" dediğinde, o okuma işinin okuma-yazma bilenler tarafından yapılabileceğini düşünerek "Ben okuma bilmem" demişti. İşte 3. âyet, bir bakıma Resûl-i Ekrem'in bu dolaylı özür beyanına bir cevap olmaktadır. Buna göre Allah'ın keremi sonsuzdur; O, insanı "alak"tan yaratıp mükemmel bir varlık haline getiren ve peygamberlik gibi yüce bir makama kadar erdiren kudretiyle, dilediği kullarına normal yollardan, yani kalemi ve diğer bilgi malzemesini kullanarak bir hocadan bilgi almasını sağlayarak okumayı öğretir, ama O, kullarından dilediğine, bir öğretici ve öğrenim aracılığı olmadan bilgi öğretmeye de kadirdir.

4 ve 5. âyetlerde kalemin önemi vurgulanmıştır; çünkü kalemde sayılamayacak kadar çok ve büyük faydalar vardır. Kalem vasıtasıyla ilimler tedvin edilmiş, hikmetler kaydedilmiş, öncekilerle ilgili haberler, bilgiler zaptedilmiş, Allah tarafından indirilmiş olan kutsal kitaplar yazılmıştır; kısaca uygarlıklar kalem sayesinde süreklilik kazanmış, kuşaktan kuşağa aktarılmış; Allah kalem vasıtasıyla insana bilmediklerini öğreterek onu cehalet karanlığından kurtarmış, ilmin aydınlığına kavuşturmuştur.

Burada "kalem" kelimesinin, -işlevi ve amacı dikkate alındığında- bilinen kalemden bilgisayara kadar bütün okuma, yazma ve bilgi alıp verme araçlarını kapsadığını da belirtmek gerekir. (bk. Kur’an Yolu, Heyet, ilgili ayetlerin tefsiri) Demek ki, kalem ile yazıyı öğreten, o vasıta ile ilim belleten de odur. Yoksa bir kan pıhtısından yaratılmış olan insanlar ne kalem bilirdi ne yazı. Buna göre, her öğretmen bu kalem görevini üstlenmektedir.

Diğer taraftan, “O, insana bilmediği şeyleri öğretti.” ayetini, insanda olmayan kuvvetleri, yetenekleri, kabiliyetleri yaratarak ve deliller getirerek ve âyetler indirerek vehbî (Allah vergisi) olarak da öğretti, çalışarak kazanma yoluyla da öğretti, şeklinde anlamak mümkündür. (bk. Elmalılı, Hak Dini, ilgili ayetlerin tefsiri. İlave bilgi için tıklayınız:

Kalem suresi birinci ayeti açıklar mısınız? Kalemin yaratılması hakkında bilgi verir misiniz?

4

“Kur´an, senin için de, kavmin için de bir öğüttür ve siz ondan sorguya çekileceksiniz. (Zuhruf 44) ayetinin sadece peygamberimizin kavmine hitap ediyor olması evrenselliğe aykırı olmaz mı?

Bu ayetin açıklamasında alimlerin farklı yorumları söz konusudur:

- Önce sorudaki şekliyle düşündüğümüz zaman bile, bunun Kur’an’ın evrenselliğini ortadan kaldıracak bir husus olduğunu algılamamak gerekir. Çünkü, burada bir hasır ifadesi yoktur. Yani bu ayette “Kur’an sadece sana ve kavmine bir şereftir” demiyor, “sana ve kavmine bir şereftir” diyor. Kur’an’ın onlar için bir şeref olması başkası için olmadığı manasına gelmez.

Mekke devrinde inen bu ayetin maksadı, Hz. Peygamberi her türlü sıkıntıyı göğüslemeye hazırlamak, ona sorumluluğunu hatırlatmak, risalet uğrunda her türlü meşakkate girmesinin dünya ve ahiretteki şerefinin yüceliğine değeceğini beyan etmek ve Mekkeli Kureyşlileri herkesten önce Kur’an’a iman etmeye bir teşviktir. İlk Muhatap onlar olduğu için, Kur’an’ın ilk önce onların duygularına hitap etmesi hikmetin gereğidir(krş. Taberî, Razî, ilgili ayetin tefsiri).

- Bazı alimlere göre, bu ayette yer alan “kavim=topluluk”tan maksat, Hz. Peygambere iman eden bütün ümmettir.(bk. Maverdî, Kurtubî, ilgili ayetin tefsiri).

- Ayette yer alan “Zikr” kelimesi şeref veya öğüt anlamında değerlendirilmiştir(bk. Maverdî, İbn Aşur, ilgili ayetin tefsiri).

Zemahşerî “ZİKR”e sadece şeref manasını vermiştir. Buna göre, Kur’an’ın kendileri için -dünyada- özel bir şeref olduğu belli olanlar Kureyş kabilesidir. Çünkü, yabancılar, Hz. Peygamberi sorduklarında, “bu kimlerdendir?” diye sorarlardı. Cevabı “Araplardandır” şeklinde verilirdi. Soru soran bu defa “Arapların hangi kabilesindendir?” diye sorar ve cevap olarak da “Kureyş kabilesindendir” denilirdi. Böylece Kureyş kabilesi dünyada büyük bir şan ve şeref kazanıyordu(bk. Taberî, Maverdî, Razî, Kurtubî, a.g.y).

- O halde konu, Kur’an’ın bütün İslam ümmeti için umumi bir şeref olmakla beraber, Kureyş kabilesi için özel bir şeref olduğu gerçeğidir.

“Kureyş’in güven ve barış anlaşmalarından faydalanmalarını sağlamak için, Kış ve yaz seferlerinde faydalandıkları anlaşmaların kadrini bilmiş olmak için, Yalnız bu Ev’in (Kâ’benin) Rabbine ibadet etsinler. Kendilerini açlıktan kurtarıp doyuran, korkudan emin kılan Rab’lerine kulluk etsinler!” (Kureyş Suresi) mealindeki ayetlerde Kureyş kabilesinin özel bir konumuna ve Kâbe sayesinde kazandığı şerefe işaret edildiği gibi, söz konusu ayette de onların bu özelliklerine vurgu yapmak Kur’an’ın evrenselliğine bir zarar vermez. Kur'an'ın övdüğü özellikleri taşıyanlar, derecelerine göre bu şereflere sahip olurlar.

5

Peygamberimiz, “Ya Ali! Gözlerini kapa ve diyeceklerimi tekrarla diyerek sesini yükseltip üç defa “La İlahe İllallah” dedi” (el-İnayetü’r-Rabbaniye) hadis midir?

- “el İnayetü'r- Rabbaniye” adında birkaç kitap vardır. Konusu itibariyle bu kitabın Şabaniye tarikatına dair yazılan “el-İnayetü’r-Rabbaniye” olduğu kuvvetle muhtemeldir.

Bu kitap bir hadis kaynağı değildir. Nitekim biz hadis kaynaklarında böyle bir hadise rastlayamadık. Ancak, gördüğümüz bir kayda göre bu hadis, Tarihçi Abdurrahman el-Cebretî’nin “Tarihu acaibi’l-âsâr fi’t-teracimi ve’l-ahbâr” adlı eserinin 346. sayfasında yer almıştır.

- Bu hadis rivayeti, Kadirî tarikatı gibi cehrî tarikatların yaptığı sesli zikrin meşruiyetine bir delil olarak söz konusu edilmiştir.

Gözün yumulması, dünyevî meşgalelerden uzaklaşıp kalbi tamamen Allah’a yönlendirmek için yapılan bir ameliyedir.

Üç defa zikretmek ise, tekrarı gereken zikir ve tesbih gibi evradın en az olan bir sayısıdır. Bundan daha aşağısı kalbin manevî havayı teneffüs etmesini tam temin etmeyebilir. Tesbihatın mübarek sayısı olan 33, 99 ism-i celilin adedinin üçte biridir. 33 sayısının üçte biri ise 11’dir. 3-11-33-99 gibi sayıların en azı 3’tür. Nitekim, namaz içindeki tesbihler de üçer defa tekrar edilir.

Ancak tekrar ifade edelim ki, bu rivayeti hadis kaynaklarında bulamadık.

6

Peygamberlerin de normal insanlar gibi ruhen sıkıntı çektikleri ya da buhrana düştükleri zamanlar olmuş mudur?

- Peygamberler de birer insandır. Onlar da aynı zamanda imtihan geçirmişlerdir. Büyüklerin imtihanı da büyük olur. Nitekim, Peygamberimiz “insanlardan en çok sıkıntı çekenlerin peygamberler olduğunu” (Hâkim, Müstedrek, 3/343) beyan buyurmuştur. Birer insan olarak onlar bizim gibi zaaflar göstermeseler de onların da bedenleri ağrı-sızı çeker, ruhları acı çeker, gönülleri ıstırap çeker ve hakeza..

Hz. Peygamberin bizzat kendi ifadesiyle; Mekke’de tebliğde bulunurken, o cahil ve inatçı bazı edepsizlerden söz ve tavır olarak gördüğü sıkıntı, Medine’de yetmiş şehitidin verildiği Uhud savaşından aldığı sıkıntıdan çok daha fazla idi.

- Peygamberlerin bu pek büyük sıkıntılar karşısında kullandıkları reçeteler; iman, tevekkül, sabır ve kulluk reçetesidir.

İmanın gücüne paralel olarak artan yakinin gücü nispetinde ıstıraplar hafifler.

Rahman ve Rahim olan Allah’a iman etmek, bütün sıkıntıların üstesinden gelen bir kuvvet verir. Hz. Peygamber dünyevi sıkıntıları olduğunda “biz bu dünya sıkıntılarını düşünmek için değil, kulluk etmek için yaratıldık” der ve hemen abdest alıp namaz kılardı. İşte iman ve kulluk reçetesi...

Ahiretin varlığına iman eden kimsenin ebedî mükafatları düşünmekten alacağı haz, fani dünya sıkıntılarının acısını hiçe indirecek kuvvettedir. İşte imandan kaynaklanan sabır anahtarı.. Bu anahtar bütün tahammül kapılarını açar ve sahibini sıkıntıların koridorlarından geçirip huzur odasına yerleştirir. Hz. Yusuf’u Mısır’a sultan yapan bu sabır değil mi?

Tabii ki imanların mertebeleri kadar sabır ve tahammül seviyeleri vardır. Asr-ı saadetin imanına benzer bir iman taşıyan Bedüzzaman hazretlerinin ifadesiyle, “hakiki imanı elde eden adam, küre-i arz bomba olup patlasa ihtimaldir ki onu korkutmaz”.

Hz. Yunus’u deniz altından, balığın ağzından kurtaran onun Allah’a olan hakka’l-yakin derecesindeki imanı idı.

Hz. Eyyub’u o korkunç hastalığın pençesinden kurtaran onun Allah’ın sonsuz rahmetine olan itimadı idi.

Hz. Musa’yı Firavundan kurtaran ve ona denizi bir çöl haline getiren, Allah’a olan imanı, tevekkül ve teslimiyeti idi.

“İman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet hakikî imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve imanın kuvvetine göre hâdisatın tazyikatından kurtulabilir. "Tevekkeltü alallah" der, sefine-i hayatta kemal-i emniyetle hâdisatın dağlarvari dalgaları içinde seyran eder. Bütün ağırlıklarını Kadîr-i Mutlak'ın yed-i kudretine emanet eder, rahatla dünyadan geçer, berzahta istirahat eder. Sonra saadet-i ebediyeye girmek için Cennet'e uçabilir. Yoksa tevekkül etmezse, dünyanın ağırlıkları uçmasına değil, belki esfel-i safilîne çeker. Demek iman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dareyni iktiza eder”(Nursi, 23. Söz/1.mebhas(3. nokta).

7

Çocuk emziren kadının hamile kalmasının veya onunla cinsel münasebet kurmanın kadına ve çocuğa zararı olacağı şeklide bir hadis varmış. Buna göre kadın süt emdirdiği sürece eşiyle cinsel hayatı olmayacak mıdır?

Bu anlama gelecek bir hadis rivayeti şöyledir:

“Çocuklarınızı gizlice öldürmeyin. Canımı elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, emziren kadının hamile kalması, süt emen çocuğa öyle bir zarar verir ki at sırtında koşturan ergin erkek olacak yaşa gelse bile yine onu tutar yere atar.” (İbn Mace, Nikah, 61; Ebu Davud, Tıp, 16). Hadisin tercümesi açıklanmış şekliyle verilmiştir. Hattabî’ye göre, bu hadiste hamile kadının sütünün beslemeden yoksun bir hal aldığı için, o sütü emen çocuk gereken gıdayı alamadığından çok cılız ve güçsüz bir konumda olur. Bunun yan etkileri -çocukken görülmezse bile- büyüdüğü zaman bir gün mutlaka ortaya çıkar. Öyle ki at sırtında düzgün duramayacak kadar güçsüz olur. (bk. Avnu’l-Mabud, ilgili hadisin şerhi).

Bu hadiste geçen hususun zıddına olan hadis rivayetleri de söz konusudur. Nitekim, Müslim’de geçen bir hadis rivayetine göre, Sad b. Ebi Vakkas şöyle demiştir: Bir gün adamın biri Hz. Peygamber(a.s.m)’e gelip “Ben eşimden azl ediyorum/suyumu dışarıya akıtıyorum” dedi. Hz. Peygamber(a.s.m), “Neden öyle yapıyorsun?” diye sorunca da, adam “ (emdirmekte olduğu) çocuğunun zarar görmesinden korkuyorum” diye cevap verdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber(asm): “Şayet bu işin zararı olsaydı, Fars ve Rumlara zararı olurdu. Diğer bir rivayet göre: “Eğer sırf bunun için öyle yapıyorsan yanlış yapıyorsun, çünkü bu işin Fars ve Rumlara zararı olmamıştır.” diye buyurdu. (bk. Müslim, Nikah, 24)

Yine Cüdame binti Vehb el-Esediye’nin bildirdiğine göre Hz. Peygamber(a..s.m) şöyle buyurmuştur: “Bir ara , kişinin çocuğuna süt emdiren eşiyle yatmasını yasaklamayı düşündüm, sonra hatırladım -bir rivayette: sonra baktım- ki Fars ve Rumlar bu işi yapıyor ve çocukları bundan zarar görmüyorlar; ben de yasaklamaktan vazgeçtim”(Müslim, a.y.).

Hz. Peygamber(asm)’in böyle bir yasak düşünmesinin sebebi, o günkü tıp uzmanlarının bunu zararlı görmeleri ve Arapların da buna dayanarak bu işten hoşlanmamalarıdır. Ancak Fars ve Rumların bu konudaki tutumlarını öğrenen Efendimiz bunda bir zararın olmadığı kanaatine varmıştır(bk. Nevevî, ilgili hadislerin şerhi). İmam Müslim, bu konu için koyduğu başlığı -özetle-: “kişinin çocuğuna süt emdiren eşiyle yatmasının caiz olduğunu gösteren hadisler” olarak seçmiştir. İbn Kayyım’e göre, bu işin caiz olduğunu gösteren hadisler, yukarıda geçen ve bu işe cevaz vermeyen Esma’nın hadisinden daha sahihtir. Bu sebeple, kişinin çocuğuna süt emdiren eşiyle yatmasının haram olduğunu düşünmek yanlıştır. Olsa olsa -tenzihî - bir kerahet söz konusu olabilir(bk. Avnu’l-Mabud, a.y). Özetlersek, tarih boyunca çocuk emdiren kadınların önemli bir kesimi hamile kalmıştır. Emdirme süresi iki yıl olduğuna göre, iki yıl boyunca karı kocanın ayrı yaşamaları anlamına gelen bir uygulama fıtrat kanunlarına terstir. Daha önce Araplarca da uygun görülen ve o günkü doktorlarca da onaylanan bu -uzak durma- eylemi, Efendimiz tarafından da o istikamette değerlendirilmiş olabilir. Esma’nın hadisi bunu göstermektedir. Ancak, daha sonra bu işte bir zararın olmadığı kanaatine varan Efendimiz(asm) bunu açıkça deklere ederek, Cahiliye devrinden kalma o yanlış düşünceye son vermiştir. Bu işe cevaz veren hadisler bunu göstermektedir.

8

İlmihal kitaplarında geçen kadaen/kazaen yani hukuken geçersiz ancak diyaneten geçerlidir ifadeleri ne anlama gelir?

- “Dinen” veya “diyaneten” sözcükleri, bir konunun -formel hukuk değil de- ahirete bakan ve ahlakî yönü ön plana çıkaran, dinin yüklediği sorumluluğu hatırlatan bir kavramdır.

- Kadaen/Kazaen kavramı, formel hukuk kuralına görü verilen hüküm demektir.

Mesela, bir kimse, sözlük anlamı itibariyle bir şeyi, bir ipi, bir bağı çözmek manasına gelen Talak kelimesini kullanırken, maksadı hanımının ellerini çözmek ise, bu kişinin hanımı diyaneten, yani gerçek anlamda boşanmış olmaz, fakat kadaen, yani resmi şerî hukuk kuralına göre boşanmış olur. Çünkü, “kadanen hüküm” söze, “diyaneten hüküm” ise niyete bakar(krş.Reddü’l-muhtar, 1/437).

Mesela; bir kadın evlenip halvet-i sahihaya girdikten sonra boşanırsa, ikinci bir velilik yapması için iddet süresini beklemesi gerekir.

Ancak, eğer kadın kocasıyla gerçek manada bir beraberlik geçirmediğini, hamile olmasının asla söz konusu olmadığını bilirse, böyle bir kadının iddet süresini beklemeyip ikinci bir evlilik yapması halinde, bu evlilik KADAEN doğru olmamakla beraber, DİYANETEN caizidir. Çünkü, iddet süresinin beklenmesi rahmin temiz olup olmamasına yönelik bir testtir.

Kadın hakikaten bir cinsel birleşme olmadığını kesin olarak biliyorsa, dini bir sorumluluğu olmaz. Fakat, KADAEN suçlu olur. Çünkü Hz. Ömer’in dediği gibi, “Biz zahire göre hükmederiz, işin gizli tarafını Allah’a havale ederiz.” sözü hukukta önemli bir prensiptir.

9

“Biz Kur’an’ı sana her şeyin apaçık bir beyanı olarak indirdik” (Nahl, 89) ayetinden ne anlamamız gerekiyor. Her şeyin ayrıntılarıyla anlatılması mı, yoksa Kur´an da her şeyin olduğu mu?

Bu gibi ayetlerin geniş kapsamına bakarak “her şey” sözcüğünün bir çok hususa birden delalet ettiğini söylemek mümkündür. Örneğin;

a. Kur’an’da, vahyin temel mesajları olan dinin emir ve yasaklarıyla ilgili her şeyin açıklaması vardır(Taberî, ilgili ayetin tefsiri). Ancak bu açıklamaların bir kısmı açıkça, diğer bir kısmı da işaret yoluyla ifade edilmiştir(Semarkandî, ilgili ayetin tefsiri).

b. Hz. Ali’ye göre, Kur’an’da her şeyin ilmi, bilgisi vardır, fakat insanların aklı, havsalası hepsini ihata etmemektedir(Semerkandî, a.g.y)

c. Bazı alimlere göre, ayetteki “herşey”den maksat dini ilimlerdir. Çünkü Kur’an dini ilimleri ders vermek içinindirilmiştir. Dinî olmayan ilimler bu kategoriye girmez(bk. Razî, ilgili ayetin tefsiri)

d. İbn Mesud’a göre, bu ayetin verdiği ders şudur: Kur’an’da faydalı olan bütün ilimler vardır. İnsanların din ve dünyalarıyla ilgili ihtiyaç duydukları her ilim, her bilgi Kur’an’da söz konusudur(İbn Kesir, ilgili ayetin tefsiri).

e. Kur’an’da insanların din ve dünyalarına ait her şeyin açıklaması vardır. Dinin temel esasları olan iman esasları, özellikle Allah’ın varlığı ve birliği, Hz. Muhammed’in hak peygamber olduğu hususunun ispatı için gereken her türlü ilim ve bilgi vardır. Bu deliller her türlü dinî, fennî, aklî, kevnî varlıklardan ve olaylarından yararlanarak ortaya konan burhanlar olabilir(İbn Aşur, ilgili ayetin tefsiri)

f. Çağımızda ilmî tefsir anlayışını benimseyenler arasında bulunan pek çok alimin görüşüne göre, "Kitapta hiç bir şeyi ihmal etmedik."(-En'am, 6/38) "Yaş, kuru her şey kitab-ı mübin (Kur'an) de vardır."(Enam, 16/59), "Biz sana her şeyi apaçık beyan eden kitabı indirdik."(Nahl, 16/89) gibi âyetler Kur'an'da bütün ilimlerin var olduğunu gösteriyor(ez-Zehebî, II/477; Ebû Hicr, 103).

İlave bilgi için tıklayınız:

Kur'an-ı Kerim'de bütün bilgiler var mıdır? En'am sûresi, 59 ayette; "Yaş ve kuru her şey Kitab-ı Mübin'de vardır." buyurulmaktadır...

10

Yaslanarak yemek yemek caiz midir? Tıbbi sakıncaları var mıdır?

Hz. Peygamber’in yemek yerken oturuşu hakkında değişik rivayetler vardır. Ebû Cuhayfe (r.a) Resulullah (a.s.m)'ın şöyle buyurduğunu nakletmiştir: "Ben (yemeğimi) dayanarak yemem!" (Buhari, Et'ime 13; Tirmizî, Et'ime 28; İbn Mâce, Et'ime 6; Dârimî, Et'ime 31).

(Şuayb b. Muhammed b. Abdullah b. Amr'ın) babasından şöyle dediği rivayet olunmuştur: Rasûlullah (s.a)'ın hiçbir zaman (bir yere) dayanarak (yemek) yediği görülmemiştir.(Buhari, Ahkâm 43; İbn Mâce, Mukaddime 21; Ahmed b. Hanbel, II, 125, 127).

İbnü'I-Kayyım el-Cevzî Zâdü'l-Meâd isimli eserinde "ittikâ" kelimesinin:

1) Bağdaş kurarak oturmak, 2) Bir şeye dayanarak oturmak, 3) Sağa veya sola dayanarak oturmak manalarına geldiğini; bu oturuşlardan üçüncüsü mideye zararlı olduğu için, diğer ikisi de zalimlerin oturuşu olduğu için bu oturuşların üçünün de yasaklanmış olduğunu söylemiştir.

Hattâbî der ki: "Halk, dayanan deyince bir tarafına yaslanarak yemek yiyeni anlar, ama aslında böyle değil, bilakis, ondan murad altındaki mindere iyice oturmak, mıhlanıp kalmaktır; öyleyse hadisin ma'nâsı şöyle olmalıdır: "Ben yemek yerken mindere mıhlanırcasına oturup kalmam. Bu, çok yiyenlerin işidir. Ben, gıdama yetecek kadar yerim, bu sebeple (hemen kalkmaya hazır vaziyette) iğreti olarak otururum."

en-Nihâye'de İbnu'l-Esîr der ki: "Kim dayanmayı, bir tarafa yaslanmak olarak tefsir ederse, bunu tıb mesleğine uygun olarak te'vil etmiş olur. Zira tıbbın iddiasına göre, yenen şey, bu durumda, sindirim yolunda kolayca hareket edemez ve kişiye âfiyet sağlayamaz, bilakis ezaya sebep olur."

"Hanefî ulemasından İbn Âbidin, yemek yerken bir yere yaslanarak ya da bir yere dayanarak oturmanın dini yönden bir sakıncası olmadığı görüşündedir. Fetâvâ-yı Hindiyye'de de böyle denilmektedir. Nitekim Mus'ab b. Süleym'den şöyle dediği rivayet olunmuştur; Ben Enes'i (şöyle) derken işittim: Peygamber (s.a) beni (bir yere) göndermişti. Döndüğüm zaman kendisini geriye yaslanmış halde hurma yerken buldum.(Müslim, Eşribe 148; Ahmed b. Hanbel, III, I80). Ancak yemek yerken bir şeye dayanmakta dini yönden bir sakınca olmaması bu dayanmada bir büyüklenme hissinin bulunmamasına bağlıdır(Aliyyü'1-Kârî, Aynü'l-İlm ve Zeynü'1-Hilm, I, 275).

Müstehab olan oturuş tarzı şudur: Dizlerinin üzeriyle ayaklarının sırtı üzerine oturmalı veya sağ ayağını dikip sol ayağını yatırıp üzerine oturmalıdır.

11

"Biz gece ve gündüzü iki Ayet kıldık ve gece âyetini sildik" (İsra 17/12) ayeti, çok önemli bir bilimsel gerçek olan ayın bir zamanlar güneş gibi olduğuna kanıt olur mu? Gece ayetini sildik, ifadesi nasıl anlaşılmalıdır?

“Biz geceyi ve gündüzü birer nişan olarak yarattık. Nitekim rabbinizin nimetlerini arayasınız, ayrıca yılların sayısını ve hesabını bilesiniz diye ge¬cenin nişanını siler, aydınlatıcı olarak gündüzün nişanını getiririz. İşte biz her şeyi açık açık anlattık.” (İsra, 17/12)

Daha önceki ayetlerde sözü edilen vahiy kitabı Kur'an'ın insanlığı kurtarıcı rehberliğinden sonra, burada da muhatabın dikkati kâinat kitabından bir kesite, gece ile gündüzün akışına çevrilmekte; bunun insanlık için taşıdığı değere dikkat çekilmektedir.

Gece ve gündüz için "nişan" diye çevirdiğimiz "âyet" deyiminin kullanılması ilgi çekicidir. Kur'an nasıl âyetlerden oluşuyorsa gece ve gündüz de "iki âyet"tir; Allah'ın varlığı ve birliğini, kudretini, ihsanını gösteren iki işarettir, delildir.

"Gecenin nişanını sileriz" ifadesi değişik şekillerde açıklanmıştır. Bir yoruma göre gecenin delili (âyet) karanlık, gündüzün delili aydınlıktır. Buna göre maksat, sabaha doğru giderek gecenin karanlığının silinmesi yani dünyanın aydınlanmasıdır. İkinci bir yoruma göre gecenin delili ay ışığıdır. Ayın ışığının hilâlden başlayıp dolunay olduktan sonra gün geçtikçe azalması ve nihayet gece gökyüzünün karanlığa gömülmesi "gecenin delilinin sîlinmesi"dir.

Ayrıca, "Gecenin nişanını sileriz" ifadesinden ayın ışığını güneşten aldığı veya ayın bir zamanlar ışıklı bir yıldız iken daha sonra ışığının silindiği, söndüğü şeklinde anlamlar da çıkarılmaktadır. Çünkü âyette ayın ışığının söndürülüşünden ve buna karşılık güneşin ışık verici duruma getirildiğinden bahsediliyor. Bu da ayın başlangıçta bir ateş kütlesi olduğunu ve daha sonra söndüğünü gösteriyor.

Bazı müfessirler, ayın silinip söndürülüşünü onun üzerinde kara lekelere yorumlamışlardır ki bu çok dar bir anlayıştır.

Zemahşerî'nin yaklaşımı ise daha değişiktir. O bu âyetten; ayın, güneşin tersine, ışıklı ve şualı olarak hiç ya¬ratılmadığı sonucunu çıkarmıştır. (Zemahşerî, Ayrıca bk. Neysabûrî, ilgili ayetin tefsiri)

Gecenin yani Ay’ın mahvedilmesinden maksat nedir?

Tefsircilerin piri kabul edilen sahabeden Abdullah îbn Abbas ise bugünki ilmî bulgulara da uygun düşen bir yorumda bulunmuştur. Ona göre bu âyet, başlangıçta ayın güneş gibi ışık vermekte olduğunu anlatıyor: "Gece âyeti olan ay, güneş gibi aydınlatıcı idi, aydınlığı mahvedildi ve ayın yüzündeki karaltı o mahvın izidir." (bk. Taberî, İbn Kesîr ilgili ayetin tefsiri)

Muhammed b. Ka'b-ı Kurazî demiştir ki: "Gece bir güneş, gündüz de bir güneş vardı. Gece güneşi mahvedildi ve işte aydaki silinti odur." (bk. Suyuti, ed-Dürrü’l-Mensur, 5/248)

12

Bazı tefsir ve benzeri eserlerde Hz. Peygamber’den (asm) nakledilen ve fakat hadis kaynaklarında bulamadığımız bir söze yer verilir: Hz. Peygamber’den (asm) aydaki karaltı soruldu da Resulullah dedi ki: “İkisi de güneş idi, yüce Allah "Biz gece ve gündüzü iki Ayet kıldık ve gece âyetini sildik" buyurdu. Şimdi gördüğün karaltı o silintidir." (bk. Suyuti, ed-Dürrü’l-Mensur, 5/247; Kurtubî, Râzî ilgili ayetin tefsiri)

Demek ki ay önce güneş gibi aydınlatıcı olarak yaratılmıştı, o da bir güneş demekti. Ve o halde güneş gibi ısısı da vardı. Sonra yüce Allah o güneşi sildi, yani söndürdü ve böylece şimdi bildiğimiz gece âyeti olan ay meydana geldi.

Şu halde gerek ayın yüzündeki karaltı ve gerek aksettirdiği ışığının büyüyüp küçülmesi ve nihayet kamerî ayın son üç gününde kaybolup yeni bir hilâl olarak ortaya çıkması, o silmenin bir eseri ve neticesidir.

Ayın nuru kendiliğinden olmayıp güneşten elde edildiği, eskiden beri astronomi ilmi bilginlerince bilinirse de ayın, önceleri güneş gibi aydınlatıcı iken, sonradan böyle mahvedilip sönmüş olduğu bilinmiyordu. Kur'ân'ın bildirmiş olduğu bu gerçeği nihayet zamanımız bilim adamları almış kabul etmiş ve bu günkü bilimsel düşüncelerini bu temel üzerine takip etmekte bulunmuşlardır.

Gök cisimlerinin meydana gelme şekilleriyle ilgili teorilere yol açmış olan bu ayın silinmesi meselesi, bilimsel açıdan çok önem taşıdığı gibi, dini açıdan da öyledir. Çünkü kıyamet hallerinden "Güneş dürülüp söndürüldüğü zaman, yıldızlar kararıp düştüğü zaman..." (Tekvîr, 81/1-2) âyetleri ile bildirilen güneşin dürülüp söndürülmesi, yıldızların kararıp düşmesi hadiselerinin düşünülüp tasdik edilmesini önceden bir misal ile ibret bakışına sunmaktır.

Kıyamet ve ahireti hesaba aldırmak için, zamanın değişim seyrini mütalaa ettirmek hikmetiyle gece ve gündüz âyetlerini söz konusu eden bu âyetin gelişi de özellikle bu ibret ile ilgilidir.

Böylece buyuruluyor ki, gece âyetini mahvettik ve gündüz âyetini bir gösterici kıldık. Yani güneşi, gözü olanlara herşeyi görecek bir görme vasıtası olan ışık ile parlak yaptık ve mahvetmedik ki Rabbinizden lütuf isteyesiniz. Bu hitabın insan cinsine yönelik olduğu dikkate alınırsa bundan anlaşılır ki, yer üzerinde insan cinsi ayın silinmesinden sonra yaratılmış ve gece ile gündüzün birbirinden ayrılması insan hayatının feyiz sebeplerinden birisi olmuştur.

Bu şekilde mana şöyle olur:

Bunların böyle yapılması şu hikmetler içindir ki siz, hayata mazhar olup görüş ve düşünce sahibi insanlar olasınız da bunları yapan ve sizi yetiştiren Rabbinizin büyüklüğünü anlayarak çalışsanız; fakat kötülük ve noksanlık için değil, O'nun lütuf ve kereminden hayırlı kazanç ve ilerleme istemek için çalışasınız ve yılların sayısını ve hesabı bilesiniz. Geceleriyle ve gündüzleriyle, aylarıyla ve yıllarıyla zamanı ölçüp önünü sonunu, dünyayı ve ahireti hesap edesiniz ve dünyaya güvenip ahiretteki hesabı unutmayasınız diye, bunları böyle yaptık. Ve her şeyi geniş olarak açıkladık. Yani yaratılış âleminde her şeyi ayırd edip gündüz âyeti ile gösterdiğimiz gibi, Kur'ân'da da din ve dünyanızla, iyilik ve kötülüğünüzle ilgili her şeyi âyetleri ile açıkladık; bu şekilde Kur'ân, gündüz âyeti gibidir. Bunun karşısında önceki kitaplar ise, mahvedilmiş gece âyeti gibi neshedilmiştir. (Emalılı, Hak Dini, ilgili ayetin tefsiri)

13

Bilimsel araştırmalar çerçevesinde yapılacak yorumların isabet derecesi bir yana, Kur'an için önemli olan, aynı suresinin 9. ayetinde “Kuşkusuz bu Kur'an en doğru olana iletir; güzel işler yapan mümin¬lere, kendileri için büyük bir mükâfat olduğunu müjdeler.” buyurulduğu gibi insanlığa Allah'ın lütuflarını anlatarak onları en doğru yola, yani İslâm'ın itikadı ve amelî ilkelerini benimseyip yaşamaya yöneltmektir. Buna kısaca hidayet denir.

Kur'an'ın bu hidayet verici misyonunu ikinci plana atıp onda sadece bilimsel bilgi arayışına girerek meraklı zihinleri tatmine yönelmek Kur'an'ın istediği şeye uygun olmaz. Ancak, Kur’an’ın esas hedeflerini araştımanın ve uygulamanın yanında bilimsel bilgi araştırmaları yapmak da güzeldir.

14

"Ayak bileğinin altına kadar giyilen elbise Cehennem ateşindedir" diye bir hadis var mıdır?

Böyle bir hadis vardır. Alâ İbn Abdirrahman babasından naklediyor: "Ebu Said (radıyallahu anh)'e izar hakkında sordum. Dedi ki: "Tam bilene düştün! Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle demişti: "Mü'minin izarı bacağın yarısına kadar uzanmalıdır. Burası ile topuklar arasında olmasının da bir günahı yok. Ama topuktan aşağı inen kısım ateştedir. Kim de, gururla izarını (yerde) sürürse kıyamet günü Allah ona (rahmet) nazarı ile bakmaz." (Muvatta, Libas 12; Ebu Davud, Libas 30; İbnu Mace, Libas 7) Ebu Davud'un rivayetinde "kıyamet günü" ibaresi mevcut değildir.

İzâr, Arablar'ın giydikleri boy elbisesidir ki, bunun topuktan aşağı lüzumsuz uzatılması, kibirlenmek alâmeti idi. Onun için hadîste buna ağır ceza ta'yîn edilerek bundan nehyedilmiştir. Şübhesiz ateşte yanacak olan topuktan aşağı lüzumsuz, yerde çekilip sürüklenen elbise parçası değil, bunun içinde o hizada bulunan ayaklardır. Burada kinaye olarak elbise zikredilip ayaklar ve beden kasdedilmiştir.

Şu hadisten de kibir amacı olmaksızın elbisenin ayak altında olmasının günah olmayacağı anlaşılmaktadır. İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Allah, elbisesini kibirle sürüyene bakmaz" buyurmuştur. Hz. Ebu Bekr (radıyallahu anh):

"Ey Allah'ın Resulü! İzarım salık durumda, dikkat etmezsem sürünüyor" dedi. Aleyhissalâtu vesselâm:

"Sen, bunu kibirle yapanlardan değilsin!" cevabını verdi." (Buhârî, Libas 5, 1, 2, Fezauli Ashab 5, Edeb 55; Müslim, Libas 45; Ebu Davud, Libas 28, (4085); Nesâî, Zinet 102, 105).

15

Bazı septik felsefeciler duyu organlarının bizi yanıltığını söylüyorlar. Duyu oraganları bizi yanıltır mı?

- Evvela, Septik veya sofestaî felesefcilerin durumu bellidir. Akılları pek çok şeye ermediği için akıldan iştifa etmişlerdir. Aklı başında insanların onların sözlerine değer vermesi mümkün değildir. Onlara göre hiç bir sabit hakikat yoktur, kendileri de yok hükmündedir.

- İkincisi, duyu organlarının bazen ve bazı konularda yanıldıkları bilim çevreleri tarafından olduğu kadar, diğer insanlar tarafından da bilinmektedir. Örneğin, sıcak sudan çıkardığımız elimizi hemen soğuk suya batırırsak onu da sıcak sanabiliriz. Renk körlüğüyle bazen renkleri karıştırtabiliriz. Serabı su zannedebiliriz. Su içindeki doğru bir çubuğu eğri görebiliriz.

Fakat bunlardan hiç biri sabit hakikatların varlığını gölgeleyecek durumlar değildir. Çünkü, evrende binlerce hakikat bu septiklerin safsatalarını yüzlerine çarpmaktadır. Örneğin, bu gün bir kadının gebe olup çocuk duğurması olayı hakkında hangi akıl sahibi tereddüt edebilir. Çok önceden güneşin veya ayın ne zaman tutulacağını haber veren bilimin tasdik edilen bu haberinde nasıl tereddüt edebiliriz? Binlerce fennî keşiflerin ortaya koyduğu binlerce hakikatin varlığı, bizim de binlerce defa tekrar tekrar gördüğümüz, günlerin, gecelerin, mevsimlerin, soğukların, sıcakların, doğumların, ölümlerin, karanlığın, aydınlığın varlığında tereddüt eden insan değil hayvan da olamaz.

- Üçüncüsü, o akılsız filozoflardan başka, hangi meslekten olursa olsun bütün insanlar varlıktaki hakikatlerin varlığına, bu hakikatlerin sabit olduğuna, kollektif aklın kabul ettiği şeylerin doğru olduğuna inanırlar. Onların bu ittifakı, septiklerin yanlış olduklarının çok açık bir belgesidir.

Bu gün herkes biliyor ki, akıl sahibi kimseler ile, zeka özürlü olan kimseler arasında, söz, fiil ve davranış bakımından yerden göğe fark vardır. Bu fark, sağlam aklın kabul ettiği hükümlerin doğruluğunu göstermektedir.

16

Hz. Yusuf, “Müslüman olarak benim hayatıma son ver ve beni salihlerin arasına kat." (Yusuf 101) duasını yaptıktan ne kadar zaman sonra vefat etmiştir?

“Sana tam itaat içinde bir kul olarak canımı al ve beni hayırlı ve dürüst insanlar arasına dahil eyle” mealindeki ayet hakkında genel olarak farklı iki görüş vardır:

- Bir kısım alimlere göre, Hz. Yusuf bu duasıyla hemen ölmeyi istemiş değil, öldüğü zaman tam bir iataat içinde ölmesini istemiştir. Buna göre ayetin meali özetle şöyledir: “Allah’ım! Ecelim gelip de öleceğim zaman, sana tam itaat içinde bir kul olarak canımı al...” Bu yoruma göre, Hz. Yusuf’un bu duası herhangi bir zaman diliminde yapılmış olabilir ve bunun gerçek ölümüyle bir irtibatı aranmaz.

- Alimlerin büyük çoğunluğuna göre, ayette ölmek için yapılan bir dua söz konusudur. (her iki görüş için bk. İbn Kesir, el-Bidaye ve’n-nihaye, 1/456; Taberî, Razî, ilgili ayetin tefsiri)

Buna göre, Hz. Yusuf, dünyevî saltanatın zirvesinde olduğu, ailesiyle barış ve huzur içerisinde bulunduğu bir ortamda, vuslat istiyor, lika istiyor, cennet istiyor, beka istiyor.. Buna göre ayetin meali özetle şöyledir:

“Allah’ım! Sana kavuşmak istiyorum, ne olur artık tam itaat içinde bir kul olarak canımı al...”

Bu dua, Hz. Peygamberin son günlerinde “er-Refika’l-âla=yüce dostu istiyorum” diyerek ölümü istemesiyle ilgili duasına uygundur. ( İbn Kesir, ilgili ayetin tyefsiri)

- Bu ikinci yoruma göre, Hz. Yusuf’un bu duasından sonra ne kadar yaşadığına dair bir soru akla gelebilir:

Öncelikle şunu söylemeliyiz ki, Kur’an ve hadislerde bu soruya cevap teşkil edecek bir bilgiye rastlamadık. Bu sebepledir ki, alimler bu konuda da farklı yorumlar yapmışlardır. Bunları da genel olarak iki kısma ayırmak mümkündür:

a. Hz. Yusuf bu duayı yaptıktan sonra uzun bir zaman daha yaşamış ve ondan sonra vefat etmiştir.

b. Hz. Yusuf bu duadan hemen/kısa bir zaman sonra vefat etmiştir. (bk. İbn Kesir, a.y)

- Bediüzzaman hazretleri de bu gürüşü benimsemiştir. Aşağıdaki ifadelerinden bunu anlamak mümkündür:

“...şu âyet, Kıssa-i Yusuf'un (as) en parlak kısmı ki; Aziz-i Mısır olması, peder ve vâlidesiyle görüşmesi, kardeşleriyle sevişip tanışması olan, dünyada en büyük saadetli ve ferahlı bir hengâmda, Hazret-i Yusuf'un mevtini şöyle bir surette haber veriyor ve diyor ki: Şu ferahlı ve saadetli vaziyetten daha saadetli, daha parlak bir vaziyete mazhar olmak için, Hazret-i Yusuf kendisi Cenab-ı Hak'tan vefatını istedi ve vefat etti; o saadete mazhar oldu.

17

Demek o dünyevî lezzetli saadetten daha cazibedar bir saadet ve ferahlı bir vaziyet kabrin arkasında vardır ki; Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm gibi hakikat-bîn bir zât, o gayet lezzetli dünyevî vaziyet içinde gayet acı olan mevti istedi, tâ öteki saadete mazhar olsun”(Mektubat/23. Mektup)

İlginçtir ki, Kitab-ı Mukaddes’te böyle bir duaya yer verilmemiştir:

Orada şu bilgiler vardır: “Yakup soyunun öyküsü: Yusuf on yedi yaşında bir gençti. Babasının karıları Bilha ve Zilpa'dan olan üvey kardeşleriyle birlikte sürü güdüyordu. Kardeşlerinin yaptığı kötülükleri babasına ulaştırırdı.”(Tekvin, 37: 2) “Yusuf'la babasının ev halkı Mısır'a yerleştiler. Yusuf yüz on yıl yaşadı”(Tekvin, 50: 22)¸ “Yusuf yüz on yaşında öldü. Onu mumyalayıp Mısır'da bir tabuta koydular”(Tekvin, 50: 26)

İlave bilgi için tıklayınız:

Hz. Yusuf (a.s.) en mutlu zamanında, neden ölümü temenni etmiştir? Yusuf Suresi 101. ayeti açıklar mısınız?

18

İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin islam dünyasına ne gibi yararları ve zararları dokunmuştur? Bunların faaliyetlerine bakış açımız nasıl olmalıdır?

Osmanlı Devletinin son yıllarında Genç Türkler veya Jön Türkler adı verilen, gerek yurt içinde gerek yurt dışında faaliyet gösteren Meşrutiyet taraftarları, 1889 yılının Mayıs ayında, İstanbul’da, İttihad-ı Osmanî derneğini kurdular. Gizli olarak kurulan bu cemiyetin ilk kurucuları, Askerî Tıp Okulu öğrencilerinden İbrahim Ethem (Temo), İshâk Sukutî, Mehmet Reşit, Abdullah Cevdet ve Hüseyinzade Ali Bey idi.

İttihatçıların temel gayeleri; ülkede meşrutiyeti yeniden kurmak, Kanun-i Esasî’yi yürürlüğe koydurarak devleti anayasal yapıya kavuşturmak, kapatılmış olan Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nı açtırmak ve anayasa ile Osmanlı vatandaşlarına verilmiş olan hak ve hürriyetlere yeniden sahip olmak için, Osmanlı Sultanı İkinci Abdülhamid’e ve yönetimine karşı mücadele etmek şeklinde sıralanabilir.

Cemiyet, ilk kuruluşunda örgütlenme modeli olarak İtalyan “Carbonari Cemiyetini” örnek almıştı. Kuruluşundan sonra bir süre sessiz kalan Cemiyet, daha sonra Askerî Tıbbiye, Harbiye, Mülkiye ve Bahriye gibi okullarda hızla örgütlendi.

Subaylar arasında, askerî ve sivil yüksekokullarda, medreseler ve hattâ tekkelerde taraftarlarını artıran Cemiyet, üyeleri kanalıyla çeşitli illerde örgütlendi. Cemiyetin böyle hızla yayıldığı, taraftarlarını çoğalttığı günlerde İkinci Abdülhamid yönetimi, cemiyetin varlığından haberdar olarak, üyelerini takip ettirdi ve tutuklattı. Takip ve yakalanmaktan kurtulan bir çok cemiyet mensubu yurt dışına kaçtı.

Yurt dışına kaçan Cemiyet üyeleri burada da kendilerinden önce Avrupa’ya gelmiş olan “Genç Türk (Jön Türk)”lerle irtibata geçtiler ve bulundukları yerlerde örgütlenmeye çalıştılar. Burada ismini de “Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti” olarak değiştiren cemiyetin ülke dışındaki örgütlenmesi başlıca üç merkezde yoğunlaştı: Paris Şubesi, Cenevre Şubesi ve Kahire şubesi.

4-9 şubat 1902’de yapılan büyük “Jön Türk Kongresi’nde”, ülkeye yeniden kazandırılacak olan Meşrutiyet yönetiminin uygulanması konusunda beliren görüş ayrılıkları Cemiyeti ikiye böldü. Prens Sebahattin Bey’in öncülüğünde bir grup üye cemiyetten ayrılarak “Teşebbüs-ü Şahsi ve Adem-i Merkeziyet Cemiyeti”ni kurdular ve Terakki Gazetesi’ni çıkarmaya başladılar. Ahmet Rıza Bey başkanlığında temsil edilen diğer grup ise, kongre sonrası ilk icraat olarak “Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti”nin ismini “Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti”ne dönüştürdüler.

Diğer taraftan, Selanik’te de 1906 Eylül’ünde içlerinde Bursalı Mehmet Tahir Bey, Kazım Nami Bey (Duru), Ömer Naci Bey, Talat (Paşa) gibi bilâhare İttihat ve Terakki Cemiyetinin (Fırkasının) önde gelen isimlerinin yer aldığı “Osmanlı Hürriyet Cemiyeti” adıyla yeni bir cemiyet kurdular. Bu cemiyet, yurt içinde ve yurt dışında kurulmuş olan Jön Türk cemiyetlerinin bir devamı değildi.

Osmanlı Hürriyet Cemiyeti kısa zamanda Rumeli’nin her tarafına yayıldı. Makedonya’nın bütün şehir ve kasabalarında ve özellikle Türk Alaylarının bulunduğu yerlerde genç subaylar

19

arasında taraftar buldu. Böylece, Makedonya’da bulunan Osmanlı Üçüncü Ordusu’nun teğmen, yüzbaşı, binbaşı rütbesindeki subayları bu cemiyete katıldılar. Osmanlı Hürriyet Cemiyeti 27 Eylül 1907’de merkezi Paris’te bulunan Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti ile resmen birleşti.

Bu birleşmeden güçlenerek çıkan Cemiyet, artık Sultan İkinci Abdülhamid yönetimine karşı yaptığı mücadeleyi siyasî olmaktan çıkararak askerî bir temele dayandırmış oldu. Abdülhamid’in baskıya dayalı yönetimini sona erdirmek maksadıyla bazı genç subaylar genel bir ayaklanma çıkarılmasını istemekteydiler. Bu amaçla Kolağası Niyazi Bey Resne’de emrindeki kuvvetlerle dağa çıktı ve daha sonra Enver Bey Tikveş’te, Eyüb Sabri Bey Ohri’de, Selahattin ve Hasan Tosun Bey’ler Arnavutluk’ta aynı şekilde “Hürriyet Taburları” kurarak dağa çıktılar.

Cemiyet, saraya telgraflar çekerek Anayasa’nın hemen yürürlüğe konulması ve Meclis-i Mebusan’ın toplantıya çağırılmasını istedi. Ayrıca milletin bu isteklerini kabul etmeyecek olursa, tahtından indirileceği Sultan İkinci Abdülhamid’e bildirildi. Nitekim 23 Temmuz 1908’de Manastır’da ve Selanik’te Meşrutiyet resmen ilân edildi. Bütün bu gelişmeler üzerine Sultan İkinci Abdülhamid, yayınladığı bir bildiriyle Osmanlı Devletinde anayasayı yeniden yürürlüğe koyduğunu ve meşrutiyeti ilân ettiğini açıkladı.

Artık İttihat ve Terakki ismini kullanmakta olan Cemiyet için, Meşrutiyetin ilânından sonra yeni bir dönem başlamıştı.

Cemiyetin, 1911 Kongresindeki tüzüğünde yapılan bir değişikle İttihat ve Terakki Cemiyetinin merkezi İstanbul olan bir siyasî parti olduğu belirtildi. Böylece, Türk demokrasisinde ilk siyasî parti olma özelliği İttihat ve Terakki Fırkasının oldu. Bu parti, 5 Kasım 1918’deki son kongresinde kendisini feshetti ve Teceddüt Fırkası adıyla yeni bir kimlik kazandı.

İttihat ve Terakki Cemiyeti (Fırkası) bünyesinde, çok sayıda asker, sivil, fikir adamı, gazeteci, yazar ve şair isimleri barındırmıştı. Ancak, İttihat ve Terakki deyince ilk akla gelen isimler “Enver Paşa, Talat Paşa, Cemal Paşa”lardır. Aynı zamanda bunlar lider olarak da ön plâna çıkmışlardı.

İttihat ve Terakki Cemiyeti Osmanlı Devletinin dağılmasını önlemek için “Osmanlıcılık veya Pan-Osmanizm”düşüncesini “İttihad-ı Anasır” (Irkların Birliği) şekliyle benimsedi ve Cemiyet içinde ve devlet yönetimindeki uygulamalarında bunu gerçekleştirmeye çalıştı. İttihatçılar, Türkçülük fikrini parti programlarına aldılar ve 1913-1918 yılları arasında iç ve dış politikalarında adetâ bir devlet politikası olarak uyguladılar.

İttihat ve Terakki Cemiyeti, Osmanlı Devletini parçalanmaktan kurtarmak amacıyla yola çıkmalarına ve iktidara hiç düşünmedikleri kadar kolay ulaşmalarına rağmen, devlet yönetimindeki tecrübesizlikleri ve dönemlerindeki iç ve dış gaileler sebebiyle bu amaçlarını gerçekleştiremediler. Üstelik Trablusgarp Savaşı, Balkan Savaşları ve nihayet Birinci Dünya Savaşı’yla ülkeyi parçalanmanın ve yıkılmanın eşiğine getirdiler.

Osmanlı Devletinde ikinci defa Meşrutiyeti kazandırmakla ve Türk siyasî hayatına çok partili hayatı getirmekle sürekli övünen İttihatçılar, kendi elleriyle kurdukları çok partili hayatı yine kendi elleriyle kaldırmaya çalıştılar. Mutlak iktidarları döneminde siyasî rakiplerine ve diğer siyasî partilere hayat hakkı vermediler. Bu dönemde bazı siyasî partiler kapatıldı veya

20

faaliyetleri yasaklandı. Siyasî muhalifleri olan çok sayıda isim tutuklandı ve sürgünlere gönderildi.

O zamanları bizzat yaşayanlardan biri olan Bediüzzaman, özellikle 31 Mart Hadisesi sırasında İttihad ve Terakki Cemiyetinin çok etkili olduğu dönemde İstanbul’da bulunmuştu.

Bediüzzaman, İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin, hürriyetçi / meşrutiyetçi eğilimlerini desteklerken, istibdatçı uygulamalarını eleştirmiştir. Bediüzzaman bu bakış açısını, “İttihad ve Terakki hakkında reyin nedir?” şeklinde yöneltilen bir soruya, “Kıymetlerini takdirle beraber, siyasiyyunlarındaki şiddete muterizim (itiraz ediyorum).” sözleriyle özetlemiştir.

Bediüzzaman’ın, “kıymetlerini takdir” ettiği hususlar, İttihat ve Terakki’nin iktisat ve eğitim alanındaki çalışmaları ve hürriyet taraftarı olmalarıdır. Ayrıca Bediüzzaman, İttihat ve Terakki’nin, Doğu Anadolu’daki şubelerinin uygulamalarını takdir ettiğini de ifade etmektedir.

Bediüzzaman, Cemiyet’in takdir ettiği mensuplarına, “Fakat emin olunuz ki, onların masonluğa girmeyen kısmının maksatları dine zarar değildir. Belki, milletin selâmetini temin etmektir.” diyerek sahip çıkar. Hatta, “onların bir kısmı selamet-i millet fedaileridir” diyerek iltifat eder. Cemiyetteki bu kozmopolit yapıyı,“Vakıa onlarda birtakım edepsiz, çok sefih masonlar dahi bulunur; lâkin yüzde ondur. Yüzde doksanı sizin gibi mu`tekid Müslimlerdir.” sözleriyle tespit eder.( bk. Münazarat, Sualler ve cevaplar, s. 80, 135)

İttihat ve Terakki’nin, Bediüzzaman tarafından eleştirilen yönleri “istibdatçı uygulamaları”, “dinde laubalilikleri” ve özellikle Cemiyet’in “İstanbul şubesi”nin uygulamalarıdır. (bk. Divân-ı Harb-i Örfi, s.39)

Cemiyetin bu olumsuz uygulamalarını, “İttihatçıların bozuk kısmının cinayetleri” olarak niteleyen Bediüzzaman, cemiyetin bütün mensuplarını bu olumsuzluklardan sorumlu tutmak istememiştir. (bk. Emirdağ Lahikası, s. 442)

Yukarıda da ifade edildiği gibi, İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin içinde, din düşmanı masonlar bulunduğu gibi, dindar ve samimi hürriyetçiler de bulunuyor. Olumlu fikirleri olduğu gibi menfi fikirleri de vardır.

Bir müslüman olarak bu cemiyetin olumlu ve din ile barışık olan kısmını destekler, dinsiz ve muzır kısmını da şiddetli olarak eleştiririz. Bu yüzden bu konuyu ak ya da kara diye, keskin hatlar ile ayırmak doğru olmaz.

21

"Medine'de ölmeye gücü yeten, burada ölsün. Burada ölene şefaatim vacip olur" hadisi sahih midir? Nasıl anlamalıyız?

İbn-i Ömer’den (Radıyallâhü ankümâ) rivayet edildiğine göre; Resûlulullah (asm) şöyle buyurdu: “Kim Medine'de (yerleşip ölünceye kadar orada oturmak suretiyle) ölebilirse yapsın (yâni ölünceye kadar orada ikâmet etsin). Çünkü ben orada ölen kimse için şüphesiz şehâdet ederim (yâni şefaat ederim).” (İbn Mâce, Menasik, 104)

Bir başka rivayette ise, “Çünkü ben orada ölen kimse için şüphesiz şehâdet ederim” cümlesi yerine; “Çünkü ben orada ölen kimse için şefaat ederim” cümlesi buyurulmuştur. Tirmizî, bu rivayetin hasen garib olduğunu söylemiştir. (Tirmizi, Menakıb, 68)

Hadisi şerheden alimler, mümin kişiye Medine'de ölmek emri verilmiştir. Halbuki ölmek müminin elinde değil, Allah'ın takdirine bağlıdır. Müminin gücü dışında kalan bu emirden maksad, ölünceye kadar orada ikâmet etmektir. Bu itibarla Hadis-i Şerif, Medine-i Münevvere’de ikâmet etmeyi teşvik mahiyetindedir, derler. (bk. Tuhfetü’l-ahvezi, ilgili hadisin şerhi)

Resûl-i Ekrem’in (asm) şefaati bütün müslümanlar için geçerlidir. Medine-i Münevvere'de ölen nıü'min için yapılacağı vaad buyurulan şefaat veya şehâdet özel mahiyette yapılacak şefaat ve şehâdet mânâsını ifâde eder.

Bu hadisi, belli zamanlar ve kişiler için anlamak mümkün olduğu gibi, bütün zamanlar için anlamak da mümkündür.

22

Allah kullarına ceza vermek için neden Cehennem azabını uygun gördü? Bu ceza fazla değil midir?

Rububiyetin en açık iki özelliği vardır. Bunlardan biri, hâkimiyeti kabul edip itaat edenlere mükâfat vermek, bu hâkimiyeti kabul etmeyip isyan edenlere ceza vermek. Böylece hâkimiyetin inayet ve merhamet tarafını -itaat edenlere- mükâfatla, haysiyet ve izzet tarafını da isyan eden terbiyesiz eşkıyaları cezalandırmakla gösterir.

Risale-i Nur Külliyatından bir hakikat dersi: “Bir sultanın sağında lütuf ve merhamet ve solunda kahr ve terbiye lâzımdır. Mükâfat, merhametin iktizasıdır. Terbiye de mücazatı ister. Mükâfat ve mücazat menzilleri ahirettir.” (Mesnevî-i Nuriye) İtaat edenlere mükafat verememek gibi, isyan edenleri cezasız bırakmak da padişahın izzetine yakışmaz; her ikisi de acizlik ve zaaf ifadesidir. Cenab-ı Hak bu gibi noksanlıklardan münezzehtir. Onun kahrının tecelli etmemesini istemek isyankârlara, azgınlara, zalimlere karşı hiçbir ceza tatbik edilmemesi veya eksik ceza verilmesidir. Bu, Allah’ın izzetiyle, gayretiyle, hikmet ve adaletiyle bağdaşmaz. Bu ise adalet-i ilahiyece mümkün değildir.

Allah'ın üç çeşit sıfatları vardır: 1 - Celali sıfatlar. 2 - Cemali sıfatlar. 3 - Kemali sıfatlar. Bunların ilki olanları, azap, ceza, gibi durumları iktiza eder. İkinci gurupta olanlar ise, güzelliği, affediciliği ve letafeti gerektirir. Üçüncü çeşit sıfatlar ise, büyüklüğü azameti ister ve gerektirir. İşte Allah'ın sonsuz merhameti olduğu gibi, sonsuz azap ediciliği de vardır. Cemali sıfatların tecellisi olan sonsuz güzellikler diyarı Cennete nefsimiz nedense pek itiraz etmediği halde söz konusu azab olunca Cehennem azabını çok buluyoruz. Biz bunu ihmal ediyoruz. Evet Cehennem azabı çok şiddetlidir. Kafirlerin işlediği suça karşılık verilecek ceza da ancak böyle büyük olabilir.

Cehennem onların karşısında hiddete geldiği "Oraya atıldıkları zaman, onun kaynarken çıkardığı uğultuyu işitirler. Nerede ise öfkesinden paralanacak!..." (Mülk, 67/7-8) ayetleri bu gerçeği bildirmektedir.

İnsanlar işledikleri suçlarının cezasını, bu suçu işledikleri zaman süresi kadar çekmiyorlar. İşledikleri suçun sonuçlarına göre cezasını çekiyorlar. Bir adamı bir saniyede öldüren bir katilin bir saniye ceza çekmesi adalet olur mu? Kâfirin kısa gibi görünen bir zamanda işlediği cinayet çok büyüktür. Bu nedenle ebedi ve sonsuz olarak cehennmede kalması gerekir ki işlediği suçuna karşılık bir ceza olsun.Allah’ın zatı, sıfatları ve isimleri sonsuzdur. Sonsuz bir zatı ve sıfatlarını inkâr etmek sonsuz bir cinayettir. Bunlar gibi sonsuz cinayetleri işleyen birisine sonsuz bir cazanın verilmesi adalettir.

23

Bediüzzaman Haazretleri bir çok risalede bu konuyu çeşitli yönleriyle ele almış ve aklı ikna, kalbi tatmin edecek izahlar getirmiştir. Bir kafir inkarıyla sonsuz cinayet işler. Çünkü: Vahdaniyet delillerine karşı küfür ile mukabele, Nimetlere karşı küfran ile mukabele, Mevcudatı kıymetsizlikle kâfirane ittiham ve tahkir, Esmâ-i İlâhiyenin tecelliyatını red ve inkâr. Bunların her biri sonsuz bir cinayettir. Şöyle ki: - Allah’ın varlığının ve birliğinin delilleri sonsuzdur. Bu kadar delilin inkâr edilmesi sonsuz bir cinayettir. - Allah’ın nimetleri de sonsuzdur. “Organlarından, onları teşkil eden hücrelerinden, ruhuna ve ona takılan sayısız hissiyatına kadar; öte yandan, üzerinde sürekli seyahat ettiği dünyadan, her an içine çektiği havaya, geceden gündüze, güneşten aya kadar; diğer taraftan beslenmesi için önüne konulan sebzelerden, meyvelerden, süte, bala, helal etlere kadar uzanan sayısız nimetlere mazhar olan bir insan”, bütün bunları inkâr edercesine, Allah’a isyan ederse, bütün nimetlere karşı küfran ile mukabele etmiş ve sonsuz bir cinayet işlemiş olur. - Gerek kendi vücudumuzda görev alan varlıklar, gerekse bizi kuşatıp her yönden yardımımıza koşan mevcudat çok kıymetli eserlerdir. Hiçbirini yapmak beşer takati dahilinde değildir. Bu kadar mucizeleri ve onlara takılan hikmetleri, manaları, ihsanları hiç dikkate almamak, düşünmeye değer bulmamak yine sonsuz bir cinayettir. - Her varlığın hakikati bir veya daha çok esmaya dayanır. Varlık âlemi İlâhî isimlerin tecellileriyle doludur. Bu varlıkları dikkate almamak, onlarda tecelli eden esmâyı isimleri dikkate almama manasına gelir. Bu ise Cenâb-ı Hakk’ın nihayetsiz izzetine karşı bir isyan mahiyeti taşımakla yine nihayetsiz bir cinayet olur. Bu varlıklardan en önemlisi insanın kendisidir. Allah’ın bütün isimlerine ayna olma şerefine eren, onun misafiri ve cennetine davetlisi olma lütfuna eren, taşıdığı istidadın ulviyetiyle arza halife olan insan, bu üstün mahiyetini ve kabiliyetini küfür ve isyan yolunda harcarsa, kendinde tecelli eden bütün isimlerin tecellilerini şer ve isyan yolunda kullanmış ve böylece o isimlere karşı büyük bir edepsizlik etmiş olur. Bu ise tek başına büyük ve sonsuz bir cinayettir.

24

Allah yolunda kesilmiş olmayan, helal olmayan etler necis midir? Yağları, etleri veya diğer organları pis sayılır mı?

1. Allah yolunda kesilmeyen hayvanın eti necis kabul edilir.

2. Bu tür kesilen hayvanların yağları, etleri veya diğer organları da pis sayilir; yenmesi haramdır. Ancak bu tür hayvanların derisi alınıp tabaklandıktan sonra kullanılabilir.

3. Bunlardan biri üzerinize bulaşırsa, temizlenmesi gerekir.